Nathalie Arthaud, cumhurbaşkanlığı seçiminde kommünist bir aday

إطبع
27 mart 2012

Neden komünist bir adaylık?

Kapitalist ekonominin tek kabul edilebilir örgütlenme biçimi olduğunu söyleyen adaylara, krizin çılgınlığını, temel adaletsizliğini daha da belirginleştirdiği kapitalizme karşı mücadele eden ve buna son verecek bir programı savunan akımı ifade etmek için komünist bir aday gereklidir.

Komünist bir adaylık,

İşçi sınıfının gelecekteki kaçınılmaz mücadeleleri sırasında elde edeceği ve mülk sahiplerine dayatacağı, sömürenlerle sömürülenler arasındaki güçler dengesini, sömürülenlerden yana çevirecek hedef ve amaçları halka benimsetmek için; (Güçler dengesindeki bu değişim, sömürülenlere, parayla güçlenenlerin diktatörce iktidarını sarsıp istikrarsız kılarak, bir şeylere maruz kalmak yerine insiyatifi ellerine alarak onu ellerinde tutma olanağını sağlayacaktır).

Bu mücadele programını onaylayıp benimseyen herkese, bunu oylarıyla ifade etme olanağı vermek için;

Halk kitlelerinden gelen seçmenlerin bu seçimlerde, eğer seçilirlerse zenginlerin yararına hükümet edecek olan diğer adaylar yanında farklı bir adayı seçme olanağına sahip olmaları için;

-Devrimci komünist bir sesin duyurulması için gerekmektedir.

İşte Lutte Ouvrière'in adayı Nathalie Arthaud'nun duyurmak istediği ses budur!

Bugün komünist olmak ne anlama gelir?

Bu öncelikle, kapitalist sınıfın çöküşe doğru götürdüğü ekonomi üzerindeki diktatörlüğünü alaşağı etmek üzere bir programa sahip olmak anlamına gelir.

Bu, zenginliklerin ve üretim araçlarının, yalnızca çalışanların ve üretenlerin ortak mülkiyetinin kontrolü altına girmesi için büyük burjuvazinin mülksüzleştirilmesi anlamına gelir. Böylece üretim, özel kar arayışı tarafından yönlendirilen ekonomiye bırakılacak yerde herkesin ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelik olacaktır. Azınlık olan bir avuç ayrıcalıklı kişinin, herkesin çabalarının ve emeğinin sonucunu kendi özel mülkiyetlerine geçirmeleri kabul edilemez. İnsanlığın, doğa üzerindeki kontrolünü durmaksızın arttırırken, kendisine özgü etkinlikler karşısında çaresiz kalması; kriz ve spekülasyonların toplum için doğal afetlerden daha tehditkar olması mantıksızdır.

Komünizm, bütün topluma, insanoğlunun eşit bir biçimde, bu 21. yüzyılda toplumun üretme kapasitesine sahip olduğu bütün maddi mallara ve kültürel olanaklara eşit bir biçimde ulaşıp yararlanması için kendi ekonomik etkinliğine hakim olmasını sağlar. Bu perspektif ancak işçi sınıfı, yaşamak için sadece emekleri olanların sınıfı, iktidarı burjuvazi ve onun temsilcilerinden, kendisi kolektif ve demokratik bir biçimde uygulamak üzere söküp alırsa gerçekleştirilebilir.

Krizin, farklı sosyal sınıflar arasındaki işbirliğini teşvik etmesi gerekmiyor mu ?

Ayrıcalıklı sınıflar, yani işten çıkarmalar katlanarak artarken, işsizlik daha da ağırlaşırken, emekçilerin giderek artan bir çoğunluğu yoksulluğa gömülürken zenginleşmeye devam edenler, bizleri buna inandırmaya çalışıyorlar.

Sınıf mücadelesi vaazını komünistler vermiyorlar, bunu mülk sahipleri, büyük patronlar, para yönünden güçlü olanlar yürütüyorlar. Sömürülenler için tek önemli sorun, topluma egemen olanların onlara vurduğu darbeleri kabullenip kader diyerek boyun mu eğeceklerini, ya da onurlu bir biçimde varolma ve yaşam hakkı için mücadele mi edeceklerini bilmektir.

Ulusal dayanışma neden bir yanılgı, aldatmacadır ?

Krize rağmen zenginleşmeye devam eden azınlık, bu duruma çoğunluğu yoksullaştırarak ulaşıyor. Politikacı yöneticilerin vaaz verdikleri «ulusal dayanışma » bu gerçekliği gizlemeye yöneliktir. Bizleri, bankacılar ve büyük patronlar için iyi olanın, bizim için, toplumun bütünü için de iyi olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Bu büyük bir yalandır.

Örneğin, devletin borçlarının ödenmesinin herkesi ilgilendiren bir zorunluluk olduğunu tekrarlayarak bizi iki katı fazla yanıltıyorlar. Devlet bu aşırı derecede borçlanmayı, en yoksullara, başlarını sudan çıkarıp biraz nefes almaları için yardım ederek değil, bankacıları ve büyük kapitalist işletmeleri para seline boğarak yaptı. Bu borçları geri ödemek, bu paranın rengini bile görmemiş olan çoğunlukların değil, bu paralardan faydalananların görevidir.

Bununla beraber, bankaların karlarını garantileyip, kitlelerin, ezilip sömürülen çoğunluğun varoluşunun tek koşulu olan iş ve ücreti garanti altına almayan bir mantığı kabul etmek, büyük mülk sahiplerinin, emeklerinin meyvelerini iç etmek için emekçilere vurduğu kamçıyı kutsamaktır.

Toplumun gerçek efendileri kimlerdir ?

Büyük sermaye, maliyeciler, ulusal ve uluslararası tekeller, bu kriz boyunca kanunlarını, nadiren bu kadar açık bir şekilde ve bütün toplum için felaket bile olsa herkese dayatıyorlar. Devlet başkanları ise onların gücü karşısında , isteklerini dalkavukça yerine getirmek için eğiliyorlar. Obama'dan Sarkozy'e kadar hepsi, mali krizin başında bankacılar, spekülatörler ve onların sorumsuz davranışları karşısında bağırıp çağırarak tepki gösterdiler. Bu yaygara kısa bir süre sürdü. Bu «  sorumsuzlara » karşı hiçbirşey yapmadılar. Toplum için daha iyi ya da kötü olsun onlara milyarlarca ödemeye devam ediyorlar, bu sorumsuzlar ise bu paralarla önceden olduğu gibi, ama her defasında daha da büyük çapta, spekülasyon yapmaya devam ediyorlar. Bu azınlık tarafından cebe indirilen milyarlar nüfusun çoğunluğundan gaspediliyor. Her yerde genel olarak uygulanan kemer sıkma siyasetleri, Devletin bankalara ve zenginlere cömertçe ödemeleri için yoksullara sunulan faturaları temsil ediyor.

Toplumun çoğunluğunun çıkarlarına denk düşen tek siyaset, bankaları ve mali şirketleri ne tazminat ödiyerek ne de yeniden satın alma yolunu kullanarak kamulaştırmak ve halk kitlelerinin bunların çalışmalarını kontrol etmelerini de sağlamaktır. Bu ise onlara itaat etmek yerine onlarla yüzyüze gelmeyi ve onlara karşı çıkmayı gerektirmektedir.

Sarkozy'yi cumhurbaşkanlığından uzaklaştırmak, mütevazi bile olsa, değişiklik anlamında yapılacak ilk adım olmaz mı?

Emek dünyası, zenginlerin utanmaz ve arsız hizmetkarları Sarkozy ve ekibinden iğreniyor. Ancak onun dışarı atılması gerektiğini söyleyenler, içten içe de onun yerine iktidara gelecek olan Hollande'dan hiçbir şey bekleyemeyeceklerini biliyorlar. Tamamiyle haklılar.

Gerçek iktidar, milletvekilleri, senatörler ya da hatta Cumhurbaşkanı'nın ellerinde değildir. İktidar, büyük kapitalist işletmelerin ve bankaların yönetim kurullarının, polisin ve ordunun genel kurmaylarının, seçilmemiş olsalar ve gölgede kalsalar da bu siyasetin sürekliliğini sağlayan yüksek dereceli memurların ellerindedir. Hükümetler de, cumhurbaşkanları da değişebilir, ancak hoşnutsuzluk ne kadar büyük olursa olsun sadece seçim sandıklarında ifade edilirse, bu değişim yüzeysel ve geçicidir, sistem aynı kalır. Devlet'in, kendilerini fiziki ve ruhsal varlıklarıyla topluma egemen olan sosyal sınıfa, kapitalist burjuvaziye adamış olan yüksek hizmetkarları yerlerinde kalır, mekanizmayı çalıştırmaya devam eder ve paranın gücü tarafından istenen siyaseti de uygulamaya koyar.

Başka bir hükümet, en azından işçilere, işsizler, emeklilere karşı biraz daha adil farklı bir siyaset izleyemez mi?

Bu kriz döneminde, hükümet aşağıdan gelen tümüyle güçlü bir baskıya maruz kalmasa da, mülk sahipleri herşeyi kaybedeceklerini sanarak her zamankinden daha fazla korkuyorlar. Hatta, sömürülen sınıflardan yana olan yöneticiler bile, güçlü büyük patronların ve devlet aygıtının her düzeyinde onlara hizmet edenlerin oluşturduğu para duvarına çarpıyorlar.

Ve üstelik geçmişte birçok defalar, hatta Sosyalist Parti'nin hükümette olduğu zamanlarda bile, halk sınıflarının yanında, sadece büyük sermayenin çıkarlarına zarar vermediği ölçüde olunduğu kanıtlandı. Mitterand kadar Jospin de emekçiler yararına üstlendikleri bazı yükümlülükleri yadsıdılar ve onları hayal kırıklığına uğrattılar.

İşte bu nedenledir ki, devrimci komünistlerin, sömürenlerle sömürülenler arasındaki güncel güçler dengesini ifade eden, ve kaçınılmaz olarak burjuvazinin « yönetim kurumu » olan bir hükümete katılması sözkonusu olamaz.

Ancak yaşamı, eğer seçimlerle olmayacaksa nasıl değiştirmeli?

Yaşam, tabii ki, tasarlanan ve uygulanan kurumsal oyunun çerçevesinde ve kapitalist burjuvazinin toplumsal egemenliğiini korumak için ortaya konan hükümetin değişmesiyle değişmez. Sömürülen sınıf için, bu çerçeveyi kırmak ve büyük burjuvazinin sosyal ve ekonomik iktidarını sorgulamak için yeterince güçlü bir başkaldırı, isyan ve sosyal mücadeleler olmadan hiçbir kurtuluş yoktur.

Çok farklı ve çok karmaşık olan bu günün toplumunda, hala paranın ve ona sahip olanların gücünü sorgulamak için yeterince etkili bir güç var mı?

Modern toplum ne kadar karmaşık olursa olsun çoğunlukla yaşamak için sadece çalışma yetenekleri ve çalışmalarının karşılığında elde ettikleri ücretleri olan kadın ve erkeklerden oluşuyor. Bu insanların meslekleri ve eğitimleri son derece çeşitli olabilir. Tabii ki bir mühendisin, bir uçak pilotunun düzgün bir biçimde ödenen ücretleri, üretim bandı üzerinde çalışan bir işçinin ya da bir süpermarket kasiyerinin ücretleriyle aynı değildir. Ancak işlerini kaybettiklerinde ortak bir noktaları olur, her şeylerini kaybederler çünkü hiçbirinin başkalarını sömürerek asalak olarak yaşamalarını sağlayacak bir sermayesi yoktur. Büyük sermayenin iktidarını savunmak için hiçbir objektif nedenleri yoktur çünkü sermayeye sahip değillerdir. Sermaye sahiplerinin çıkarları onların çıkarları değildir.

Bütün bu sosyal sınıfların hala ortak bir şeyleri vardır : Toplum onların emeği sayesinde çalışır. Bu ona güç veren onun üretimdeki belirleyici rolü, sayısı, paranın gücüne karşı koyabilecek bir güç olma konumunu sağlar. Bu güç ancak, sömürülenler, kendi çıkarlarının temel içeriğinin ve kendi ortak çıkarlarıyla büyük burjuvazinin çıkarları arasındaki temel çelişkinin bilincine vardıklarında gerçekten yayılabilir.

Çalışanların, büyük patronların ve hükümetin kendilerine dayattıkları özveriyi reddetmek için yaptıkları mücadeleler, yönetenlerin genellikle tekrarladıkları gibi kendi meslekleriyle ilgili bencilliğin ifadesi değil midir?

Hayır : burada da yine zenginlere hizmet edenlerin hepimize dayatmak istedikleri fikir sözkonusudur. Onlar bizim sömürücülerimizin aç gözlülüğünü sanki bir erdemmiş gibi, sömürülenlerin kendilerini savunmak için gösterdikleri tepkileri ise « ulusal çıkarlara aykırı » bir bencillik olarak sunuyorlar. Bütün halk kitlelerini bankacılar haraca bağlamışken, televizyon ya da basında, grev yapanlara örneğin metro grevlerinde sürücüleri bazen tüketicileri bazen da yolcuları « rehin almakla » suçlayarak saldırmaya devam ediyorlar.

Çalışanlar, tabii ki işsizler ve emekliler de halk kitlelerinin çoğunluğunu, her şeyden önce de aktif nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlar. Bütün bir toplumun işleyişini onların emeği sağlıyor. Bu sosyal sınıf fabrikalarda üretiyor, inşaatlarda çalışıyor, büyük dağıtım zincirlerine yapılan dağıtımını ve satışlarını da sağlıyor. Şirketlerdeki işin örgütlenmesini ve bankaların işletmesini garanti altına alıyor. Trenleri sürüyor, uçakları uçuruyor. Hastanelerdeki tedavi ve bakımı, okullardaki eğitimi de yine onlar sağlıyor. Bu sınıf, temel üretken sınıfı oluşturuyor. Bütün sosyal ve ekonomik yaşam onun emeğine dayanıyor. Kendi varlık şartlarını savunmak için, ahlaki ve insani hak ve görevleri bulunuyor.

Neden, her zaman « emekçilerden, işçilerden» sözediyor, «işsizlerden» sözetmiyorsunuz?

İşsizler emekçilerin bütününe dahildir. İşlerinin olmaması kişisel bir seçimin sonucu değildir. Ayrıca yöneticilerin iddia ettikleri gibi düzeylerinin yetersiz olması, ya da kalifiye olmamaları, yaptıkları mesleki eğitimin mesleklerine uygun olmaması gibi nedenlerle de işsiz değiller. Eğer işsizlerse bunun nedeni işten çıkarılmalarıdır. Ya da özellikle gençler için kriz içindeki sistem yeterince iş olanağı sunmamaktadır.

Krizin daha da kötüleşmesiyle, kalifiye olmayan işçiler kadar, yüksek düzeyde kalifiye mühendisler, hatta en yüksek düzeyde kalifiye elemanlar olan araştırmacılar da dahil bütün meslek alanlarındaki çalışanlar işsizliğe itiliyorlar.

Aslında, ait oldukları meslek grubu ne olursa olsun emekçilerin hepsinin bir gün işsiz kalma olasılığı vardır. Ve işsizlikle mücadele emekçilerin hepsinin, özellikle de büyük patronları etkilemek için daha çok olanakları olanların, yani hala bir işi olanların ortak amacı olmalıdır.

İşsizler kadar, yaşamın, özellikle de mesleki yaşamın tehlikelerinin çalışma kapasitelerini indirgediği veya yokettiği özürlüler, iş kazası geçirmiş olanlar, her türlü yardıma muhtaç kişiler de işçi sınıfına dahildir.

Ancak, patronlar çok düşük maaşlarla da olsa işe alınmaktan memnun olan işsizleri kolayca bulmak için inatla direnenler de dahil daha çok emekçiyi kapı önüne koyarken, işsizlik artarken kendini nasıl savunmalı?

İşsizliğin güçler dengesini patronlardan yana daha elverişli kıldığı bir gerçektir. Kapanan şirketlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, işlemekte olanların sayısı daha fazladır. Bunlar gelirlerin büyük bir kısmını güzel bir biçimde mali işlemlerden elde ediyorlar. Burjuvazinin karlarının genel olarak artışı yine de emekçilerin sömürüsünün sonucu olarak ortaya çıkıyor. Eğer işçi sınıfı üretimi durdurursa, bütün karlar, mali spekülasyonlarda gerçekleştirenler de dahil hepsi yokolacaktır.

İşçi sınıfının, kriz öncesindeki gibi kendisini savunmak için olanakları ve araçları vardır. Krizin ve işsizliğin değiştirdiği olgu, varlık koşullarının sadece tek bir meslek grubunda, tek bir iş yerinde ya da meslekte etkin bir biçimde savunulamayacağıdır. Emek dünyasının bütününün, kapitalist mülk sahiplerine ve onun gereksinimlerine karşı dayatacağı aynı temel çıkarları vardır. Tek başına ya da birlikte mücadele, işçi sınıfına bütün gücünü ortaya koymayı sağlar. Işçi sınıfı için en kötü şey, burjuvazi tarafından dayatılan yapay bölünmelerin üstesinden gelmeyi bilmemek olacaktır. En kötü şey, işi olmayan emekçilerin işi olanları rakip olarak görmeleri, işi olanların ise işsizlerin kendi yerlerini alacaklarından korkmaları olacaktır. En kötü şeylerden biri de, emekçilerin kendi saflarından, göçmen işçiler, geçici işçiler, kadın, genç, yaşlı işçiler gibi günah keçileri aramaları olacaktır.

Emekçilerin hayati gereksinimlerini nasıl dayatmalı ?

Kapitalist sınıfları gerçekten tehdit edebilmek için, bu gereksinimler ancak emekçilerin, yeterince kitlesel, patlamaya hazır, ortak mücadeleleriyle dayatılabilir. Güçlü bir mücadele dalgasını, patronların adaletsizliğinin mi, emekçilere karşı yapılacak bir provakasyonun mu, bir hükümet önleminin mi, kısacası neyin tetikleyeceğini hiç kimse öngöremez. Bunun bir gereklilik olduğu kesindir çünkü kapitalist sınıflar, işçilerin onların karları ve zenginlikleri konusundaki kızgınlık ve tehditlerini hissetmeden hiçbirşeyi bırakmayacaklardır.

Buna karşın, emekçilerin hepsinin ortak amaçlar etrafında birleşmelerini sağlayacak talepler öngörülüp hazırlanabilir.

İşte bunun için, sıcak mücadele anı gelip çatmadan önce, bir mücadele programı hazırlamak, bunu tartışmak ve emekçiler dünyasına, halk kitlelerine benimsetmek gereklidir.

Hangisi olursa olsun hükümetlere ve mülk sahiplerine dayatılacak amaçlar ne olmalıdır?

Bu kriz sürecinde işçi sınıfını vuran, onu etkileyen ilk büyük felaket işsizliktir. İşten çıkarmalar karşısında, ilgili şirketlere, varolan işleri bütün işçiler arasında ücret kaybı olmadan dağıtarak, işten çıkarma yasağını dayatmak gerekir. Bunu finanse etmek için, hisse senedi sahiplerine dağıtmak ya da mali piyasada spekülasyon yapmak yerine sonsuz derecede daha iyi bir biçimde kullanmak üzere, şirket karları üzerinden almak gerekir. Eğer kriz yoğunlaşır ve güncel karlar yeterli olmazsa, şirketlerin mülk ve hisse senedi sahiplerinin iç ettikleri, geçmişte birikmiş kârlarına da el koymak gerekir.

Ayrıca Devlete, işsizliği daha da arttıran, hizmet kalitesini düşüren kamu sektöründeki işten çıkarmalar gibi saçma bir siyasetten vazgeçip yeniden ele almasını dayatmak gerekir. Her yerde çok sayıda öğretmen, hastanelerde çok sayıda çalışan, çok sayıda postacı ve postane çalışanı, komşu taşımacılığında çok çalışan ya da heryerde çok sayıda teknik personel bulunmuyor. Devlete, özellikle de, yaşanabilir nitelikte ve mütevazi gelir düzeyi olanlar için ödenecebilecek kira miktarlarıyla konut inşaası ya da sakatlara ve yaşlılara yardım gibi özel sektörün başarısız olduğu alanlarda eksikliği hissedilen alanlarda yeni kamu hizmetlerinin yaratılmasını dayatmak gerekir.

Devletin dayattığı çeşitli kesintiler ve vergilerle hızlanan fiyat artışları kadar alım gücünün giderek daha da kötüleşip azalması karşısında, bütün ücretlerde, emekli maaşlarında ve yardımlarda genel bir artış gerekir. Bu, zaman içinde kaybedilen satın alma gücünü yeniden kazanmak için vazgeçilmezdir. Bazı sendika konfederasyonları tarafından talep edilen 1700 avro, istisna olarak sıkıntı çektirmeyecek asgari ücret olarak belirlenmelidir. Satın alma gücü gelecek için, ücretlerin, emekli maaşlarının ve yardımların fiyat artışlarına göre yeniden ayarlandıkları, eşel mobil sistemiyle garanti altına alınmalıdır. Bu eşel mobil sistemi, hükümetin görevlileri tarafından değil bunun için harekete geçen halk kitlelerinin kendileri tarafından hesaplanıp sunulmalıdır.

Büyük patronların, şirketlerin karlarını mali operasyonlara ve ekonomi için felaket teşkil eden spekülasyonlara doğru yönlendirmelerini tercih eden bu davranışlarına karşı, yönetim kurullarının, şirketler, buradan hareketle de genel olarak ekonomi üzerindeki mutlak iktidarlarına son vermek gerekir. Şirketler, binlerce emekçinin, temel bir çerçeve içindeki işbirliği sayesinde, sosyal zenginliklerin oluşturuldukları yerlerdir. Sosyal etkinlikler ve bunların sonuçları, sadece mülk sahiplerinin ve büyük hisse senedi sahiplerinin çıkarlarının temsilcisi olan diktatörce gümlere sahip küçük bir gizli komiteye bağlı olmamalıdır. Aksine ilk planda bu şirketlerde çalışan emekçiler olmak üzere, tüketicilerin, kullanıcıların ve yaşamları bir şirketin kararlarına bağlı olan herkesin kontrolü altında olmalıdır.

Bu kontrol nasıl sağlanmalıdır ?

Bu kontrolün ilk şartı, patronların kendi işçilerine karşı hazırladıkları kötü darbelerin, aynı zamanda da ürünlerinin kalitesi ya da yararlılığı konusuyla ilgili olarak söyledikleri bütün yalanların, karlarını mali operasyonlara yönlendirerek yarattıkları bütün savurganlıkların üzerini örten, onları saklayan, iş gizliliğini sağlayan bütün kanunların derhal ortadan kaldırılmasıdır. Asbest kullanımı, meme protezleri konusunda yapılan yolsuzluk, insanların ölmesine neden olan Mediator adlı, şeker hastalığında kullanılan ilaç gibi birçok güncel skandal, kapitalistlerin topluma karşı ne kadar sorumsuz olduklarını gösteriyor!

İşlerin gizliliğinin ortadan kaldırılması, en azından, şirketin çalışanları, veya kullanıcılar ve tüketiciler için zararlı bir projesinden haberdar olmalarını olanaklı kılacak, onların halk kitlelerini hazırlanan bu kötü darbeler hakkında bildirmelerini olanaklı kılar.

Kontrol ancak bir şirketin emekçileri bu konuyla ilgilendikleri ve bunun için harekete geçtikleri anda tam ve gerçek olacaktır. Gerçek bir konrol sadece şirketin ne ürettiğini ve bu üretimde hangi metodları kullandığını bilmek değil, aynı zamanda ona hangi şirketlerin hammadde sağladıklarını, taşeron firmalarının hangileri olduğunu, bu firmalarla yaptıkları sözleşmelerin neler olduğunu, rüşvet olarak masa altından verilen miktarlarla birlikte gerçek maliyetlerin ne olduğunu, satış fiyatlarının ve bu fiyatlar üzerinden marjların ne olduğunu bilmek anlamına gelir. Bu ayrıca, giren ve çıkan paraları, karların nerelere harcandığını, direk olarak hisse senedi sahiplerine verilen payların veya dolaylı olarak birçok değişik biçim altında hisse senedi sahiplerine dağıtılan bölümün ne kadar olduğunu, yönetim kurullarının toplantılarına katılma ücretlerinin, her çeşit prim ve avantajların, yan ödemelerin, özel emekli maaşların, apartman ya da araba gibi yöneticilere ve en yüksek düzeyli kadrolara verilen ayrıcalıkların ne olduğunu izlemek anlamına gelir.

Patronların, şirketlerinin çalışanlarının en ufak bir talepleriyle karşılaşmalarından itibaren tepkileri standarttır. Bu tepki şirketin bütçesiyle bu talebi yerine getirmenin imkansız olduğunu ileri sürmektir. Öyleyse, onlara hesaplarını göstermeyi dayatmak gerekir. Tabii ki vergi avukatları tarafından vergi dairelerini yanıltmaya yönelik olarak hazırlanan hesapları değil gerçek hesapları göstermelerini sağlamalıdır. Patronlar, toplu işten çıkarmaların haklı gösterilmesi sözkonusu olur olmaz, ulusal ya da uluslararası pazarlardaki rekabeti ileri sürüyorlar. Bütün hesapların konrol edilip halka açılması, bir şirketin üretim maliyetlerini düşürmek ve rekabet kapasitesini arttırmak için ücretleri düşürmekten başka bir yolun olduğunu göstermeyi sağlayacak. Bunun için sadece hisse senedi sahiplerine ödenen payları azaltmak yeterlidir.

Emekçiler bir şirketin işleyişini kontrol etme olanaklarına sahip midirler?

Evet. Bir işletmede herşeyi yapanların kontrol etme olanakları da vardır. Bir şirkette herşey emekçilerin ellerinden geçer. İşçiler, mağaza çalışanları, teknisyenler, bunların hepsi ne ürettiklerini, onların kalitesini ve hatalarını bilirler, kendilerinin idare ettikleri stoklarda olanları bilirler, gerektiğinde kaçırılanları yakalamanın üstesinden gelmeleri gerekir. Çalışanların, şirket muhasebecilerinin, bilgileri kaydetmekle görevli bilgisayar uzmanlarının hepsi şirketin hesaplarını bilirler. Şirket üzerine, genel müdüründen, daha ziyade de, genellikle şirketin ne ürettiğini bile bilmeyen işletme görevlerini ücretli kadrolara bırakarak, miktarları ve karlarının artışını izlemekle yetinen mülk sahipleri ve büyük hisse senedi sahiplerinden daha fazla bilgi edinebilmek için sadece dağınık haldeki bilgileri merkezileştirmek yeterlidir.

Emekçiler, bu kontrolü sürekli olarak uygulayarak, « işten çıkarma planlarının » soyut ekonomik gerekliliklerin sonucu değil bir seçimin sonucu olduğunun çok çabuk farkına varacaklardır. Düşük ücretler ve ücretlerin dondurulması, satın alma güçlerine bağlı olarak sermayenin kar sağlamayacağı işi olmayanların sermayenin getirisini sistemli olarak ayrıcalıklı kılan yine bu aynı tip seçimin sonucudur. Kontrol, harekete geçen emekçilerin kapitalistlere başka bir seçimi dayatabileceklerini tamamen doğal bir biçimde bilinç düzeyine çıkarır.

Şirketlerin emekçiler ve halk kitleleri tarafından kontrolü kapitalistlerin özel mülkiyet haklarıyla çelişkili değil midir?

Evet çelişkilidir. Emekçiler bu kontrolü uygulayarak, sadece şu ya da bu somut durumda, en yüksek oranda kar yapma arayışının dayattığı seçimden farklı, diğer bir şeçimi yapmanın olanaklı olduğununun da çok çabuk farkına varacaklar. Aynı zamanda da toplumun kapitalistler olmadan da varolabileceğinin, ekonominin sadece kişisel kârlar peşinde koşmadan farklı bir biçimde de işleyebileceğinin, ama aynı zamanda emekçilerin ekonomiyi toplu olarak yönetebileceklerinin de ayrımına varacaklar. Ekonomiyi zaten emekçiler işletiyorlar. Emekçiler toplu olarak karar almak için bütün karar alma olanaklarına, hatta ve herşeyden önce de, şirketin üretim kapasitesine göre hangi üretimi, hangi olanaklarla yapmak gibi en önemli kararları alma olanaklarına sahiptir. Başlangıçta, güdüleri bir avuç zengin mülk ve hisse senetleri sahipleri gibi kişisel kâr olmadığı için yönetim kurullarının üzerinde üstünlüğe sahip olacaklar.

Ama bu özel mülkiyetin sorgulanması olacak !

Evet, ne yapalım yani? Burada sözkonusu olan bu mülkiyet, kapitalist grupların büyük şirketlerinin mülkiyeti, kuşkusuz büyük burjuva ailelerin alınterleriyle kazandıkları paraların birikiminin sonucu değildir. Bu mülkiyet sadece kendi emekçilerinin sömürülmesi sonucunda değil, ama aynı zamanda onlara mal temin eden firmaların, taşaron şirketlerin, büyük dağıtım firmalarının ve emeklerinin karşılığı olmayan fiyatları kabullenmek zorunda kalan üretici köylülerin soyulmalarıyla da oluşmaktadır.

Mülk sahiplerinin çıkarları ile emekçilerin çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişki, bir kaos kaynağı ve ekonominin normal işleyişiyle uyumlu olmayan bir olgu değil midir?

Bu « normal » yani güncel durumdaki ekonominin kapitalist işleyişinin kendisi kaos, karışıklık kaynağıdır. Bankaların güdümlemeleri ve spekülasyonlarla dünya ekonomisinde yol açtıkları kaosu görmek yeterlidir.

Ancak iki sistemin uyumsuz ve karşıt oldukları doğrudur. Ya kapitalistler, krizle, sonuçları açık ve net bir biçimde görüldüğü gibi, ne doğal bir felaketin ardından, ne de üretim kapasitesinin yetersiz olmasından değil aksine sağ duyuya aykırı, aşırı bir üretim yapılmasından dolayı harap olan toplumun ekonomisini ellerinde tutarlar; ya da, emekçiler, bankaların ve şirketlerin özel mülkiyetlerini ellerinden alarak, büyük üretim araçlarını, bunları demokratik bir biçimde yönetmesi ve üretimi bir azınlığın kişisel kârları için değil herkesin gereksinimlerine göre yönlendirmesi için toplumun ortak kullanımına sunarak, burjuvaziyi ekonominin yönetiminden uzaklaştırırlar.

Bu ikisi arasındaki seçime, ancak en aşırı noktasına ulaşan bir sosyal mücadele içinde, emekçi halk kitlelerinin çoğunluğu ile, kendi öz ekonomisine hakim olmaktan aciz, giderek daha da asalaklaşan ayrıcalıklı bir sınıf olarak iki karşıt güç arasındaki mücadele içinde karar verilir

Fransa'daki emekçiler diğer ülke emekçilerinden korkmalı mı?

Sadece aşırı sağ ile de sınırlı olmayan milliyetçi demagoglar ne derlerse desinler, bu sorunun cevabı hayırdır. Bir ülkenin emekçilerinin, diğer bir ülkenin emekçilerinden korkması gerektiği iddiasında bulunmak, emekçilerin dikkatini onların gerçek düşmanından, onları sömürenin, böylesi kriz dönemlerinde sefalete sürükleyen kapitalist sınıftan başka bir yöne çevirmek, bu gerçeği ört bas etmek demektir.

Emekçiler, bütün ülkelerde krizin kurbanıdır. Her yerde kemer sıkma siyasetlerine maruz kalmaktadırlar. Hepsinin çıkarları, her yerde, genellikle aynı sanayi ya da mali grup olan sömürücülerine karşı çıkmak anlamında aynıdır. Bu gruplar emekçilerin sırtından servet edinmek için sınır tanımazlar. «Bütün ülkelerin emekçileri, birleşin!» şiarı her zamankinden çok daha günceldir. Farklı ülkelerin emekçileri, büyük sermayeye karşı yapılan ortak mücadele içinde kardeştir.

Bir ürün, tamamen küreselleşmiş ve tamamen birbirine bağımlı olan bir dünya ekonomisinde, hammadde aşamasından son şeklini alana kadar, üretiminin birçok aşamasına çok sayıdaki ülkenin çok sayıdaki emekçilerinin katılımıyla üretilir. Emekçiler, kendilerini sömürenlerden yalnızca dünya ölçeğinde birleşerek ve ortak mücadele vererek kurtulabilirler. Toplumun daha ileri ekonomik düzeyde yeniden örgütlenebilmesi ancak bütün dünya emekçilerinin kardeşce ve bilinçli bir işbirliğiyle olanaklıdır.

Halk kitleleri arasında krizin sonuçlarının gazabına uğrayanlar sadece emekçiler, emekliler ve işsizlerle sınırlı değil!

Evet diğer katmanlar da etkileniyor. Örneğin yoksul köylüler, esnaf ve zanaatkarlar, kriz döneminde bile büyümek isteyen büyük sermayenin ihtirasının bedelini pahalı bir biçimde ödüyorlar. Üstelik bu bedeli, gelirlerinin gerek mal sağlayan, gerekse müşteri olan alt şirketler olarak bağlı bulundukları, dağıtım sektörünün ya da sanayinin büyük kapitalist şirketlerinin dayattığı, giderek daha da ağırlaşan koşullarda ödüyorlar. Ayrıca bu bedeli, Avrupa Merkez Bankası gibi kredi veren merkez bankalarından, sıfıra yakın faiz oranlarıyla kredi almalarına rağmen, çok zor kredi veren bankaların yarattıkları, gittikçe daha da ağırlaşan kredi alma koşullarıyla da ödüyorlarlar. Borsa'da yer alan büyük şirketler, uzman avukatları aracılığıyla edindikleri bir çok ayrıcalığı ve vergi muafiyetlerini saymazsak gülünç miktarlarda vergi öderlerken, devletin onlardan daha çok vergi almasıyla da ödüyorlar. Gelirleri işçi ücretlerine bağlı toplumsal tabakalar, müşterilerinin alım güçlerinin düşmesinin sonucuna katlanmak zorunda kalıyorlar. Bir fabrikanın kapanması, işten çıkarılan emekçiler kadar, çevredeki onların gelirleriyle geçinen komşu bütün küçük esnafları ve diğer katmanları da etkileyen bir felakettir.

Toplumda hiç çalışmadan milyarlar kazanan gerçek menfaatçılar, hayatlarını çalışarak kendileri kazanan emekçileri bölüp birbirlerine karşı kışkırtma, birbirlerine düşman kılma alışkanlığına sahipler. Aksine, işçilerin, zanaatkarların, küçük esnafların ve köylülerin çıkarları ortaktır ve onları kapitalist sınıfa karşı birleştiren bu hedefler için birlikte mücadele edebilirler, etmelidirler. Halk kitlelerinin, bir yandan emekçileri sömüren, diğer yandan da diğer toplumsal tabakaların boğazlarını sıkan kapitalist şirketler üzerindeki denetimini sağlamak olanaklı olan hedeflerden biridir. Bunun gibi, banka sistemi ve kredilerin dağıtımı da kitleler tarafından denetim altına alınabilir, alınmalıdır.

Ekonominin günümüzdeki örgütlenme biçimine çıkarları gereği ya da cahilliklerinden dolayı bağlı olanlar, yukarıda söylenenler gerçekleşirse «bu bir devrim olur!» diyerek tepki gösterebilirler

Evet, bu bir devrim olur. Ama devrimci komünistler bu nihai sonuçtan, gerekli olan bu devrimden korkmadıkları için, kapitalist sınıfın ayrıcalıklarını korumayı amaçlayan politikalara karşı, ezilen ve sömürülenlerin çıkarlarını garanti altına almayı amaçlayan hedefler ileri sürebilirler.

Burjuvaziyle hiçbir bağları olmayan ve düzenin politik kurum ve kuruluşlarının içinde yer almayan komünist devrimciler, emekçilerin, geniş çaplı, varolan ekonomik ve sosyal düzeni tehdit eden mücadelesinin sonuçlarından korkmazlar. Onlar aksine, sömürülenlerin mücadelesinin toplumun önüne yeni yollar açmanın tek olanağı olduğunun bilincindedirler. Bu mücadeleleri ister, hazırlar ve içinde yer alırlar.

Bazıları, "sermaye ve özel kâr olmayan, toplumsal mülkiyet temelinde yükselen ve üretimin demokratik kararlarla yapıldığı bir ekonomik düzen hiçbir zaman işleyemez" feryatları koparabilirler

Bu gibi iddialar, artık geçerliliğini yitirmiştir ve insanlığın gelişmesini sağlamaktan aciz olan bu toplumsal düzeni savunanların ileri sürdükleri iddialardır. Geçmişte de her zaman kullanıldılar. Geçmişteki rejimlerin, giderek daha da asalaklaşan kralları, prensleri ve soyluları için de, kendi ayrıcalıklarını garanti altına alan, varolan toplumsal düzenden daha iyisi olanaksızdı. Onların bu düzenleri sonsuza kadar devam etmeliydi. Ancak 1789 devrimi (Fransız Devrimi) olanaksız olanı olanaklı kıldı ve bunu kanıtladı.

Dünyada, yöneticiler arasında ve hatta uluslararası kurumlarda da tartışılan, krize karşı olanaklı olan çözümler gibi sunulan bu öneriler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Evet gerçekten de, televizyon ve radyo programları boyunca, çeşitli siyasi açıklamaların ve binbir çeşit açık oturumların yağmuruna tutuluyoruz : Örneğin avro bölgesinde kalınmalı mı, yoksa çıkılmalı mı ? Koruyucu önlemler, gümrük duvarları gerekli mi? «Fransız malı mı üretilmeli» yoksa «Fransız malı mı satın alınmalı»? Bankaları, bir yandan hala onlara para vermeye devam ederken nasıl yeniden düzenlemeli? Sınırlar, diğer ülkelerden gelen ürünlere ve hatta emekçilere karşı kapatılmalı mı?

Toplumun geleceği için çok belirleyici oldukları iddia edilen bu tartışmalar aslında göz boyamaktan başka birşey değildir. Bunlar şarlatanların palavralarıdır ve kendilerini « seçkin kişiler » olarak tanıtan bütün bu değerli (?!) iktisatçılar, siyasetçiler ve devlet başkanları, kapitalist ekonomiye hiç bir biçimde hakim olamıyorlar. Kapitalist ekonominin ilerlemesini sağlayan itici güç, sermaye sahiplerinin frenlenemeyen kâr elde etme ihtirasları, ve bunun yol açtığı orman kanunlarıdır. Eğer gerçek bir çözüm olsaydı, kriz çok uzun bir süreden beri devam ettiğinden, onu bulmak ve uygulamak için yeterince zamanları vardı !

Bu kriz ortamında, emekçiler için en kötü, en tehlikeli olgu, kendi öz istekleri, yaşamları için gerekli olanlar, doğru bir işe, yeterli bir ücrete sahip olma hakları için, özetle sorumlusu olmadıkları bir krizin kurbanları olmamak, bu krizin bedelini ödememek için birlik olup mücadele etmek yerine, bu sorunlara bağlı olarak aralarında bölünmeleridir.

Ama bütün bunlar seçimlerle ilgili konular değil. Öyleyse cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday sunmanın anlamı ne?

Seçimler gereken değişimleri yapmaya olanak sunmuyor, sadece fikirleri ifade etmeye yarıyor. Bu ülkenin emekçileri, bu hakkı elde edebilmek için onlarca yıl mücadele etmek zorunda kaldılar. Birçok ülkenin emekçileri ise daha hala bu hakka sahip değiller.

Elde edilmiş bir haktan asla vazgeçmemek, ancak bu hakları gerektiği gibi etkili bir biçimde kullanmayı da bilmek gerekir. Sık sık aldatılıp kandırılan sömürülen sınıf seçmenlerinin giderek daha da çok oy kullanmama eğilimde olmalarının geçerli nedenleri vardır. Ancak seçimlerde oy kullanmamak, yöneticilere karşı duyulan meşru bir nefreti ifade etmek yanında, hakkından vazgeçmeyi, hatta kaderciliği de ifade ediyor. Burjuvaziye hizmet etmeyi amaçlayan farklı siyasetler arasında tercih yapmayı reddetmek birşey, bütün siyasetleri, hatta bu siyasetler arasında emekçilerin haklarını savunanları bile reddetmek başka birşeydir. Bir bakıma, siyaset yapmayı sömürücülerin tekeline bırakmak demektir. Burjuvazinin çıkarlarını temsil eden siyasetlere karşı, emekçilerin ve sömürülenlerin çıkarlarını savunan siyasetlerle muhalefet etmek, bu siyasetleri dayatmak gerekir.

Öyle ise komünist bir aday sadece bir tanıklık, fikir belirtme adayı olacaktır ?

Diğerleri farklı mı? Birinci turda ilk iki sırada yer alıp ikinci tura kalacak olan iki aday dışında diğer bütün adaylar da sadece fikirlerini belirtmiş olacaklar. Hatta bu, ikinci turda kaybedecek aday için bile geçerlidir. Üstelik bazı adayların siyasi bakımdan birbirlerinden hiçbir farkları yoktur ve daha şimdiden diğerleriyle hükümette ortak olmayı kabul ediyorlar. Adaylıkları kişisel çıkarlarından başka hiçbir şeyi temsil etmiyor.

Komünist bir aday en azından işçi sınıfı hareketi içerisinde devrimci bir akımın var olduğunu ve devam ettiğini ortaya koyacak. Bundan bir yüzyıl önce bu akım kendisini «sosyalist» ve daha sonra da «komünist» diye adlandırıyordu. Her ne kadar da bu akımların bazı liderleri bu ideallerden çok uzak siyasetler yürütseler de, bu akım, toplumsal bir devrimi, emekçilerin kurtuluşunu, eşitlikçi bir toplumu isteyen ve savunan insanları bir araya getiriyordu. Bu seçimde de bu istem ve hedefler her yerde yeniden gündeme getirilip savunulmalıdır.

Doğruyu savunduklarını iddia eden bazı çevrelerin, «yararlı oy» kullanılması konusunda baskıları olacak. Hatta bu dayatma daha önceden de vardı. Sosyalist Parti (SP) daha şimdiden «yararlı oy» kavramını kullanıyor ve Sarkozy'e karşı olan ve onun gitmesini isteyen herkesin daha ilk turdan Hollande'a oy vermesini dayatmaya çalışıyor. Bu bir anlamda, halk kitlelerinden seçmenleri, daha birinci turdan itibaren, ikinci turda, sadece, burjuva siyaseti yürüten iki adaydan birini seçmeye mahkum eden bir siyaset güden kurumların kısıtlamaları içine sokmaktır.

Bu baskı ve dayatmaları reddetmek gerekir. Sarkozy'den nefret ettikleri için ikinci turda Hollande'a oy vermek isteyen seçmenlerin bile, ilk turda, ona güvenmediklerini, onu yakından takip altına alcaklarını ve iktidara gelse bile ona isteklerini, taleplerini dayatacaklarını açıkça belirtmeleri çıkarları gereğidir.

Bir seçim sırasında, bir mücadele programını savunmak ne anlama gelir? Bu programın gerçekleştirilmesine katkıda bulunabilir mi?

Oy pusulaları devrimci komünist bir aday için kullanılsa bile, hiç bir zaman emekçilerin gerçek mücadelelerinin işlevini yerine getiremez. Ama halk sınıflarının seçmenlerine, böyle bir programı benimsediklerini ifade etme olanağını verir.

Yani bu seçmenler, kullanacakları oylarla, şunları ifade edecekler :

İşsizliğe son vermek için, büyük patronların, işten çıkarmaların yasaklanmalıdır, varolan işin hiç bir ücret kaybı olmadan bütün emekçiler arasında paylaştırılmasını da dayatmak gerekir. Ayrıca kitleler için yararlı kamu hizmet sektörü alanında daha önceden varolan ya da yeni kurulacak olan işyerlerine gerekli sayıda personelin alınması devlete dayatılmalıdır.

Herkesin piyasaya uygun bir satın alma gücüne kavuşabilmesi için bütün ücretlere, emeklilik maaşlarına ve sosyal yardımlara zam yapılması dayatılmalıdır. Ayrıca ücretlerde, emeklilik maaşlarında ve sosyal yardımlardaki bu artışların, kitlelerin temsilcileri tarafından yapılan ölçümlerle belirlenen yaşam pahalılığı ve zamlara göre yeniden ayarlanıp belirlenmeleri de garanti altına alınmalıdır.

Emekçilerin, sanayi işyerleri ve bankalar üzerine denetimleri dayatılmalıdır.

«Kötünün iyisi» mantığı ile daha ilk turdan, ikinci turda seçilme şansı olan iki adaydan birine, yani Hollande'a oy vermek daha iyi olmaz mı?

Kesinlikle hayır. Öncelikle, hiçbirşey, Hollande'ın «daha az kötü» olduğunu göstermiyor. Hollande, her ne kadar Sarkozy kadar zenginlere canla başla hizmet etmeye çalışmasa da, eğer Cumhurbaşkanı seçilirse, o da krizin gelişiminin gerektirdiklerine, büyük patronların ve banka sahiplerinin isteklerine göre hareket edecektir. Hollande şu anda hala muhalefette olmasına rağmen, sömürülenler lehine hiçbir hiçbir yükümlülük üstlenmiyor, öneride bulunmuyor. O da Sarkozy gibi kemer sıkma politikasının sürdürülmesini öneriyor ve bunu haklı göstermek için de Sarkozy ile aynı gerekçeyi, Fransız devletinin borçlarını ileri sürüyor. Açıkçası emekçiler Hollande'ın gözünde, ne satın alma gücü, ne de iş güvencesi gibi hiçbir garantiyi hak etmezken, Hollande'ın üstlendiği tek yükümlülük, sadece, borçlu olunan kesimlerin yani bankaların arkasındaki orta ve büyük burjuvazinin kitleler üzerindeki talanalarını sürdürmelerini sağlamak olacak.

Hollande'a oy vermek, Sarkozy'nin siyasetine karşı değil sadece onun şahsına karşı oy vermektir. Bu ise Hollande'ın, iktidara kitlelerin onayıyla geldiği hikayesini anlatarak, kendisini kitlelerin gözünde meşrulaştırmasını sağlayacak. Hatta bir defa seçildikten sonra da, en kötü, en anti popüler, tamamen halk kitlelerinin çıkarlarına aykırı önlemleri alacak.

Melenchon, solun solunu temsil ettiğini söylüyor. Öyleyse neden onun adaylığı desteklenmesin?

Böyle birşey neye yarar ki? Melenchon'un birinci turda Hollande'ın önüne geçme şansı yoktur. Hele de Cumhurbakanı seçilme anlamında hiçbir şansı bulunmuyor. O da sadece, «tanıklık yapan, fikir belirten» bir adaydır. Savunduğu fikirler, Lutte Ouvrière'in adayı Nathalie Arthaud'nun savunduğu fikirlerden çok farklıdır.

Devrimci komünist akımın, bu seçimlerde, kendi kendisine sansür uygulamasının ve aynı biçimde de, kendi adayıyla hedeflerini ve fikirlerini savunma olanağını ortadan kaldırarak emekçi seçmenlere de sansür uygulamasının hiçbir nedeni yoktur. Nathalie Arthaud ve Melenchon iki farklı siyaset seçeneğini temsil ediyorlar. Kamu oyu yoklamaları bazında tahminler yürütmek yerine, ne olursa olsun, bu iki adayın elde edecekleri oyların, hiçbirinin ikinci tura kalmasını sağlayamayacağı söylenebilir. Bu nedenle, seçmenlere, kendi fikirlerini en iyi biçimde savunan adaya oy verme olanğını bırakmak gerekir.

Melenchon şimdi Hollande'ı eleştiriyor ama, SP'nin yöneticisi ve daha önceki Jospin (SP) hükümetinin de bir bakanı olarak geçirdiği bütün bir siyasi geçmişi, onun esas amacının, SP'nin, Hollande'ın ılımlı siyasetini onaylamayan bir fraksiyonunun oylarını, kendi öz kariyeri yararına elde etmek olduğunu gösteriyor. Melenchon, eğer Hollande seçilirse, SP hükümetine katılacak mı, yoksa sadece onu desteklemekle mi yetinecek? Bu, onun alacağı oylara, yani seçimin hemen ardında varolacak olan somut koşullara bağlıdır. Melenchon'un seçim kampanyasının temel faaliyetlerinin Fransız Komünist Partisi'nin (FKP) militanları tarafından yürütülmesi, onun gelecekteki siyasetini daha iyi kılmayacaktır. Bu durum ise sadece, FKP'nin yönetiminin Melenchon karşısında elini iktidardan çektiğini ve militanlarının fedakarca bağlılıklarını, Melenchon'un hizmetine sunduğunu kanıtlamış oluyor.

Lutte Ouvrière'in adayı, bu seçimlerdeki tek komünist adayıdır.

Ama sol içindeki bu bölünmeler aşırı sağın adayı Marine Le Pen'in ekemeğine yağ sürmüyor mu?

Marine Le Pen'in güçlenmesini sağlayan esas olgu, halk kitlelerinin oluşturduğu seçmenlerin, iktidara geldiği zaman mülk sahiplerinin çıkarlarına hizmet eden, emekçilere ve yoksullara karşı en az sağ kadar acımasız olan reformist solun, bu siyasetinden iğrenmeleridir. Bu sol hükümetlerde, FKP'nin komünist bakanlarının bulunmaları hiçbir zaman, hiçbirşeyi değiştirmedi. FKP hükümete katıldığı her defasında, bu katılım, SP'nin sayesinde gerçekleştiği için onun peşine takılıp, onun siyasetini izledi. Bir sağ, bir sol hükümetin sırayla birbirlerini izlemesinin hiçbir anlamı yok ve bu hiç bir şeyi değiştirmiyor.

Ülkenin işçi sınıfına en düşman, en anti komünist, Mareşal Petain'in ve sömürge savaşlarının dönemlerine özlem duyan, en gerici partisi olan Ulusal Cephe'nin (Front National - aşırı sağ parti) halk sınıflarından oy alabilmek için en son çare olarak kullandığı tek kanıt, Le Pen'lerin (yani UC'nin eski lideri baba Jean Marie Le Pen ile, partinin şu anda başında bulunan kızı Marine Le Pen kastediliyor) hiç bir zaman hükümette, dolayısıyla da iktidarında bulunmamış olmasıdır.

Ancak halk kitlelerinin oluşturduğu seçmenler, yanılsamaları izleyen hayal kırıklıkları ve moral bozuklukları konusunda daha önceden birçok deneylere sahiptir. Bu nedenle de Sarkozy'den de daha kötü olan Le Pen'lerle yeni bir deneyim yaşamak saçmalıktır. Le Pen'ler Sarkozy'den daha kötüdür çünkü muhalefetteki UC, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık konusunda Sarkozy'den sadece bu konuları daha da güçlü ve sert bir biçimde işlemesi anlamında farklılaşmaktadır. Öyle ki kimin kimi taklit ettiğini ayırt etmek oldukça zordur.

UC hükümette, iktidarda olmasa bile, demogojik söylemleri emekçileri oturum izinleri olanlar ve olmayanlar biçiminde resmi statülerine, kökenlerine, ulusları na göre bölerek, birbirlerine karşı kışkırttığı için, daha şimdiden işçi sınıfı için zararlıdır. Emekçileri birbirlerine karşı kışkırtan, daha da kötüsü emekçilerin bir kısmını diğer kısmının günah keçisine dönüştüren, böylece de onların sınıf bilincini bulanıklaştıran bütün siyasetler, emekçileri güçsüz kılar ve büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder.

UC'nin diğer sağ partilerin fikirleri ve yöneticilerine çok yakın olduğu için tamamen olanaklı olan, hükümette yer alması halinde, bu durum iktidarı, emek dünyasına karşı daha da acımasız kılacak ve zor kullanılmasını tetikleyecektir. İşçi sınıfının bütün itirazları daha da gerici bir siyasetle tümüyle ezilip bastırılacaktır.

Ulusal Cephe'nin seçimdeki etkisinin ve oylarının artması olasılığı emek dünyası için endişelendirici değil midir?

Evet tabii ki endişelendiricidir. Ancak seçimler sadece bir termometre işlevi görür. Aslında daha endişelendirici ve tehlikeli olan, seçmenlerin bir bölümünün UC'nin yaydığı saçma ve tehlikeli fikirleri benimsemeleri, ülkenin bu en gerici, üstelik de kendisinin can düşmanı olan güçlerinin peşine takılmalarıdır.

SP, bu endişeyi Hollande'dan yana oy kullanılması için bir şeçim aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Ancak UC'nin seçim etkisinin önünü kesebilecek olan, kesinlikle bu parti değildir. Çünkü UC'nin giderek güçlenmesi konusunda en büyük sorumluluk sahibi olanlardan biri, geçmişi inkar etmesi, ihanetleri, pısırıklık ve korkaklığıyla en zenginlerin önünde yoksulların çıkarlarını savunmadaki yetersizlik ve yeteneksizliği ile bu partinin kendisi yani SP'dir. Morallerinin bozuk olması nedeniyle Marine Le Pen'den etkilenen halk tabakaları, ancak emek dünyası, büyük sermaye karşısında kendisine olan güvenini yeniden kazandığında ve mücadeleleriyle ona karşı çıktığında bu partinin etkisinden kurtulabilecektir.

Neden Nathalie Arthaud'ya oy verilmelidir ? Ayrıca ona oy verilmesine nasıl yardımcı olunmalıdır ?

Nathalie Arthaud'ya verilen oylar açıkça, Sarkozy'nin siyasetinin, onu yeterince gerici veya işçi karşıtı olmadığı için eleştirenler tarafından değil, emekçiler ve onların yanında yer alanlar tarafından reddedildiği anlamına gelir.

Bu oy, Sarkozy'nin açık ve en radikal biçimde yadsınmanın ifadesi olacaktır, çünkü bu oylama, sadece Sarkozy'nin şahsına ve siyasetine karşı tepkiyi, reddi ifade etmekle kalmayacak, onun en sadık hizmetkarı olduğu toplumun kapitalist örgütlenmesine karşı olunduğunu, bunun reddedildiğini de ifade edecektir.

Bu oy aynı zamanda, tek arzuları burjuvaziye, iktidarda yapmak istediklerini gerçekleştirmek olanağı ile, Sarkozy'nin Chirac'ın siyasetini sürdürmesi gibi aynı siyasetin sürdürülmesi olanağını sunmak olan, sağın bütün adaylarının reddedilmesi oyu olacaktır.

Bu oy ayrıca, parlementer sağın yerini almak için kullandığı demagojilerin, emek dünyası için en tehlikeli ve tehditkar siyaseti temsil ettiğini asla gizleyemeyen aşırı sağın reddi oyu da olacaktır.

Bu oy Sarkozy'e karşı muhalefet oyu olacağı kadar, aynı zamanda seçmenlerin, iktidara geldikleri her seferinde, büyük patronlar tarafından dayatılan sağın siyasetinin aynısını yürüten SP'ye ve Hollande'a karşı duyulan kuşku ve güvensizliğin ifadesi olacaktır.

Bu oy, halk kitlelerinin istemlerini temsil ettiğini iddia ettiği halde, gerçek iktidarın paranın gücüne dayandığı, özellikle de çok parası olan para babalarına ait olduğu kurumsallaşmış bir sisteme karşı iğrenmenin, hoşnutsuzluğun ifadesi olacaktır.

Bu oy, seçmenlere sadece, temelde hiçbir şey değişmeden, zirvedeki birkaç kişiyi değiştirme izni veren, uygulamadaki bir sağ, bir sol partinin birbiri ardına iktidara gelmesi olgusuna karşı da bir itiraz olacaktır.

Bu oy, seçimlerin yaşamı değiştirmediğinim, sadece sömürülenlerin ortak mücadelesinin bu değişimi sağlayacak güce ve olanağa sahip olduğunun bilincinde olunduğunun, ve buna inanıldığının da ifadesi olacaktır.

Bu oy, herşeyin ötesinde de, Lutte Ouvrière ve onun adayı tarafından savunulan mücadele programının onaylandığını ifade edecektir. Nathalie Arthaud'ya verilen oylar azınlıkta kalsalar da, en azından popüler seçmenler içinde, emek dünyasının yaşam koşullarının giderek daha da ağırlaşıp kötüleşmesine büyük sermayenin egemenliğinin neden olduğunun bilincinde olan ve bu durumu değiştirmek için karşı çıkmaya ve savaşmaya hazır bulunan bir kesimin varolduğunu gösterecektir.

Ayrıca, Nathalie Arthaud'ya oy vererek, bu mücadele programını onayladıklarını olanaklı olduğunca etkin, açık ve net bir biçimde belirtme yolunu seçenlerin ötesinde, solun diğer bir adayı için oy veren ama yine de savunulan hedeflerle hemfikir olan, ve mücadele günü gelip çattığında bu hedefler için ortak mücadeleye katılacak olanlar da bulunmaktadır.

Nathalie Arthaud'un seçim kampanyasına neden katılmak gerekir ve nasıl katılınabilir ?

Bu sözü edilen fikirleri yaymak için, ne basına ne de büyük televizyon kanallarına güvenilebilir. Bu fikirler sadece, onları yaymak isteyen olanaklı olduğunca çok kişi tarafından, bu kişilerin etraflarında, aile çevrelerinde, çalıştıkları isyerlerinde, mahallelerinde yaptıkları çalışmalar sayesinde yayılabilir. Bunu gerçekleştirmenin ise, yakın çevredekilerle tartışmaktan başlayarak, komşularla ilişki kurmak, bildiri dağıtmak, afişler yapıştırmak gibi biçok yöntemi bulunmaktadır. Herkes kendi olanakları çerçevesinde katkıda bulunabilir ve böylece küçücük bir işçi muhalefeti deresi, kocaman bir nehire dönüşebilir.

Ya seçimlerden sonra...?

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları ne olursa olsun, onu izleyecek genel seçimlerde çoğunluğu kim kazanırsa kazansın, kimler seçilirse seçilsin, emekçileri, işsizleri, emeklileri, halk kitlelerinin büyük çoğunluğunu ilgilendiren sorunlar tamamen aynı kalacaktır.

Seçimlerin krizi durdurabilme gücü yoktur. Kapitalist sınıf, ekonomik krizin maliyetini emekçilerin sırtından fazlasıyla çıkarmaya devam edecek. Ve yeni seçilen hükümet ise, devlet borçlarının ödenmesinin gereklliliği adına, kemer sıkma siyasetini uygulamaya devam edecektir.

Esas mücadele ise, seçimler bitip seçim sandıkları yerlerine kaldırıldıktan sonra başlayacaktır. Nathalie Arthaud'nun adaylığı etrafında oluşturulan bağlar ve kampanya boyunca savunulan fikir ve hedeflerin, gelecekteki mücadelelerde bu programı savunacak olanların gücünün arttırılması, bu bağlamda da, dağınık mücadelelerin toparlannası, ortak eylemlerin ve etkinliklerin düzenlenmesi anlamında çok değerli ve önemli katkıları olacaktır.

Seçim kampanyası, işte bu anlamda, bu ülkede, devrimci bir komünist partinin inşa edilmesinde bir basamak, bir aşama olabilir ve olmalıdır.

Neden devrimci komünist bir parti ?

Günümüzün büyük partilerinin hepsi, istisnasız, burjuvaziye hizmet etmektedir. Seçilebilmek için seçimlerde farklı şeyler söyleseler de, artık söylediklerinin içeriği bile fazla farklı değildir. Hiçbiri, ekonominin kapitalist örgütlenmesine, bir kaç bin büyük burjuva ailenin şirketler ve bankalar üzerindeki tekeline karşı mücadele etmemektedir.

Sömürülenler sınıfının, kendi siyasi çıkarlarını temsil edecek bir partiye ihtiyacı vardır. Böylesi bir partiye, sadece bir seçim vesilesiyle keskin laflar etmek, öfkeli çığlıklar atmak için değil, siyasi yaşamda ağırlığını koymak, burjuvazinin hükümetinin her kararına karşı sömürülenlerin gereksinim ve isteklerini ifade etmek için, ve bunları dayatmak üzere gerekli eylemleri önermek ve örgütlemek için ihtiyaç duymaktadır.

Sosyalist Parti, 19'uncu yüzyılın sonunda, ilk başlangıcında , daha sonra da Komünist Partisi 1920'li yıllarda bu tip partilerdendi. Bu iki parti de, zaman içinde yozlaşıp görevlerini ihmal ettiler ve burjuvazinin kurumsal sistemine dahil olup burjuva düzeninin birer parçasına dönüştüler. Bunun nedenleri mükemmel bir biçimde açıklanabilir ancak bunun yeri burası değildir.

Bugün bu partiler, emek dünyasının sömürü zincirlerinden kurtulmak için yaptıkları uzun mücadeleleri artık temsil etmiyorlar. Bu nedenle de yeni bir partinin inşa edilmesi, mücadele meşalesini yeniden eline alması gerekiyor. Böylesi bir partinin hangi aşamalardan geçerek kurulacağını hiç kimse öngöremez. Bu parti zorunlu olarak, kapitalizmin yarattığı yıkımlar karşısında ağlayıp sızlamanın yetreli olmadığının bilincinde olan binlerce, bilinçli ve özverili emekçinin ve onların yanında yer almaya hazır aydınların eseri olacaktır. Kapitalizme son vermek gerekir ve ona son verme yeteneğine sahip tek sosyal güç, örgütlü, harekete geçen, mücadeleye girişen sömürülenlerin gücü olacaktır.

Lutte Ouvrière bu alanda, devrimci komünist bir partinin inşası için mücadele etmektedir. Böylesi bir devrimci komünist partinin kurulabilmesi için, işçi sınıfının saflarından, kendi sosyal sınıflarının sosyal çıkarlarını elde etme davasına, nihai amacın gerçekleşmesine, yani burjuva iktidarının devrilmesine kadar kendilerini adamış, binlerce, onbinlerce kadının, erkeğin ve gencin harekete katılması gerekir. Yaşanan güncel krizler, toplumu sürüklediği felaketlerle ortaya konan kapitalizmin iflası, bir çok kişiyi bu sistemin varlığını sürdürmeyi hak etmediği konusunda ikna edecektir. Bu inanç ise bu insanların, toplumun köklü değişimini gerçekleştirmek için gerekli olan mücadelede yerlerini almalarını sağlayacaktır.

Kapitalist patronlarla mücadele etmek için, onların zenginliklerinin kaynağının bulunduğu yerler olan işyerlerinde hazır bulunan bir parti gereklidir.

Emek dünyasının sayısız sorunlarıyla ilgilenmek ve müdahalede bulunmak üzere popüler mahallelerde de hazır bulunan bir parti gereklidir. Bu parti, ev sahibi tarafından kıskaca alınmış bir kiracının evinden çıkarılmasına karşı çıkmak; supermarketlerdeki fiyat artışlarını kontrol edip aşırı artışları engellemek; kreşlerdeki yer sayısının yeterli olup olmadığını denetlemek; halk sınıflarının çocuklarının uygun bir biçimde eğitim görmeleri için, ana okullarında, ilk okullarda ortaokul ve liselerde yeterince görevlinin, öğretmenin olup olmadığını kontrol etmek; polis karakollarında neler olup bittiğini anlamak, haksızlıklara son vermek ve keyfi kimlik kontrollerini durdurmak üzere bu karakolları denetim altına almak için gereklidir.

Bu parti, fikirleri ve programı açısından, sıfırdan varolmayacaktır. Emek dünyasının, kendi kurtuluşu için, geçmişteki, yüzyıllarca yürüttüğü mücadeler, Marx'tan bu yana, komünist devrimci kuşaklar tarafından kullanılabilecek zengin bir deneyim birikimi oluşturmuştur. Marx, Komünist Partisi Manifestosu'nda bunu şöyle dile getirmektedir : « Emekçilerin kurtuluşu, kendi eserleri olacaktır».

Birikmiş olan bütün bu fikirleri ve deneyimleri kullanmak, tabiiki bunu gerçekleştirmek, bu isteğe sahip, gönüllü, özverili ve kararlı, kadın ve erkekler gerektirmektedir. Eğer bu seçimler bu insanların sayısını arttırmaya katkıda bulunur, onların kararlılıklarını daha da güçlendirir, aralarındaki bağları daha da sıkılaştırırsa, 2012 seçimleri yarını olmayan, geçici bir dönemden daha önemli bir dönem, komünist devrimci partinin kurulmasında bir aşama olacaktır.