Bu yazı, Amerikan Class Struggle dergisinden Sınıf Mücadelesi tarafından çevrilmiştir (Sayı 55, Mayıs-Haziran 2007).
17 Mart 2007 günü, beşinci yılına girmekte olan Irak savaşını protesto etmek için ABD'nin başkenti Washington'da bir yürüyüş düzenlendi. Bu yürüyüş, daha önce Ocak ayında yapılan yürüyüş kadar kalabalık olmadı. Ancak yine de hatırı sayılır miktarda - gösteriyi düzenleyenlerin tahminine göre yirmi ile otuz bin arasında- gösterici vardı.
Oysa yaklaşık kırk yıl önce Vietnam savaşı sırasında Washington'da yapılan ve yüzbinlerce kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü vardı ki, bu seferkini kat kat gölgede bırakıyordu. Üstelik, bu son protestoyu düzenleyenler, daha gösteri yapılmadan o büyük gösteriye gönderme yaparak bu karşılaştırmayı kaçınılmaz hale getirmişlerdi. Bu tabii alışılmamış bir şey değildir. Irak savaşı başladığından beri, şimdiki savaş karşıtı hareket ile Vietnam dönemindeki hareket arasında karşılaştırmalar yapılmakta, bugünkü gösterilerin nispeten az insan çekmesinden ve de özellikle üniversite öğrencilerinin harekete katılmamış olmasından yakınılmaktadır.
Gerçekte bu tür karşılaştırmalar yersiz, hatta safçadır, çünkü bu sözleri söyleyenler farklı dönemlerdeki bu gösterilerin ardındaki farklı toplumsal gerçekleri dikkate almamaktadırlar. Yalnız o da değil, bu kimseler bu iki savaş arasındaki diğer bir önemli farkı -ordunun niteliğini- gözardı etmektedirler. Vietnam savaşı sırasında herkes askere alınmaktaydı, oysa bugün Irak va Afganistan'da savaşan Amerikan ordusu "gönüllü" olarak askere yazılan insanlardan oluşmaktadır. Bazen o kadar aşikâr olmasa da, bu durum iki savaş arasında önemli bir fark yaratmaktadır.
Vietnam savaşı: Zorunlu askerliğin sonu
Vietnam savaşı sırasında ABD'de 8,6 milyon erkek askere alındı. Ancak Vietnam'a yalnızca 2.1 milyon asker gönderildi. Bu askerlerin çoğu zorunlu olarak askere alınmış kişilerdi. Aynı süre zarfında 3.5 milyon Amerikalı erkek ya askerliğini erteletti ya da askerlikten muaf tutuldu. 11.8 milyon erkek ise "sakata çıkarılarak" askere alınmadı.
Daha 1965'te, yani savaşın başlarında, zorunlu askerlik işçi sınıfı içinde öfke ile karşılanmakta idi. Büyük sayıda insanın çeşitli bahanelerle askere alınmaması sonucu, orta sınıftan çok az sayıda insan askere gitmekte idi, zengin tabakadan ise askere giden hemen hemen hiç yoktu. 1950'de Kore savaşı başladığında yapılan bir değişiklik sonucu, üniversite öğrencilerinin notları nispeten iyi olan yarısı diploma alana dek askerliği erteleyebiliyorlardı. Hatta ondan sonra lisans üstü öğrenime yazılanlar daha da uzun süre askere gitmeyebiliyorlardı. Ayrıca; mühendis, bilim adamı, politikacı, iş adamı, din adamı gibi birtakım meslek sahipleri topluma "gerekli" oldukları gerekçesiyle askerlikten muaf tutuluyorlardı. Bunlara ek olarak bir de çok sayıda insan gayet keyfi bir şekilde bedeni ve akli yetersizlik gerekçesiyle sakata çıkarılıyordu. Bu şekilde kimin sakata çıkarıldığına bakılırsa, Askerlik Dairesi zenginlerin bedeni ve akli açıdan en hasta toplumsal sınıf olduğunu düşünüyor olmalıydı!
Bütün bunlara ek olarak bir de askerliğini "Milli Muhafız" olarak yapanlar vardı. [ABD'nin elli eyaletinden her birinin "Milli Muhafızlar" diye anılan kendi ordusu vardır -Çevirenin Notu.] Zenginler için Vietnam savaşından kaçmanın en yaygın yolu işte bu idi. Savaş süresince bir milyondan fazla kişi kendilerini Milli Muhafız birliklerine yazdırmayı başardılar, ancak tabii her isteyen değil. Torpili olmayanlar için çok uzun bekleme listeleri vardı. Bu "Muhafız"lardan (ve ayrıca yedek hizmette olanlardan) yalnızca 37 bini seferber edildi, ve onlardan da ancak 15 bini Vietnam'a gönderildi. Vietnam'da ölen 58 bin Amerikan askerinden sadece 94 tanesi Milli Muhafızlardandı.
1960'lı yılların sonlarında, Amerikalı General SLA Marshall Vietnam'da gördüğü Amerikan ordusunu şu sözlerle tanımlamıştı: "Normal bir tüfekli piyade birliğinde erlerin yüzde ellisini siyahlar, Güneybatı eyaletlerinden gelen Meksikalılar, Porto Rikolular, Guamlılar, Japon asıllı Amerikalılar ve saire oluşturur. Amerikan gençliğinin gerçek bir kesiti mi? Onu bu birliklerde hemen hemen hiç bir zaman göremezsiniz."
Vietnam savaşı başladığında, çatışmaya girecek askerlerin yüzde otuz birini siyahlar oluşturuyordu. 1965 yılında çatışmada ölen askerlerin yüzde yirmi dördü de gene siyah askerlerdi. Bu ölüm oranı, o zaman siyah halkın tüm Amerikan nüfusuna oranının iki buçuk katına denkti. Bu durum kısa zamanda bir skandala dönüştü ve Amerikan kentlerinin siyah mahallelerinde zaten var olan öfkeyi daha da arttırdı. Tabii o yıllarda siyah mahallelerinde zaten bir ayaklanma furyası yaşanmaktaydı (1963'te Birmingham ve Filadelfiya, 1964'te New York'un Harlem ve Bedford-Stuyvesant semtleri ile New Jersey eyaletinin bazı kentleri ve tekrar Filadelfiya, 1965'te Los Angeles'in Watts semti gibi). Bu durum karşısında ordu komutanları bazı "ayarlamalar" yaparak ölen siyah asker oranını 1966'da "sadece" yüzde on altıya, 1968'de ise yüzde on üçe indirmeyi başardılar.
Savaşın son iki yılına gelindiğinde, Vietnam'da ölen siyah asker oranı siyah halkın nüfus içinde oranının biraz altına bile inmişti. Gerçi komutanların aldığı önlemler bunda rol oynamıştı, fakat bu değişikliğin bir nedeni de siyah askerlerin kendi eylemleri olmuştu. Örneğin çatışmaya gitme emrine uymamak, subaylarını tehdit edip korkutarak veya onlara saldırarak kendilerini çatışmaya girmekten vaz geçirmek gibi. Özellikle 1967'de 82'nci paraşüt birliği siyah halkın ayaklanmasını bastırmak için Detroit kentine gönderildikten sonra, bu tür eylemler daha da arttı. Detroit cadde ve sokaklarında dolaşan tanklar, siyah halkın gözünde kendilerini içinde bulmuş oldukları savaşların simgesi haline gelmişti. Bu bir değil iki savaştı biri Vietnam'da, diğeri kendi mahalle ve sokaklarında. Dönemin genç siyah liderlerinden H. Rap Brown, 1967 Detroit ayaklanmasından hemen sonra yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Elime silâh vererek bana gidip hiç tanımadığım bir düşmanı vurmamı söyleyen o adam var ya, işte ben o silâhla o adamı vuracağım, çünkü biliyorum ki benim asıl düşmanım o adamın ta kendisidir." Bu sözlerle ifade bulan başkaldırı kuşkusuz Vietnam'da, Amerikan ordusu içindeki siyah askerler arasında da görülmekteydi.
Vietnam'daki çatışma birliklerinde fazlasıyla temsil edilen halk kesimleri sadece siyahlar ve diğer azınlıklar değildi. Eğer General Marshall'ın verdiği rakamlar doğru ise, geriye hâlâ birliklerin yarısı kalıyor. Geriye kalan bu askerler beyazdı ve onların da büyük çoğunluğu, özellikle rütbesiz erler, işçi sınıfındandı. Çatışma birliklerinde bazen görülen az sayıdaki orta sınıf ve zengin beyaz erlerin ise çoğunluğu subay olma yolunda kariyer yapmakta olan askerlerdi.
Vietnam savaşı hakkında yapılmış her araştırma, o savaşta ölme "şerefinin" işçi sınıfına ait olduğunu göstermektedir. 1992'de "Operasyon Araştırma Derneği" adlı kuruluş tarafından yapılan ve Vietnam'da zenginlerin de ölmüş olduğunu kanıtlama amacı güden araştırma bile, araştırmacıların istedikleri sonucu elde etmek için rakamlarla oynamalarına rağmen, "nispeten yoksul" semtlerden gelen askerlerin Vietnam'da ölme ihtimalinin diğerlerine oranla yüzde altmış daha yüksek olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı.
İşçi sınıfının, özellikle de siyah halkın gittikçe artan öfkesi karşısında politikacılar, daha 1965 yılında tüm öğrencilerin de askere gitmesini önermeye başladılar. Bu, öğrenciler arasında savaş karşıtı hareketin yükselmesinde önemli bir neden oluşturmuştur. Ne var ki, bu harekete katılan öğrencilerin bir çoğunun tek amacı öğrencilerin askere gitmeme kuralını korumaktı. Siyasi açıdan en aşırı öğrenciler bile, başka öğrencileri hareketten soğutmama endişesiyle bu kuralın özündeki haksızlığı tartışmaktan çekinir olmuşlardı. Örneğin bir SDS ["Students for a Democratic Society," veya Türkçesi ile "Demokratik Bir Toplum Yanlısı Öğrenciler," dönemin en radikal öğrenci örgütü -Ç.N.] kongresinde bu konunun gündeme alınması yolunda bir öneri, oyların ancak beşte birini alarak reddedilmişti. Aynı sınıf önyargısı kendini başka şekillerde de gösterdi. Örneğin öğrencilerin, sanki askerler savaştan Başkan Johnson kadar sorumluymuş gibi kendilerine "bebek katilleri" diye bağırması, veya sanki düşman onlarmış gibi askerleri taşıyan otobüslerin etrafını sarması gibi. Hem siyah, hem de beyaz askerler arasında savaşa karşı olanlar yüksek orandaydı. Fakat öğrenciler arasında yaygın olan bu sınıf önyargısı, onların bu askerlerle bağlantı kurmasına engel oldu. Gerçi öğrenci hareketi içinde bu uçurumu kapatmaya çalışanlar vardı, özellikle "Öğrenci Seferberlik Komitesi" ve onun oluşmasına öncülük eden Sosyalist İşçi Partisi üyeleri. Fakat ne yazık ki uçurum hiç bir zaman kapanmadı.
"Bozuk" orduyu onarma çabaları
Vietnam savaşının sonunda, ordunun başındaki komutanlar Amerikan ordusunun çalışmaz hale gelmiş "bozuk" bir ordu olduğunu açıkça söyler olmuşlardı. Ordunun resmi belgelerine göre, 1969 ile 1971 arasında Vietnam'da 520 kez erlerin subaylara arkadan el bombası atma olayı görülmüş ve bu eylemler sonucu 400 subay ölmüş veya yaralanmıştı. [Bu eylemlerden amaç, devriyeye önderlik eden subayı, birliğini düşmana yaklaştırıp çatışmaya sokmaktan vaz geçirmekti. Bu o kadar yaygındı ki, söz konusu eylemi tanımlamak için el bombası anlamına gelen "fragment bomb" sözcüğünden uyarlanmış "fragging" diye yeni bir fiil üretilip Amerikan konuşma diline yerleşmişti -Ç.N.] Aynı ordu belgeleri ayrıca orduda on büyük ayaklanma kaydetmiştir. Sayısız kereler, tüm bir piyade veya komando birliği göreve gitmeyi reddetmiştir. 1968 yılında, Vietnam'daki askeri hapisanelerde siyah askerlerin önderlik ettiği iki ayaklanma olmuştur. Deniz erlerinin bir isyanı "USS Constitution" savaş gemisini San Diego limanına geri dönmeye zorlamıştır. Ve kuşkusuz daha bilmediğimiz pek çok isyan bunlara eklenmiştir.
Vietnam savaşından sonra, generaller zorunlu askerliği kaldırıp "bozulan" orduyu onarma kararı aldılar. Askerlere ödenen parayı iki katına çıkardılar ve görevi bitmiş olan askerlerin askeri hastanelerden yararlanma olanaklarını genişlettiler. Silahlı kuvvetler üyelerinin özel hayatı ile ilgili bazı kısıtlayıcı kuralları kaldırarak erkek ve kadın askerlerin birbirleriyle evlenmelerine, eşleriyle oturmalarına, beraber çocuk büyütmelerine izin verdiler. Ve en önemlisi, silahlı kuvvetler görev süresine bağlı olarak, askerlerin üniversite eğitim ücretlerinin tamamını ödemeye başladı. Ordu hem kentsel, hem de kırsal alanlardaki liseleri adeta işgal etti ve gençlere okul ve iş eğitimi vaat ederek onları gönüllü olarak askere yazdırmak için çaba harcamaya başladı.
Gerçekte silahlı kuvvetlerin ileri gelenleri gönüllü askerliği zorunlu askerliğe hep tercih etmiş ve gönüllü askerliği teşvik etmenin yollarını aramıştır. Örneğin Vietnam savaşı döneminde, ordudaki erlerin sadece yüzde yirmisi zorunlu olarak askere alınmış gençlerdi, gerisi gönüllü askerlerden oluşmaktaydı. Gerçi gönüllü erlerin büyük bölümü kuşkusuz savaşa gitmeme düşüncesiyle askere yazılıyordu, çünkü zorunlu askere alınanların büyük çoğunluğu kendini Vietnam'da, üstelik çatışma birliklerinde buluyordu.
1980'li yılların sonlarına doğru, ordu artık asker bulmakta güçlük çekmez hale gelmişti. O kadar ki, generaller askere alınma şartlarını zorlaştırıp, gönüllü yazılanların daha fazla sınava girmesini ve daha eğitimli olmasını talep etmeye başladılar. Ancak büyük ihtimalle, ordunun gönüllü asker bulmaktaki bu başarısının en önemli nedeni kendi çaba ve önlemleri değildi. Devam edip artan ekonomik kriz, işçi sınıfından gençlerin iyi iş olanaklarını yok etmekte ve onları orduya yazılmaya zorlamaktaydı.
Ekonomik zorunluluk sonucu "gönüllü" olmuş bir ordu
Bugün orduda kimin görev yaptığının en bariz delili, Irak'ta ölen askerlerin kim olduğudur. Dikkati çeken bir nokta, Vietnam döneminin aksine, bugün orduda nüfustaki oranlarından daha az sayıda siyah asker bulunmasıdır. Onların yerini ise kırsal alanlardan gelen beyaz gençler doldurmaktadır. 2006 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Irak'ta ölen her yüz askerden yirmi yedisi kırsal bölgelerden gelmektedir. Oysa bu bölgeler yetişkin nüfusun sadece yüzde on dokuzunu, ve askerlik çağındaki nüfusun ise daha bile azını barındırmaktadır. Ayrıca, Vietnam döneminin aksine, bugün siyah erlerin ordudaki oranı, siyah halkın nüfustaki oranından daha düşüktür.
Ne yazık ki bunun bir nedeni, siyah halkın toplumsal açıdan geri bırakılmış olmaya devam etmesidir. Silahlı kuvvetler askerlerde aranan eğitim düzeyini yükseltince ülkenin en yoksul bölgelerinden gelen gençler dışlanmış oldu. Buna tabii bazı beyazlar da dahildir, fakat siyah halk içinde yoksulluk oranı kuşkusuz daha yüksektir. Örneğin Detroit ve Chicago gibi bazı büyük kentlerin yoksul bölgelerindeki lise bitirmemiş genç oranına bakıldığında, ordunun bu gençler için bir "yoksulluktan kurtulma" yolu olmaktan çıkmış olduğu açıktır.
Ancak Irak'ta nispeten az sayıda siyah asker olmasının başka bir nedeni daha vardır. Genelde, hükümetin söyledikleri ve yaptıklarına, özellikle de bu ülkenin giriştiği savaşlara ve askeri maceralara karşı olan güvensizlik, tüm nüfusa oranla siyah halk içinde daha yüksektir. Örneğin, nüfusu büyük oranda siyah olan Detroit kentinde, 11 Eylül halkı oldukça etkilemiştir. Ancak, ülkenin diğer taraflarının aksine, bu tepki Detroit'te insanları orduya yazılmaya teşvik etmemiştir.
Diğer yandan, kırsal alanlarda yaşayan beyaz halk içinde nüfusun geri kalanına oranla daha yaygın olan vatanseverlik duygusu, neden bu bölgelerden orduya katılma oranının yüksek olduğunu bir derece açıklamaktadır. Ancak diğer bir önemli neden, bu bölgelerdeki gençleri tehdit eden yoksulluktur. ABD'nin büyük kentlerindeki derin ve sürekli yoksulluğu bilmeyen yoktur, ancak ülkenin kırsal kesimlerinde de artık durum fazla farklı değildir. Örneğin, 1997 ile bu savaşın başladığı 2003 yılı arasındaki dönemde, kırsal alanlarda bir buçuk milyon işçi, işyerlerinin kapanması, taşınması veya iş gücünü azaltması nedeniyle işini kaybetmiştir. Bu durumdan en çok etkilenen, kırsal alanlardaki en yaygın iş kolları olan imalat, madencilik ve kerestecilik olmuştur. Bu bölgelerde, orduya gönüllü yazılma dönemi olan 18 ile 24 yaşları arasındaki gençlerin yalnızca dörtte biri haftada kırk saatlik, yani tam günlük bir işe sahiptir.
Tabii ki yoksulluktan etkilenen sadece kırsal alanlar değildir. Haber ajansı Associated Press'in yaptığı bir araştırmaya göre, Irak'ta ölen askerlerin dörtte üçü kişi başına geliri ulusal ortalamanın altında olan kent ve kasabalardan, yarısı ise yoksul nüfus yüzdesi ulusal ortalamanın üzerinde olan kent ve kasabalardan gelmektedir.
Her halükârda, askerlerin çoğu büyük hayallerle olmasa da bazı umutlarla orduya katılmışlardır. Gazeteler, ölen asker akrabalarının "iş aramış, bulamamıştı", "üniversite eğitimine yetecek parayı biriktirmek için orduya katılmıştı", veya "eğitimini tamamlayabilmek için tekrar askere yazılmıştı" gibi sözleriyle doludur. "Parası olan birinin evlâtlarını orduya göndermesi görülmüş şey değildir" -bu acı ve sitemli sözler, Pensilvanya eyaletinin bir kasabasında yaşayan, oğlu üniversite eğitimine gerekli parayı sağlayabilmek için 2001 yılında orduya katılmış ve görevi bitmeden birkaç ay önce Irak'ta ölmüş bir kadına aittir.
Askerlik "gönüllü" de olsa zorunlu da, değişmeyen bir gerçek vardır: Ordudaki erler işçi sınıfından gelmektedir. Ve bugün bu insanların hepsi genç de değildir. Nisan 2007 itibariyle, yani savaşın ilk dört yılı içinde Irak'ta ölen Amerikalı askerlerin hemen hemen dörtte biri otuz yaşının üzerinde insanlardı.
Orduya yakınlığı bilinen bazı kimseler bile Irak savaşında hangi sınıftan insanların öldüğü gerçeğini inkâr etmemektedirler. Eski albay Larry Wilkerson, bu konuda fikri sorulduğunda şunları söylemiştir: "Üniversite öğrencilerinin bakış açısından Irak savaşı, vergi iadeleri, lüks otomobiller ve güzel tatillere denk gelmiştir. Bu, Amerikan silahlı kuvvetlerinin bugün üniversiteye giden Amerikalılara ne kadar yabancı olduğunun en bariz delilidir."
Milli Muhafız birliklerinin bugünkü niteliği de bu gerçeği göstermektedir. Silâhlı kuvvetlerin ileri gelenleri orduyu "profesyonelleştirme" kararı alınca, Vietnam savaşı sırasında imtiyazlıların sığınağı haline gelmiş olan bu birlikleri de çatışmaya hazır hale sokmaya başladılar.
Bugün Milli Muhafızlara katılanların çoğunluğu bunu ekonomik nedenlerle yapmaktadır. Askerlik onlar için ikinci bir iş ve ek gelir kaynağı anlamı taşımaktadır. Milli Muhafızların çoğu ordudaki askerlerden daha yaşlı, evli ve çocuk sahibi erkek ve kadınlardır.
Irak savaşından önce Muhafız birlikleri ancak arada sırada, ve genellikle ülke içinde doğal felâketler veya başka acil durumlar vesilesi ile göreve çağırılmakta idi. Bazen askeri operasyonlara katılırlardı, fakat o durumlarda Muhafız birlikleri genellikle geri hizmette kalırdı. Ancak Irak savaşında durum değişti. Savaşın üçüncü yılına gelinip de ordunun safları yetersiz kalmaya başladığında, Irak'a gönderilen askerlerin yüzde otuzunu Milli Muhafızlar oluşturmakta idi. "Asker Aileleri Konuşuyor" adlı protesto grubuna göre, Irak'ta ölen askerler içinde Milli Muhafızların oranı 2003'te yüzde on, 2004'te yüzde yirmi ve 2005'in ilk dokuz ayı içinde ise yüzde otuz altı idi. Irak'a gönderilen Muhafız sayısı düştüğünden 2006'da bu oran biraz azalmıştır. Ancak yine de Bush'un Irak'a gönderdiği Milli Muhafızların Bush'un zamanında kendi katıldığı Muhafızlardan çok farklı bir niteliğe sahip olduğu aşikârdır.
Ordunun asker kazanma çabaları hakkında dikkate alınması gereken son bir nokta, Bush'un göçmenlere açıkça önerdiği kan parasıdır. Irak'ta hayatını bırakma kumarına karşılık, üstü kapalı da olsa göçmen gençlere normalden daha hızlı vatandaşlık veya çalışma izni önerilmektedir. Dallas Morning News gazetesinin bildirdiğine göre, yüzden fazla göçmen askere ölümlerinin ardından vatandaşlık verilmiştir. Vatandaşlık ve yeşil kart (ABD'de oturma izni) vaatleri yüzünden orduya katılan göçmenlerin toplam sayısı nedir? Hükümet ve komutanlar bu soruyu cevapsız bırakmaktadırlar. Ancak Irak'ta ölenler arasında Latin Amerika kökenlilerin sayısı bu konuda bir fikir verebilir. Çünkü bu halk grubunun ordudaki oranı nüfustaki genel oranına yakındır, ve bu insanlar arasında da izinsiz olarak ülkede bulunanların sayısı dokuz milyona yakındır.
ABD, kendileri orduya katılmayı akıllarından bile geçirmedikleri halde savaşları hep destekleyen geniş bir orta sınıf tabakaya sahiptir. Bugün, orduya katılan (ve çoğunluğu bunu ekonomik nedenlerle yapan) insanlar ile bu tabaka arasında derin bir uçurum vardır. Savaşta kendini feda etme açısından bu iki halk tabakası arasındaki fark, bugün büyük ihtimalle Vietnam dönemindekinden daha büyüktür, çünkü bugünün aksine, o dönemde zorunlu askerlik nedeniyle ordu imtiyazlı çevrelerden de bir kısım genci saflarına katmakta idi.
Üstelik bu fark şimdi daha da artmak üzeredir. Saflarını doldurma sıkıntısı içinde olan ordu, sessizce askere alınma koşullarını kolaylaştırmaktadır. Geçmişte olduğu gibi, ordu bugün lise diplomasına sahip olmayan kişilere tekrar kapılarını açmıştır. Savaşın başlangıcında askerler arasında yüzde on olan bu oran, 2006 yılının son altı ayında yüzde otuza çıkmış durumdaydı. Ordu giriş sınavında koyduğu geçme sınırını aşağı indirmiş, hapse girmiş insanlarda aradığı koşullarını kolaylaştırmıştır. Ayrıca, gençleri askere yazmak için eskiden gitmeye bile tenezzül etmediği yoksul semt liselerine özellikle ağırlık vermiştir. Tabii bu liselerde göçmen insan oranı yüksektir, özellikle de oturma izni olmayan göçmen oranı.
Dağılmaya yüz tutan bir ordu ve Irak'ta kontrol edemediği bir durum ile karşı karşıya kalmış olan devlet, topun ağzına koymak için bir kez daha nüfusun en imtiyazsız tabakalarına baş vurmaktadır.
Savaş değirmeninde öğütülüp toz olan hayaller
Askere gönüllü yazılmanın farklı nedenleri olabilir. Kimi bunu vatanseverlikten yapmıştır (özellikle 11 Eylül'ün ardından), kimi başka türlü olanak bulamadığı iş eğitimini almak için, kimi de kendisine ve ailesine oturma izni alabilmek için. Ancak askere gitme nedenleri ne olursa olsun, savaş bu insanları soğuk duş gibi çarpmıştır.
Bu gerçeği askerler kendileri dile getirmektedirler, hem de savaşın hemen başından beri. Henüz 2003'te, çatışmalar yeniden alevlenmeye başladığında, Bush'un "Görev Tamam" şeklindeki sözleri karşısında askerler söylenmekten geri kalmadılar. Ölenlerin sayısı artıp da Pentagon [ABD Savunma Bakanlığı -Ç.N.] askerlerin görev sürelerini uzatınca, generaller askerlere basınla konuşmayı yasakladılar. Böylece askerler şikâyetlerini aile üyelerine anlattılar, onlar da basına yansıttılar.
2004 yılı başlarında ailelere askerde olan akrabalarının beklendiği zamanda geri gelmeyeceği söylenince, Georgia eyaletindeki Fort Stewart üssünde asker eşleri, isyanı andıran bir protesto düzenlediler. Durumu yatıştırmaya gönderilen bir albay, asker eşlerini toplantıya çağırdı. Ancak, 800 kişinin katıldığı bu toplantıda, kadınların öfkeli soruları ve aleyhte tezahüratı sonucu albay koruma eşliğinde salondan uzaklaştırıldı.
Askerlerin evlerine gönderdikleri bilgisayar mesajları ve mektuplar basına aktarıldı. 2005 yılında askerden kaçarak Kanada'ya giden bir askerin annesi, Pacifica adlı radyo istasyonuna şöyle diyordu: "Oğlumun bana söylediği her şeye inanıyorum. Kendisi bana Amerikan askerlerini öldüren kimselerin bunu bizim kim olduğumuzu bilmedikleri için yaptıklarını söyledi. Onların tüm bildiği, askerlerimizin tanklar içinde kentlerinde dolaştığı, kendilerini hapse attığıdır. Bizimkiler insanları Ebu Grayip cezaevine götürdüğünde ailelerine haber vermiyorlar. Oğlum, erkeklerin tutuklanarak eşlerine ve annelerine haber verilmeden haftalarca ortadan yok olduklarını söyledi. Eğer böyle bir şey Amerika'da olsaydı biz de küplere binerdik."
Savaş ilerledikçe askerler yukardan gelen çeneyi tutma emrine gittikçe daha az kulak verir oldular. İçinde bulundukları ihanete uğramış olma duygusu basına yansıdı. Irak'ta ikinci görev süresini tamamlamak üzere olan bir asker, 2006 yılının sonlarında Los Angeles Times gazetesine şöyle diyordu: "Burada üç buçuk yıldır aynı şeyi yapıyoruz. Her yaptığımız boşuna. Kaybettiğimiz askerleri de boşu boşuna kaybettik."
2006 yılının Ekim ayında, deniz kuvvetlerinden iki asker "Hatayı Düzeltme Çağrısı" adlı bir internet sitesi başlattılar ve siteye koydukları bildiride "tüm Amerikan askerlerinin ve askeri üslerinin Irak'tan derhal çekilmesini" talep ettiler. Bildiriyi kısa sürede binin üzerinde asker imzaladı. İmzalayanların yüzde altmış kadarı Irak'ta görev yapmış askerlerdi. Silah altında iken böyle bir eylemde bulunmak, askerler için kuşkusuz yasal ve başka nitelikte vahim sonuçlar doğurabilir. Bu durum göz önüne alındığında, bildiriyi imzalayanların bu şekilde düşünen askerlerin ancak küçük bir bölümünü oluşturduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır.
Aynı yılın Aralık ayında ordunun yarı resmi gazetesi Military Times'ın yaptığı bir ankete göre, soruları cevaplayan ordu mensuplarının yalnızca yüzde 41'i Irak'ı işgal etme kararını doğru bulduklarını söylediler.
Bu konuda gerçek rakamlar hiç bir zaman açıklanmamakla birlikte, bu yıl "asker kaçağı" olarak nitelenen askerlerin sayısında hızlı bir artma olduğu açıktır. Geçenlerde bir ordu sözcüsü, 11 Eylül'de Pentagon'a olan saldırı sonucu belgelerin yok olduğunu, bu nedenle ordunun bile kaç askere sahip olduğunu, ve bunlardan kaçının kayıp olduğunu bilmediğini söylemiştir! Bu konuda en son yapılan resmi açıklamada, ordu 2004 ile 2006 yılları arasında sekiz bin askerin askerden kaçmış olduğunu kabul etmişti. Ordu her ne kadar sorunu küçük göstermeye çalışsa da, askerden kaçma soruşturmalarının sayısının iki katına çıkmış olması ordunun bu konuda gerçekten endişelenmekte olduğuna delildir.
Açık olan bir gerçek, Irak ve Afganistan'da görev yapmış "gönüllü" askerlerden yarım milyonunun artık gönüllü olmadığıdır. Bu kimseler orduyu terk etmişlerdir. Başka bir deyişle, deyim yerinde ise, Irak'ta görev yapan askerlerin pek çoğu "düşüncelerini ayaklarıyla ifade etmektedirler." Bu iki savaşa gönderilmiş olan 1,4 milyon askerin yüzde 35'inden fazlası ellerine geçen ilk fırsatta ordudan ayrılmışlardır (Bu rakamlar, savaşın değişik alanlardaki bedelleri üzerine araştırma yapmakta olan Harvard Üniversitesi siyasal bilimler öğrencisi Linda Bilmes tarafından Los Angeles Times gazetesine aktarılmıştır).
Savaş ABD'ye geri geliyor - Tekerlekli sandalye ile
Şu ana kadar Irak savaşında ölen Amerikalıların sayısı, Vietnam savaşına oranla çok daha azdır -Irak'ta 3300'den biraz fazla, Irak ve Afganistan'da toplam 3700'ün üzerinde. Ancak Vietnam'a oranla fazla olan, yaralananların sayısıdır. Vietnam'da her ölen askere karşılık üç yaralı görülürken, Irak'ta bu oran bire onun (hatta, silâhlı kuvvetlerin kime "yaralı" dediğine bağlı olarak, bire on altının) üzerine çıkmıştır. Gerçekte her iki rakam da yanlıştır. Bu rakamların ifade ettiğinden on binlerce fazlası, bu savaşta yaralanmış veya başka şekilde ciddi zarar görmüştür. Aralık 2006 itibarı ile, 150 bin asker maluliyet maaşına başvurmuş, bunlardan da yüz bin kadarının başvurusu kabul edilmiş durumda idi.
Yaralı askerlerin sayısındaki bu büyük artışı ordu ileri gelenleri ilerleyen savaş ve tıp teknolojisi ile açıklamaya çalışmaktadırlar. Başka bir deyişle, geçmişteki savaşlarda aynı tür yaralardan ölecek askerlerin bugün sağ kaldığı söylenmektedir. Bu doğru olabilir, ancak bu durumun askerler savaştan döndüğünde doğurduğu önemli sonuçlar vardır. Bu savaş malulleri, evlerine hayatları boyunca sürekli olarak taşıyacakları sakatlıklarla dönmektedirler. Bu maluller arasında yalnız kol, bacak, göz gibi organlarını kaybetmiş, beyinleri zarar görmüş olanlar değil, savaşın getirdiği ruhsal sorunlar sonucu intihara sürüklenenler de vardır. Komutanlar, sadece geçen yıl içinde doksan bir askerin intihar ettiğini kabul etmişlerdir, ve bu intiharların çoğunluğu askerler hâlâ Irak'ta iken görülmüştür. Geçenlerde Walter Reed adlı askeri hastanede ortaya çıkan ilgisizlik ve bakımsızlık skandalının da gösterdiği gibi, ordu görevi bitmiş olan askerleri derhal çöpe atmaya hazırdır. Askerler, gönüllü olduklarında kendilerine vaat edilen işlerin askerlik bitince var olmadığını görmektedirler. Savaş Malulleri Derneği'nin 2006 yılı sonlarında belgelediği gibi, Irak ve Afganistan savaşlarından dönen askerlerin binden fazlası bugün evsiz durumda sokakta yaşamaktadır.
Savaşa halktan yaygın muhalefet
Kırsal bölgeler üzerinde uzmanlaşmış "Kırsal Stratejiler Merkezi" adlı kurumun yaptığı bir ankete göre, bu bölgelerde yaşayan insanların dörtte üçü ya Irak ya da Afganistan'da bulunmuş birisini tanımaktadır. Kurum görevlilerinden Dee Davis şöyle diyor: "Küçük kentler ve kırsal yerleşme bölgelerinde, savaş soyut bir kavram değildir. Buralarda insanlar savaşı içlerinde hissetmektedirler."
Kentsel alanlarda ise bu savaş zaten hiçbir zaman geniş destek bulmamıştır. Nisan 2004'te, yani savaşın ilk yılı dolduğunda yapılan bir anket, kentlerde yaşayan insanlar arasında savaşı desteklemeye devam edenlerin oranını yüzde 43 olarak göstermişti. Bu yılın Şubat ayında ise bu oran yüzde 30'a düşmüş bulunuyordu. Ancak aynı tür bir tepki, biraz daha geç de olsa, kırsal alanlardan da gelmektedir. Gene Nisan 2004'te, kırsal halkın yüzde 73'ü savaşı desteklediğini söylemekteydi. Ancak geçen Şubat'ta bu destek yüzde 39'a kadar inmiş bulunuyordu. Bu, kentsel alanlardakinden daha hızlı bir düşüştür.
"Kırsal Stratejiler Merkezi"nin bir diğer görevlisi, Marty Newell, bu konuda şunları söylemiştir: "Savaşa olan desteğin şimdi düşüyor olması, daha önce aynı desteğin güçlü olması ile aynı nedendendir - Irak'ta savaşan birini tanıyor olmamız. Şimdi artık o savaş hakkında çok daha fazla bilgimiz var. Artık savaşın gerçek bedelini de biliyoruz, gerçegin ne oldugunu da... Her geçen gün, yeni bir kasaba kendi halkından birinin savaştan sakat olarak döndüğüne tanık olmaktadır, ve bu tür kasabalardan çok vardır."
Bugün artık ABD nüfusunun ancak üçte birinden biraz fazlası savaşa devam edilmesinden yana olduğunu söylemektedir. Karşılaştırma açısından, Vietnam savaşı sırasında savaşa olan desteğin yüzde kırkın altına düşmesi ancak 1971'de, yani ABD'nin savaşa tam güçle girmesinden altı yıl sonra gerçekleşmişti (Bu bilgi, Howard Zinn adlı tarihçinin siyasal otobiyografisi olan "Gitmekte Olan Bir Trende Tarafsız Olunamaz" adlı kitaptan alınmıştır).
Savaş karşıtı gösterilerin bugün o döneme nazaran daha küçük olması ve üniversitelerde savaşa karşı örgütlenmenin az görülmesi, halk içinde savaşa karşı muhalefet olmadığı anlamına gelmez.
Daha askerler savaşa gider gitmez, asker aile ve arkadaşları hemen örgütler oluşturdular. Başta askerler gibi bu örgütler de savaşı destekliyordu. Ancak askerler yakınlarına savaş izlenimlerini aktarmaya başlayınca, bu örgütlerden bazıları savaşa karşı tutum almaya başladılar. Aynı zamanda, savaşa karşı muhalefeti dile getirme amaçlı örgütler de kurulmaya başladı, örneğin oğul veya kızları Irak'ta ölmüş olan annelerin kurduğu "Altın Yıldızlı Anneler" ve "Asker Aileleri Konuşuyor" örgütleri gibi.
Evet, Vietnam savaşının son yıllarında görülen dev, merkezi nitelikteki protesto gösterilerinin benzerleri şimdi görülmüyor. Ancak buna karşılık bugün ülkenin her yanındaki kent ve kasabalarda insanlar küçük de olsa her hafta sayısız protesto gösterileri düzenlemektedirler. Asker ana babaları politikacıların büroları önünde sembolik mezarlıklar inşa etmekte, Bush'u utandırmak için onun gittiği yerlere boş asker postalları dizmektedirler. Cindy Sheehan adlı asker annesi oğlu öldükten sonra Bush'un Teksas eyaletindeki çiftliği önünde çadır kurunca, binlerce asker ailesi bu eyleme katıldı, binlerce başkaları da kendisine yazılı olarak destek verdiler. Asker aileleri öğrenciler gibi her istedikleri zaman Washington'a gidip gösteri yapamazlar, fakat onlar da savaşa muhalefetlerini kendi kent ve kasabalarının caddelerine çıkarak, yerel gazetelere protesto mektupları yazarak ve çeşitli internet sitelerine üye olarak dile getirmişlerdir. Çoğu zaman protestoları başlatanlar askerlerin en yakınları olmuştur, ancak pek çok başka kimseler hem onlara katılmış, hem de kendileri savaşa karşı muhalefet örgütlemeye başlamıştır. Evet, şu ana kadar bu protestolara çok sayıda öğrenci katılmamıştır (kimbilir, bu belki öğrenciler bu kez kendilerini topun ağzında görmedikleri içindir), fakat bu demek değildir ki ilerde katılamazlar. Aydınlardan kendi burunlarının ötesini görebilmeleri beklenir ne de olsa. Her halükârda, emekçi insanların bu savaşa karşı çıkmaya devam etmesi kendi çıkarları gereğidir.
Irak halkı üzerine yağdırılan inanılmaz vahşet sona ermiş değildir. Amerikan Johns Hopkins Üniversitesi ile Iraklı halk sağlığı araştırmacılarının geçen yaz ortaklaşa yaptığı bir araştırma, 650 binden fazla Iraklının savaşta hayatını yitirdiğini belgelemişti. ABD hükümetinin bugünlerdeki "isyanı bastırma" planları kuşkusuz bu rakamı fazlasıyla yükseltecektir. Bu felaket bir ölçüde büyümekte olan iç savaşın bir sonucudur, ancak o iç savaşa yol açan da Amerikan işgalinin ta kendisidir.
Vietnam döneminde olduğu gibi bugün de savaşa karşı muhalefet ABD'de genel siyasi durumun bir parçası haline gelmiştir, ancak arada bir fark vardır. Bugün savaşı protesto edenler ile savaştan dönen askerlerin arası, o zamanki gibi gözle görülür bir şekilde açık değildir.
Şurası kesindir ki, savaşı genelde ne Amerikan halkı, ne de askerler desteklemiştir. Askerler görev süreleri biter bitmez ordudan ayrılmaktadır ve ordu boşlukları doldurmakta gitgide daha fazla güçlük çekmektedir. Bu da göstermektedir ki ordu henüz "kırılmakta" değilse bile, bükülmeye başlamıştır. Bu durum Amerikan hükümetinin Irak, Afganistan, İran veya başka ülkelerde bugün veya yakın gelecekte savaş sürdürme olanaklarını kısıtlamaktadır.
Yalnızca asker aileleri değil, işçi sınıfının tümü askerlere destek vermelidir. Ve askerlere gerçek anlamda destek yalnızca bir şekilde mümkündür - derhal cepheden geri çekilmelerini ve evlerine geri dönmelerini talep etmek.