Güney Afrika: İşçi sınıfı, mücadelesi ve örgütleri

打印
Mayıs 2015

* * * * * * *

Bu broşürdeki yazılar, Fransa'da yazılar Lutte de Classe ve ABD'de yayınlanan Class Struggle isimle yayınlardan çevrilmiştir.

Sınıf Mücadelesi - Mayıs 2015

* * * * * *

Zaferden sonra Afrika Ulusal Kongresi (ANC)

Güney Afrika'da ırk ayrımcılığının bitiminden sonra düzenlenen dördüncü genel seçimlerin sonucu sürpriz yaratmadı. Aslında Afrika Ulusal Kongresi ANC, Güney Afrika Komünist Partisi SACP ve merkezi sendika Cosatu'nun oluşturduğu iktidardaki koalisyon olan COPE oyların %65'ini alarak seçimi kazandı. Seçime katılma oranı ise %77'ye yükseldi.

Bu seçim, cumhurbaşkanı seçilen ANC'nin lideri Jacob Zuma'nın canlı kişiliği nedeniyle geçmişteki seçimlerden ayrılıyordu. Çünkü ilk defa COPE Halk Kongresi, siyah çoğunluğun oylarını almak üzere ANC'ye rakip olarak seçime giriyordu.

Örgütü ve devlet aygıtını ele geçirme mücadelesinin ulaştığı boyut

Zuma örgüt adamıdır. SACP'nin üyesi olarak, 1985 yılında, Angola makilerinde baş gösteren bir ayaklanmadan sonra örgütü tekrar ele alıp yola getirmek için ANC'nin askeri aygıtı iç polis örgütünün yönetimine getirildi. Özellikle de Quatro kampı hapishanesi, onun himayesi altında kuruldu. ANC'nin yönetimine muhalefet eden çok sayıdaki militan tutuklanarak buraya kapatıldı ve işkence gördü.

Zuma, ANC'nin legalleşmesinden sonra, ırk ayrımcılığına karşı partinin yanında, Mandela ile birlikte devlet aygıtında yer almaya "kendini hazırlamak" için, gelecekteki cumhurbaşkanı Thabo Mbeki ile birlikte SACP'yi terk eden kişilerden biri oldu.

Ancak Mandela, 1999 yılında kendinden sonra cumhurbaşkanlığına gelecek olan kişiyi belirlediği zaman, sürgün yıllarını ANC'yi yurtdışında batılı diplomatik çevrelerde temsil

etmekle geçiren Mbeki'yi seçti. Gerilla kökenli olan demagog Zuma ise başkan vekilliği ile yetinmek zorunda kaldı. Bu seçim, örgüt içindeki bu iki kişinin klanları arasında uzun yıllar sürecek kavganın başlangıç noktası oldu.

Zuma, bir defa başkan vekili olduktan sonra kendisini yığınla yolsuzluk skandalına karışmış olarak bulmakta gecikmedi. Bunların arasında en çok, silahlanma devleri İngiliz British Aerospace ve Fransız Thales ile ilgili yolsuzluklardan söz ediliyor. Sonuç olarak Mbeki, 2005 yılında, rakibini görevinden uzaklaştırmak için kendisini yeterince güçlü hissetti.

İki klik arasındaki çatışma azalmadı. ANC'nin Aralık 2007 kongresinde, Zuma kliği Mbeki'ninkini yenerek bir darbe yapmayı başardı. Bu başarı, kendisine karşı ağırlığını koyan bir kadına tecavüz suçlaması bir yana bırakılırsa, Zuma'nın yolsuzlukları hakkında en ufak bir kuşkunun olmamasından dolayı gelişmedi. Bu arada SACP ve Cosatu'nun yöneticilerinin bir kısmı, Mbeki'nin iş adamları çevresiyle flört etmesinin, onlara çok az yer bıraktığını keşfetmeye başlamıştı ve bu durum onların, Zuma tarafına geçmelerini sağladı. Böylece Zuma, ANC başkanlığında Mbeki'nin yerini aldı. Mbeki, artık partiyi kontrolü altında tutamayacaktı ve istifaya zorlandı. Artık Zuma'nın önündeki engeller kalkarak yolu tamamen açılmıştı.

Hoşnutsuzların partisi COPE

Mbeki'nin ayağının kaydırılmasından 3 ay sonra, COPE, ANC'yi terk etti. Bu partinin başlangıcında yer alanlar arasında Mbeki kliğinin üst düzey elemanları arasında, Cosatu'nun eski genel sekreteri, Zuma'ya karşı Mbeki'yi desteklediği için SACP'nin yönetiminden ihraç edilen Willie Madisha da vardı. Burada ayrıca, Allan Boesak gibi ANC'nin "tarihi" sağ kanadının temsilcileri de yer alıyordu. Aynı zamanda Alec Erwin ve her şeyden önce de Moses Mayekiso gibi, Stalin karşıtı sol sendikacılığın saygın şahsiyetleri, 1980'li yıllarda siyahların yaşadığı Alexandra gettosunun lideri ve metalürji işçilerinin güçlü sendikası NUMSA'nın kurucusu da vardı.

Böylesine değişik unsurların bir araya geldiği karmaşık bir parti, Zuma'ya muhalefetin ötesinde iyi belirlenmiş bir politikaya sahip olamaz. COPE böylesi bir partinin yokluğunda, rejimin yolsuzluklarını, emekçi sınıfların yaşam koşullarının giderek daha da kötüleşip ağırlaşmasını ve işsizliği ortaya koyarak, bütün hoşnutsuzların en büyük bölümünü toparlamaya çalıştı. Ancak aynı zamanda, gerçekte ANC'nin yüksek düzeyli görevlilerinin kayırılmasına hizmet eden, siyahların yararına uygulanan "pozitif, olumlu ayrımcılığa" da saldırdı. Ancak COPE'nin geri kalan her şey için önerdiklerinin, Mbeki yönetimindeki ANC'nin önerdiklerinden hiçbir farkı yoktu.

COPE'nin lideri, kuruluş kongresinde, örneğin yabancı sermayeyi çekmek bahanesi altında işçilere ödetilen maliyeti açığa vurma hakkını kendine saklı tutarak ve bu politikanın terk edilmesini hiç önermeden, "Bizim yaklaşımımız, sıkı bir biçimde çalışarak elde edilen büyüme ve istikrarlı bir ekonomidir" diye açıklamada bulunuyordu.

Ancak, onun politikasının dalgalarının ötesinde COPE'nin damgasını vurduğu bir seçim söz konusuydu: Bu ise, Willie Madisha'nın yönetimi altında yeni bir merkezi sendika atılımını açıklamasıydı.

Willie Madisha'ya göre "bağımsız bir sendikal hareket gereksinimine" cevap vermek söz konusuydu. Çünkü "politik olarak herhangi bir görüşün saflarında yer alan bir sendika, emekçilerin bütününün gereksinimlerine yanıt veremezdi". Daha az ikiyüzlü olanlar için açıklamada ise, kendi öz merkeziyle donatarak, Cosatu'ya asılarak COPE'yi, ANC karşısında daha inandırıcı kılmaya çalışan bir operasyon söz konusuydu. Sonuçta, emekçilerin çıkarlarının bu işle hiçbir alakası yoktu.

Onları etkilemedi...

15 yıldır üç partinin, oyların %90'ını paylaştıkları Güney Afrika koşullarında, COPE tarafından mecliste elde edilen %7,5 oy oranıyla kazanılan 30 koltuk, özellikle de ANC'nin koltuk kaybetmesine neden olduğu için ve bu parti henüz bir yıldır kurulmuş olduğu için, yabana atılacak gibi değil. Ancak COPE'nin ümit ettiği protesto amacıyla verilen oylardan çok uzaktır. Buna rağmen, hoşnutsuzluk önemli boyutlarda.

Irk ayrımcılığı döneminin beyaz burjuvazisi, ekonomiye egemen olmaya devam ediyor. Kentlerde elektrikli tellerin gerisinde ve lüks mahallelerin silahlı bekçilerin himayesinde olması durumu değiştirmiyor. Irk ayrımcılığından sonra ortaya çıkan yeni zenginler, dalga geçmek için "kara elmas" diye adlandırılanların çoğu ANC'nin hizmetinde ama onu sosyal tramplen yani sıçrama tahtası olarak kullananlar, Mandela, Mbeki ve Zuma gibi diğerlerinin desteğiyle, beyaz burjuvazinin saflarına katıldılar.

Sosyal ırk ayrımcılığı ise devam ediyor. Gecekondu bölgeleri, yoksulluklarından ve sefaletlerinden hiçbir şey kaybetmedi. Yıllar boyunca ANC tarafından verilen sözler, kitlelere hizmet verecek alt yapı, sosyal konutlar ve yoksul kitlelere yapılan elektrik, gaz gibi sosyal hizmetler asla gerçekleştirilmedi. Sendikalara göre işsizlik çalışma yaşında olanların %40'ını kapsıyor.

2008 yılı Mayıs ayında meydana gelen yabancı düşmanlığı kızgınlığı patlamaları, gittikçe artarak ağırlaşan yoksulluğun, dünya pazarında ardı ardına gerçekleşen sarsılmaların ve Güney Afrika'nın farklı ırklardan oluşan burjuvazisinin ve emperyalist burjuvazinin asalaklığının açığa vurulmasından başka bir şey değildir. LO (01.05.2009)

İşçi sınıfının öfkesi

Güney Afrika'da yılbaşından bu yana devam eden grev dalgasını dünya kupası, çok kısa bir süre için durdurmuştu. Yılın ilk üç ayında çok zorlu grevlere tanık olundu. Elektrik sanayinde, inşaat sektöründeki grevler ve özellikle de ulusal ulaşım ve taşıma sektöründe, Transnet adlı firmada yapılan, demiryollarını ve limanları üç hafta boyunca felç eden grev, bunların en önemlileri.

Grev dalgası, 7 otomobil montaj fabrikasının ve 30 bin işçinin katıldığı süresiz bir grevle, Ağustos başında yeniden başladı. Grevciler, üretimi 12 gün felce uğrattıktan sonra inşaat sektörünün patronlarını gerilettiler, %10'luk bir ücret artışı kopardılar. O güne değin, taşeron firmalarda, geçici işlerde çalışan işçilerin kadrolu olarak işe alınmalarını, sağlık sigortası yapılmasını ve ayrıca sürekli çalışanların emekli aylıklarının arttırılmasını sağladılar.

Metal İşçileri Sendikası NUMSA, bu başarıyla güçlenmiş olarak, Ağustos sonunda, ülkedeki üretimi bütünüyle durduran, bütün lastik fabrikalarının katıldığı bir grevle tekrar saldırıya geçti. Aynı zamanda, maden işçileri sendikası NUM, ücret artışı elde etmek için birçok büyük maden ocağına grev çağrısı yaptı.

Bu arada, 18 Ağustos'ta kamudaki memurlar arasında, farklı ve daha büyük boyutta bir hareket patlak verdi. Bu defa merkezi yönetimin ve taşra yönetimlerinin memurlarını kapsayan, 1 milyon 300 bin kişinin katıldığı bir hareket söz konusuydu. 450 bin memuru bir araya getiren eğitim ve sağlık sektörleri, bu hareketin en büyük gruplarıydı.

Sağlık sektöründe özellikle de hastaneler önündeki grev gözcülerinin sayısı ve coşkuları, polis saldırılarına karşı koyma istekleri, hükümetin orduyu ve ırkçı yönetim döneminde siyahların yaşadığı yoksul mahallelere karşı kullanılan zırhlı araçları göndermesinden sonra bile mücadelelerini sürdürmeleri ve bölgesel hastaneleri ele geçirmeleri, bu grevcilerin kararlılığını ve mücadeleciliğini gösterdi.

Açıkça söyledikleri gibi sendika liderleri için önemli olan, Cumhurbaşkanı Jacob Zuma'nın klanına, iktidarın ve rejimin başında bulunan ANC'nin başına geçmesini kendilerine borçlu olduğunu ve ondan kendilerini daha çok dikkate almasını beklediklerini hatırlatmaktı. Bu sendikacılar için grevcilerin, mücadelelerinin ve olanaklarının sonuna kadar gitmelerine izin vermek söz konusu değildi. Aksine mücadeleyi "kabul edilebilir" sınırlar içinde tutmak ve rejimin yönetici çevrelerinin nezdinde çıkarlarını savunmak için ondan yararlanmak söz konusuydu.

Grevciler için ise yaşam koşullarının ağırlaşması karşısında sızlanmaktan öte, ANC'nin politikacılarının suratlarına, öfkelerini haykırmak söz konusuydu. Yoksul nüfusun ezici çoğunluğu, gecekondularda üst üste yığılı, bazen ırkçı dönemdekinden bile daha kötü koşullarda, büyük bir bölümü ise herhangi bir geliri ve sosyal hakkı olmadan yaşarken, bu politikacıların rekabeti, aralarında hangisinin, iktidara yakın olmanın sağladığı ayrıcalıklar sayesinde en çabuk zenginleşeceğini bilmekten öte değildi. Grevciler öfkelerini, protesto gösterilerinde olduğu kadar grev gözcülüğü sırasında da, milyoner politikacıları mahkum eden ve Dünya Futbol Şampiyonası'nın statlarının inşası için harcanan milyarların savurganlığını eleştiren pankartlarla ifade ediyorlardı.

Sendika liderleri, grevci emekçilere, 3 aylık grevden sonra 7 Eylül'de, hükümetin başlangıçta önerdiği %5,2'lik ücret artışıyla ayda 50 avroluk konut yardımına karşılık, %7,5'luk ücret artışı ve ayda 80 avroluk konut yardımı içeren bir uzlaşma temelinde işbaşı yapma çağrısında bulundular. Ancak, sendika liderlerinin yuhalandığı ve apar topar terk etmek zorunda kaldıkları, Johannesburg'un taşra bölgelerinin militan öğretmenlerinin toplantılarında görüldüğü gibi, bu konuda herkes hemfikir değildi. Taşra kentlerinin yetkilileri bu öfke karşısında, grevde geçen saatlerin bir kısmını ödeyerek bu grevin bitişini görmekte acele ettiklerini gösterdiler. Ulusal sendikaların liderleri yanlış anlaşıldıklarını, yeni müzakerelerin açıldığı o dönemde sendikalı emekçilere "danışmak, onların fikirlerini almak" için hareketi 3 hafta "askıya almayı" önerdiklerini söyleyerek geri adım atıyorlardı.

Bununla birlikte tüm bu olup bitenlerle aynı zamanda, özel sektördeki grevler yeniden alevlendi. Otomobil donanımı üreten fabrikaların 70 bin işçisi, benzin istasyonları zincirinde çalışan on binlerce ücretliyle birlikte, otomobil lastiği endüstrisi işçilerine katıldılar. Aynı zamanda, maden ocaklarında 10 kadar işletmeyi felç eden yeni grevler patlak verdi.

Sendika liderlerinin şeffaf oldukları kadar dolambaçlı, sudan bahanelerinin, kamu görevlisi memurların öfkelerini yatıştırıp yatıştırmayacağını, onların hareketlerine son verip vermeyeceğini ya da aksine ANC'nin yöneticilerinin endişelerinin ve özel sektördeki grev hareketlerinin katlanarak artmasının onları daha çok teşvik edip etmeyeceğini gelecek gösterecek.

Bununla birlikte, eşitsizliklerin en çarpıcı şekilde büyümesinin, yoksulluğun ve iktidardaki ANC tarafından temsil edilen yeni bir siyah burjuvazinin yararına, açgözlülüğün artmasının, patlamayı bekleyen bir sosyal barut fıçısı için bütün malzemeyi sağladığını söyleyebiliriz. LO (17.09.2010)

Marikana katliamının ardından grevler yayılıyor

Başkent Johanesbourg'a 100 km uzaklıktaki Marikana'da bulunan İngiliz-Güney Afrika platin maden şirketinde greve giden madencilere karşı, Güney Afrika polisinin 16 Ağustos'ta yaptığı saldırının geçici bilançosu 34 ölü, 78 yaralı ve 259 tutuklamadır.

Grevler, Güney Afrika'da genellikle ölümlerle sonuçlanır. Ancak bu son katliam, ülkenin ANC (Afrika Ulusal Kongresi) başkanlığında 1994'de iktidarın oluşma döneminden ve hatta 1960'da ırk ayırımcı rejiminin gerçekleştirdiği Sharpville katliamından da kanlı.

Marikana grevi, 14 Ağustos'ta yeraltı madenlerinde çalışan 3 bin madencinin ücretlerinin 1.250 avroya çıkarılması (%200 zam) isteğiyle başladı. Sonra bu istek, madende çalışan diğer 28 bin işçinin de eyleme katılmasıyla ortak bir isteğe dönüştü.

Madenciler, dünyanın en değerli madenlerini çıkarmalarına ve rejimin bütün vaatlerine rağmen, iğrenç bir ikiyüzlülükle "gayri resmi kamplarda", yani elektriği bile olmayan ve 30 aileye bir tuvalet ve çeşme düşen gecekondularda yaşamak zorunda. Ülkedeki enflasyon nedeniyle temel ihtiyaç maddelerinin fiyatı, çoğu Avrupa ülkesini bile geçti.

Lonmin, Anglo-American, BHP gibi büyük maden şirketleri, 2010 yılı sonuna kadar, 2008 ekonomik çöküşünden sonra dünya pazarında maden fiyatlarının tırmanmasıyla rekor kâr elde ettiler. Diğer yandan, rejimin bütün vaatlerine rağmen işçi sınıfının yaşam şartları kötüye gidiyor. Bu durumda madenciler, maden şirketlerinin doymak bilmezliğine karşı ne ANC rejimine ne de maden şirketlerine bağlı, satılmış sendika önderliklerine güvenebilirler. Örneğin Lonmin maden şirketinin yürütme kurulunda, bir maden sendikası eski genel başkanı olup sonradan milyarder olan ve sendika üzerinde etkisini sürdürmeye devam eden Cyril Ramaphosa bulunuyor.

Madencilerin öfkesi, sendika yöneticilerine rağmen, daha önce ve 2010'daki grevlerde olduğu gibi ansızın patlak verdi. Geçen Mayıs ayında Lonmin maden şirketinde, bir yerel sendika başkanı, çok mücadeleci olduğu iddialarıyla sendikadan atılmış ve madenciler bu nedenle greve gitmişti.

Marikanada'ki grev sendika başkanlarının bütün baskılarına rağmen gerçekleşti ve bu nedenle de yasa dışı ilan edildi ve grevciler, hem Lonmin komandolarının hem de polisin saldırılarına uğradı. Grevin ilk haftası 6'sı madenci olmak üzere 10 kişinin ölümüyle sonuçlandı.

16 Ağustos'ta Lonmin yönetimi, görüşmeleri kabul etmediği için grevciler, maden ocağına yakın bir tepeyi işgal edip istekleri yerine getirilinceye kadar burayı terk etmeyeceklerini duyurdular. Polis, helikopter ve zırhlı araçların yardımıyla grevcileri abluka altına aldı. Ardından da yaklaşık 15 dakika süren bir yaylım ateşi sonucu katliamı gerçekleştirdiler.

Bu katliam karşısında Cosatu sendika konfederasyonu, kimin saflarında olduğunu açıkça ortaya koyarak grevcileri suçladı ve çatışmaları ilk başlatanların grevciler olduğunu ve polise ilk saldıranların onlar olduğunu (polis hiç zayiat vermedi!) iddia etti. Güney Afrika Devlet Başkanı Jacob Zuma ise daha temkinli davranarak olayı aydınlatmak için bir komisyon kurulduğunu açıklamakla yetindi. Bunun nedeni, rejimin, platin madencilerinin (dünyadaki platinin % 80'i bu ülkede üretiliyor) ve özellikle de maden sektörünün tümünün tepki göstermesinden korkması. Çünkü maden sektöründeki bir sosyal patlama, ülkenin temel döviz kaynağını kurutur.

Terör uygulayarak madencileri susturabileceklerini sanan maden patronları tamamen yanıldı. Marikana'da, 16 Ağustos olaylarından sonra da madenciler grevlerini devam ettirdiler ve Lonmin yönetimi 20 Ağustos'tan itibaren işbaşı yapmayanları işten atacağına dair yaptığı tehditlerden vazgeçmek zorunda kaldı.

Hareket yayılarak devam ediyor. Hatta 21 Ağustos'tan sonra grev dalgası, Rustenberg şirketine ait 12 kuyuda çalışan 58 bin madenciyi de eyleme geçirdi. Gittikçe daha çok sayıdaki madenci ayda 1.250 avro ücret isteğiyle greve katılıyor.

Bunlara ek olarak "gayriresmi kamplar" olarak adlandırılan gecekondularda da mücadeleye destek, eski siyah ayırımcılığı karşıtı marşlar eşliğinde yoğun şekilde devam ediyor. Bundan 18 yıl önce sadece görünüşte ırkçı yönetime son verilmesine rağmen sınıf ayırımcılığı devam etmekte ve esas yok edilmesi gereken de budur. LO (24.08.2012)

Marikana maden işçileri Lonmin'i geriletti

Marikana (Güney Afrika'nın kuzey batısında yer alan bir köy) Lonmin maden işletmesinde platin üreten 38 bin maden işçisi, 18 Eylül'de, 40 yoldaşlarının hayatına mal olan 6 haftalık bir grevden sonra, maden işletme devine geri adım attırdılar.

Kuşkusuz talep ettikleri 1.250 avroluk aylığı elde edemediler. Ancak hemen %11 ile %22 arasında bir artış ve gelecek ay müzakere edilecek %12'lik başka bir artışı kazandılar. Bu, 2011 yılında kömür, elmas, altın ocakları ve metalürjide gerçekleştirilen dört büyük grevde elde edilen taleplerden 3 kat daha fazla.

Marikana grevi, birçok açıdan dikkate değer. Öncelikle bu grev, kontrol dışında, yani maden işçileri sendikalarının bürokratik aygıtlarının muhalefetlerine rağmen gerçekleştirildi. Ayrıca Marikana grevcileri, kararlılıklarından kaynaklanan güçleriyle, bölgenin önemli maden ocağı çalışanlarını da kendileriyle birlikte greve sürüklemeyi bildiler.

16 Ağustos'ta grevcilerin saflarında 34 kurban verilmesine yol açan katliamdan sonra birçok maden ocağında iş bırakıldı. Ancak Marikana grevcilerinin korteji, bir maden ocağından diğerine giderek iş yavaşlatmayı greve dönüştürdü. Buna bağlı olarak, 11 Eylül'de dünya platin üretiminde birinci olan Anglo Platinum, Rustenburg havzasındaki maden ocaklarındaki üretimi durdurdu. Bunu izleyen günlerde diğer krom ve platin tröstleri çalışanları da aynı şeyi yaptılar.

Maden işletmeleri, kendilerini aniden hızla yayılan hareketin içinde buldular ve hareketin kıvılcımlarının yayılmasını engellemeye çalıştılar. İşten çıkarma tehditleriyle maden ocaklarını kapatan bu işletmeler, rejimin baskı güçlerine çağrıda bulundu. 15 Eylül'de ordunun ve polisin hafif zırhlı araçlarıyla, helikopterlerle desteklenerek Marikana grevcilerinin yaşadığı en önemli gecekondu bölgelerinden biri olan Nkaneng'a operasyon düzenlendi ve çok sayıda kişi yaralandı. Ordu aynı zamanda, Rustenburg bölgesini çevreliyordu.

Ama burada hiçbir şey olmadı. Marikana grevcileri, bölgedeki diğer maden işçilerinin de harekete geçmesiyle güçlenerek mücadelelerini sürdürdüler. Sonuç olarak hiçbir şeyin durduramayacağı belli olan hareketin karşısında taviz veren Lonmin oldu.

Bu da bir şeyi değiştirmedi. Özellikle de Rustenburg maden havzasında, Aquarius ve XStrata gibi diğer büyük önemli maden işletmelerinin işçileriyle, Anglo Platinum işletmesinin 26 bin maden işçisi de grevi sürdürüyor. Ve grev dalgası, özellikle de uzun zamandan beri ülkenin birçok maden bölgesindeki altın üretim yataklarına yayıldı. 29 Ağustos'tan itibaren Johannesburg'un yakınındaki KDC GoldFields'in şirketlerin bulunduğu yerde, çalışan işçilerin çoğunluğu olan 46 bin maden işçisi greve başladı. Bu tarihten itibaren birçok büyük maden ocağı işçisi onlara katıldı. Bunlar arasında Güney Afrika altın üretiminin bir numaralı şirketi AngloGold Ashanti'ye ait olan maden ocaklarının işçileri de var.

Rejim ve madencilik tröstleri, bugün Lonmin'in gerilemesinin yol açacağı grevin bulaşıcılığından endişeleniyor. Hareketin kalbi olarak kalan Rustenburg maden havzasında sıkıyönetim kanunları çıkarıldı.

Ancak maden işçileri, hatta talepleri bir oranda yerine gelen Marikana işçileri, Nkaneng'de 19 Eylül'de gerçekleşen ayaklanmaya tanık olarak, ayrıca 15 Eylül'de polis saldırısında yaralanan sevilen bir belediye konseyi üyesinin ölümünün açıklanmasından sonra, ya da d'Anglo Platinum işletmesine yayılan ayaklanmalara tanık olarak, göz korkutmayı hiç elden bırakmadılar: Her iki ayaklanmada da baskı güçlerinin zırhlı araçları, uzak bir yere çekilmeye zorlanarak devrildi ve yakıldı.

Maden işçileri bu hareket süresince, geçmişte Apartheid (Güney Afrika'da uygulanan ırkçı ayrımcı yönetim) döneminde yaptıkları mücadelelerle edindikleri büyük bir politik saygınlık, ekonomik ağırlık kazandılar ve sayılarının artışı kadar kararlılıklarını ve örgütlenme kapasitelerini de ispatladılar. Kısacası kontrol edilemeyen bir krize batmış durumdaki burjuvaziyi korkutacak ve ondan çok daha fazla şeyler koparacak olanaklara sahipler. LO (28.09. 2012)

Madenciler, platin tröstlerini dize getirdi

Grevin başlamasından tam 5 ay sonra, platin maden havzalarının kalbi Rustenburg'da, 2010 Dünya Kupası için inşa edilmiş dev statlardan birinde, on binlerce maden işçisi oylarını işe dönmeden yana kullandı. Geçen hafta bütün bölgede, kendilerine sunulan anlaşmaları değerlendirmek için yapılan mitinglerde anlattıkları gibi, işe dönmeyi kendi şartlarına göre kabul ettiler.

Anglo-American, Lonmin ve Impala gibi üç büyük tröstü dize getirerek, 70 bin grevci, başları dik bir şekilde eylemlerine son verdi. 5 aydan beri tröstler, onları hor gördü ve mantıksız talepler öne sürerek ülke ekonomisini çökertmekle suçladı. Ve yine 5 ay boyunca, bu tröstler, grevin çürümesi ve grevcilerin yorulması için çalıştı. Ama nafile!

Grevciler dayandı. Hem de, kamplarının ve maden ocaklarının yer aldığı bölgelerin etrafında sürekli bulunan aşırı silahlı polislere ve provokasyonlara rağmen. Sonunda, büyük maden patronları tükürdüklerini yalamak zorunda kaldı.

Madenciler, istedikleri aylık 12 bin 500 randı (870 avro) elde edemeyecek olsalar da 200 avro civarında bir zam elde edip üç yıl içerisinde işe başlama ücretini 7 bin 960 randa çıkarttılar. Yani %60 zam aldılar. Ek olarak aldıkları tüm ikramiyeler, hayat pahalılığı endeksine göre artacak.

Diğer yandan grevciler, işbaşı yapmadan önce 17 Haziranda gerçekleştirdikleri toplantılarda iki şart koştular; grev nedeniyle işten çıkarılan herkes geri işe alınacak ve onlara işbaşı ikramiyesi verilecek. İlk istekleri yerine getirildi ve işten atılan 283 madenci yeniden işe alındı. İkinci istekleri çerçevesinde ise ikramiye uygulanma tarihi 1 Temmuz 2013'ten itibaren başlayacak ve böylece bütün grevciler, en az 490 avro olmak şartıyla, ikramiyelerini alacak.

Grev boyunca yaşananlar arasında madencilerin; polis şiddeti, şirketlerin kiralık katillerinin kurbanlık koyun gibi insanları öldürmesi, maden patronları ve hükümetin medya aracılığıyla yürüttüğü nefret dolu kampanya ve aynı zamanda, hükümete bağlı olan ana merkezi sendika Cosatu'nun düşmanlığına karşı koymak zorunda kalmaları dikkate değer. Madenciler, tüm bunları göğüsleyip büyük bir zafer elde ettiler.

Çünkü Cosatu yöneticilerine göre platin grevcileri affedilemez bir suç işliyordu. Zaten Ağustos 2012'de 34 grevcinin polis tarafından öldürüldüğü Marikana Katliamı'ndan sonra, Cosatu'ya bağlı madenci sendikası NUM'a karşı koyarak, büyük bir grev dalgası yaratarak hata etmişlerdi. Sonrasında, merkezi sendikadan bağımsız olarak kurulan AMCU sendikasına topluca üye oldular. Bu sene grevi AMCU yönetirken, NUM platin sektöründe yeniden örgütlenemiyor ve başka maden sektörlerinde de AMCU'ya da yer vermek zorunda kalıyor.

Cosatu yöneticilerinin ve ona bağlı olan sendikaların düşmanlığı yüzünden -AMCU'nun yönetiminin konformizmi yüzünden de- platin grevcileri, mücadelelerini dışlanmış bir şekilde devam ettirmek zorunda kaldılar. Ve tüm bunlar, gerek iş yerlerindeki sömürüye, gerekse gecekondu mahallelerindeki yoksulluğa karşı, birçoğunda katılımın yüksek olduğu mücadelelerin verildiği bir ülkede gerçekleşti.

Bu dışlanmaya rağmen madenciler, Güney Afrika tarihinin en uzun grevini yürüttü ve kazandı. Dünyanın en zenginleri arasında olan tröstler karşısında, birlikte ve kararlı bir şekilde yürütülen eylem, gücünü gösterdi. LO (27.06.2014)

Kitleler Marikana'da ölenleri unutmadı

Güney Afrika hükümeti, 16 Ağustos 2012'de Marikana'daki platin madeni Lonmin'de öldürülen 34 grevci maden işçisinin hangi şartlarda öldürüldüğüne ilişkin Farlam Komisyonunun hazırladığı raporu üç aylık gecikmeden sonra yayınladı.

Raporda fazla rahatsız edici şey yok. Temel olarak, ek araştırma gerektiğine vurgu yapıp grevcilerin uyguladığı sözde şiddetten bahsederek, sendikanın grevi kontrol edemediği, Lonmin'in personelini korumak için gerekli önlemleri almadığı ve yerel ve bölgesel polisin yetersizliği dile getiriliyor.

Raporun ANC (Afrika Ulusal Kongresi) üst düzey yöneticileri arasında bu kadar tepkilere yol açması, çok yakıcı bir konuyu yeniden gündeme taşımasından. Bu konu yüzünden o zamanlar Güney Afrika maden alanında en büyük grevler yaşanmıştı. 646 sayfalık raporun çoğundaki ikiyüzlü, muğlak hukuki ifadeler dışında somut bazı şeyler anlatılıyor.

Dönemin asker ve polis şeflerinin utanç verici yalanlarını, çarpıtmalarını ve gerçek sorumluluklarını ört bas etmek için yaptıklarını anlatan onlarca sayfa var. Rapordaki onlarca şahit ifadesi, çok açıkça para babaları, siyasetçiler devletin üst bürokratları arasındaki suç ortaklıklarını, yoksullara nasıl birlikte saldırdıklarını, yoksulları nasıl hor gördüklerini, canlı bir şekilde gözler önüne seriyor. Özcesi iktidara gelen ANC hükümetinin, Güney Afrika'da yolsuzlukları nasıl yaydığını ve genel uygulama haline dönüştürdüğünü somut bir şekilde ortaya koyuyor.

Raporda yıldız gibi parlayanlardan biri de yakın zamanda başkan yardımcısı koltuğuna oturtulan ve büyük bir olasılıkla başkan Jacob Zuma'nın varisi olacak olan Cyril Ramaphosa'dır. Ramaphosa, madenciler sendikasının eski kurucularından olup ırk ayrımcı rejiminin yıkılmasından sonra ülkenin en zenginlerinden biri oldu. Lonmin'de madencilerin katledildiği gün, Lonmin maden yürütme kurulu koltuğunda, hisselerin %8'ine sahip bir üye idi.

Farlam Raporu, Ramaphosa'nın Lonmin sorumlusu olarak, ANC'nin hükümet çevrelerindeki ilişkilerini nasıl kullandığını, Marikana grevinin bir cinayet şebekesi olarak ilan edilmesini sağladığını ve katliamdan bir gün önce grevi en kısa sürede bitirmek için yerel polis güçlerinin "tüm olanakları" kullanmaları için yönlendirdiğini anlatıyor.

Sonuçta Farlam Raporu, kendi mantığı çerçevesinde hareket ederek Ramaphosa'nın katliamda sorumluluğu olmadığını belirtiyor ve Lonmin madenin ortaklarından birinin ilişkilerini kullanıp kendisine zarar veren bir grevi bitirmek istemesinin normal olduğuna vurgu yapıyor. Kazanç hırsı ile tutuşan bir burjuvazi için kokuşmuş dünyalarında, kârlarını korumak için her türlü katliamı normal bulmalarında bir sorun yok!

Rapor devleti haklı çıkarmak mantığıyla hazırlandığı için sonuçta da ikiyüzlü davranma zorunluluğuyla karşılaştı. Ama içeriği nedeniyle kitleler arasında çok hızlı ilgi görmesi de rastlantı değil. Çünkü satır aralını okumasını bilenler için açıkça, Güney Afrika iktidarını tartışılmaz bir şekilde mahkum ediyor.

Çünkü kitlelerin büyük çoğunluğu feci bir yoksulluğa sürüklendi, bu ortamda şiddet, günlük yaşamın bir parçası haline geldi ve her yürüyüş, her grev, yoksulların saflarında ölümlerle sonuçlanıyor. LO (24.07.2015)

Nelson Mandela; ırkçılığa karşı mücadelenin sembolü ve Güney Afrika burjuvazisinin geçiş aleti

Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC) eski önderi ve 1994-1999 yılları arasında Cumhurbaşkanı olan Mandela çok ağır hasta. Mandela birçok kişi için Güney Afrika nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan siyah kitlelerin azınlıktaki beyaz burjuvazinin hakimiyetine karşı yapılan 40 yıllık mücadelenin sembolü.

Sadece beyazlardan (Afrikaner) oluşan Ulusal Parti'nin 1948'deki seçim zaferinden sonra oluşturulan Irk ayırımcı rejimi (Apartheid) şiddet ve ötekileştirmeye dayanıyordu ve bütün ekonomik zenginlikleri tekelinde bulunduran beyazların, ülkenin yoksulları ve emekçileri olan siyahları iktidardan uzak tutmasını amaçlıyordu.

Siyah ve melezler, 40 yıl boyunca Bantustan denen kapalı alanlarda ve kent varoşlarındaki gettolarda (gecekondu bölgeleri) esir kamplarını andıran yerlerde kalmak ve beyazların olduğu bölgelere girip çalışabilmek için özel bir kimlik taşımak zorundaydı. 40 yıl boyunca bu kitlelere karşı baskı, hor görme, cop darbeleri, hapis cezaları ve işkence, hükümet yöntemi olarak uygulandı.

Bu yasal baskı ve kabul edilemez ayrımcılığa karşı isyanlar hiç durmadı. Öğrenci gençler, 1976 yılında Soveto'da baskı güçlerine karşı ayaklandı. Ardından 1984 ile 1986 yılları arasında madenciler, çok büyük mücadele ve grevlerle baskılara karşı koydular.

İktidar, durum çok tehlikeli olmaya başladığı için uyguladığı şiddetli baskıların yeterli olamayacağını görerek Apartheid karşıtı muhalefet ile görüşmeler başlattı. Amaç görüşme yoluyla bir çözüm bulmaktı. Çünkü isyanlar, grevler, bütün kitlelerin, özellikle de işçi sınıfının, sınıf olarak katıldığı devasa bir isyana dönüşüp burjuvazinin ve ortakları emperyalist güçlerin sömürü yoluyla elde ettikleri devasa zenginliğe son verebilirdi.

İşte bu görüşmeler yoluyla bulunan çözüm ANC ve önderleri ve Mandela ile beyazların ırkçı Ulusal Partisi arasında gerçekleşti. Uzun yıllar boyunca Apartheid karşıtı güçlerin ve işçi sınıfının mücadelesi ile isyanına önderlik etmiş olan yurtsever siyahlar partisi, artık "ılımlı" bir siyaset uygulayarak kitleleri iktidardan uzak tuttu. İktidar, önce bazı ırkçı yasalara son verdi ve Mart 1990'da ANC ile resmen görüşmeleri başlattı. Haziran 1991'de ise Apartheid rejimi resmen yürürlükten kaldırıldı.

Sonuç itibarıyla Güney Afrika burjuvazisi, siyah kitlelerin isyanını göz önünde bulundurarak temel çıkarlarını ve hakimiyetini koruyabildi. 1992 yılında beyaz başkan Klerk'in, beyaz nüfus arasında tertiplediği referandumda aldığı kararlar %69'luk bir çoğunlukla onaylandı. Dünya burjuvazisi ise Mandela'ya teşekkür etmek için ona ve Klerk'e Nobel barış ödülünü verdi. Nisan 1994 seçimleriyle de Mandela başkan seçildi. Ardından ANC ve milliyetçi Zulu partisi bir koalisyon hükümeti oluşturdu.

Ancak yoksulluk ortadan kalkmadı. Afrika'nın en zengin ülkesi olan Güney Afrika'da siyah küçük ve büyük burjuvazisi için yeterli bir alan vardı. Mandela ve ANC yöneticileri, burjuva devleti ile işbirliği yapıp ayrıcalıklı siyahların yüksek mevkilere gelmesini ve zenginleşmesini sağladılar. Ama aynı şey yoksul kitlelerin çoğunluğunu oluşturan siyahlar için geçerli değil. Onlar fiili bir ırk ayırımcılığı yaşıyorlar. Ve yeni devletin de baş düşmanı, hakkını arayan emekçiler olmaya devam ediyor.

En son Ağustos 2012 madenciler grevinde, 32 madenci patronların kârını koruyan siyah polisler tarafından öldürüldü. Ardından ANC üyesi siyah bakanlar, polisi savundu ve madencileri mahkum etti. Maalesef Mandela ve ANC Apartheide son vermiş olsalar da renk değiştiren sömürünün devam etmesine katkıda bulunuyorlar. LO (04.07.13)

Nelson Mandela; Apartheid'e (ırk ayırımcı rejim) karşı mücadeleden beyaz burjuvazi ile anlaşmaya

Nelson Mandela'nın, çok sayıda devlet başkanını bir araya getiren cenaze töreni, burjuva yöneticilerinin çok sevdiği kendini beğenmişlik ve riyakarlık sergilemelerine fırsat oldu.

1918'de Xhosa kabile aristokrasisinin önemli bir ailesinde doğan Nelson Mandela, avukat olmasını sağlayan üniversite eğitimi alabilen küçük bir siyah seçkin topluluğun parçasıydı...

Siyahlar ve beyazlar (nüfusun %20'sinden az) arasında uçurum yaratan Apartheid rejimi, Ulusal Parti tarafından yönetildi. Çok zengin maden sahibi de olsa, basit bir çalışan ya da vasıflı işçi de olsa, rejim, bütün beyazlar arasında çıkar ortaklığı olduğuna inandırıyordu.

Aynı şekilde, Madela'nın 1944'de üye olduğu ANC (Afrika Ulusal Kongresi), toplumu yönetecek yeni bir burjuva düzen kurmak isteseler de, tarım işçisi, madenci veya hizmetçi de olsalar, bütün siyahların çıkarlarının aynı olduğunun fikrini savunuyordu. ANC'deki arkadaşları Walter Sisulu ve Oliver Tambo gibi Madela da, komünizmden uzaktı ve Güney Afrika işçi sınıfının kendi çıkarları temelindeki bir politikayla harekete geçmesini istemiyordu. Mandela özgeçmişinde anlattığı gibi: "Komünist Parti'nin mitinglerini bile böldüm. Kürsüye koştum, flamaları söktüm ve mikrofonu elime aldım."

1948 yılında resmileşen Apartheid rejimi korkuçtu. Devlet, halkı dört kategoriye ayırıyordu: Beyazlar, Hintliler, Renkliler ve Siyahlar. Daha kalabalık olmalarına rağmen siyahların neredeyse hiç hakkı yoktu. Ülkenin sınırlı bölgelerinde yaşıyor ve "beyaz" bölgelere sadece gündüz çalışmak için gidebiliyorlardı. Akşamları ise "township" diye adlandırılan gecekondu mahallelerine dönmek zorundalardı. Ülke içinde dolaşmak için bir iç pasaporta ihtiyaçları vardı ve seçme hakkı ellerinden alınmıştı. Devlet ırkçılığının insaniyetsizliği "ahlâksız" yasayla görülüyordu, farklı kategori üyelerinin arasında cinsel ilişki ve evlilik yasaktı.

Maden ve sanayi üretiminin gelişimiyle büyüyen işçi sınıfı, beyaz burjuva azınlığın diktatörlüğünü kabul etmiyordu. 1950'li senelerde, Apartheid'in bazı düzenlemelerine ya da tamamına karşı birçok grev ve eylem gerçekleşti. Mandela, işçi kitlesine güvenmiyordu. "ANC'nin sadece kendi düzenlediği kampanyalara katılması gerektiğini düşünüyordum" sözlerini yazdı ve çok kez ANC yöneticileri, kontrol edemedikleri grevleri sabote etti. Ancak, Komünist Parti'nin Stalinist yöneticileri ve bazı sendikalar, ANC'nin egemenliğini kabul ettiğinde, siyah işçiler üzerindeki etkileri arttı. Milliyetçi bir politika seçerek, Apartheide karşı kitlelerin savaşının başına, işçi sınıfının geçmesi ihtimaline sırtlarını çevirdiler.

ANC, beyaz rejime iktidar paylaşımını görüşmesi için yalvardı. Ama tam tersine devlet baskı rejimini sertleştirdi ve polisin 69 kişiyi öldürüp yüzlerce kişiyi yaraladığı 1960 Sharpeville eyleminde olduğu gibi bütün eylemleri bastırdı. ANC, yasa dışı örgüt ilan edildi. On yedi ay saklandıktan sonra, 1962'de Mandela tutuklanıp Rivonia davasında, biri beyaz beş başka militanla müebbet cezası aldı.

Kıtanın en önemlisi olan Güney Afrika işçi sınıfı, büyük grev mücadelelerine 1970'li yıllarda tekrar başladı. Yanına, 1976'da Soweto gecekondusunda ayaklanan öğrenci gençliği de sürükledi. Polis onlarca insan öldürerek yine eylemleri bastırdı ama katliamlar hareketi durduramadı. 1970'li yılların sonları ve 1980'li yıllar, hem patron sömürüsüne hem de politik baskıya karşı başlatılan birçok grev gördü. Geri adım atmaya başlayan patronlar, baskılar sonucunda, siyah sendikaları tanımak ve görüşmek zorunda kaldı. Gecekondular, beyaz yetkililer için yönetilemez hale geldi ve üstelik beyaz gençlik, siyah işçilere yapılan baskılara katılmak istemiyordu.

Devletin artık gittikçe kontrolünden çıkan ve kapitalist egemenlik için tehlikeli bir hal almaya başlayan bu durum, çokuluslu madencilik şirketlerini ve Amerikan emperyalizmini, 1985 yılında Mandela'nın cezaevi hücresinden sürekli ilettiği taleplerine olumlu cevap gelmesi için harekete geçirdi. Önceleri bu görüşmeler tam bir gizlilik içerisinde gerçekleşti ve ne hükümet ne de ANC'ye bağlı siyasi işçiler -ki bu görüşmeler büyük bedel ödeyerek gerçekleştirdikleri mücadeleden kaynaklanıyordu- haberdar edildi. Mandela, siyah kitlelerin sırtına basarak beyaz burjuvazinin yeni siyasetini temsil eden Başkan F. De Klerk ile, tavizler vererek uzlaştı. 1990'da Mandela serbest bırakıldı.

Siyah halkın seçilme hakkını kazanabilmesi için 4 yıl daha süren grev ve isyanlar gerekti. 1994'te Mandela'yı iktidara taşıyan yeni rejim, burjuvaziye tüm güvenceleri verdi: Seçim sonuçlarına bakılmadan, önceden alınmış kararlara göre iktidar sandalyeleri bir yandan ANC ve ortakları Komünist Parti ve sendika yöneticileri ve diğer yandan ise Ulusal Parti başkanı De Klerk ve ortakları İnkhata siyahileri arasında paylaşıldı.

Mandela, bir sürü numara çevirerek, çoğunluğu oluşturan siyah kitlelerin Aparthheid partisi olan Ulusal Parti'yi kabullenmesini sağladı... Mandela, verdiği hizmetlerin karşılığı olarak, büyük güçlerin desteğini aldı ve böylece de De Klerk ile Nobel Barış ödülünü kazandı. En nihayet Ulusal Parti, ANC'ye katılıp siyah burjuvazi ile birleşerek hakim sınıfı oluşturdular....

Bugün, ırk ayırımcı rejiminin resmen son bulmasından 20 yıl sonra, siyah halkın çok küçük bir azınlığı büyük servetler edinip burjuva sınıfına katıldı. Yeni büyük burjuvaların çoğunluğu, ANC saflarından geliyor... Apartheide karşı esas mücadeleyi veren ve esas bedeli ödeyen yoksul siyah kitleler ise eskisi gibi yoksulluk içerisinde. Şimdi ise onlara uygulanan baskı, siyah polis tarafından yapılıyor. Artık kemer sıkma siyasetinin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu siyah bakanlar anlatıyor. Siyah kitleler, eskisi gibi insanlık dışı çalışma, yaşam ve barınma şartlarında yaşamaya mahkum...

Mandela'nın ulusalcı siyaseti, Komünist Parti ve sendika bürokrasisi desteğiyle gerçekleşti ve bu siyaset, işçi sınıfına yaramadığı gibi yine kapitalistler tarafından sömürülüyor. Güney Afrika'da geleceği temsil eden tek mücadele hem beyaz hem siyah sömürücülere karşı olan mücadeledir. LO (13.12. 2013)

NUMSA, kızıl sendikadan kızıl partiye mi?

338 bin Metal İşçileri Ulusal Birliği (NUMSA) üyesinin, 7 Kasım 2014'te, Güney Afrika Sendikalar Birliği'nden (Cosatu) atılması şaşırtıcı değildi. Cosatu içerisinde yaşanan fikir ayrılıkları, yıllardır olmasa bile aylardır konuşuluyordu. Ancak işçi sınıfının resmi hareketinin içerisinde böylesi bir biçimsel ayrılık, yaşandığı günden beri sarsıcı bir etki yaratıyor.

Ülke siyasetindeki bölünmeler önem teşkil ediyor; sendika federasyonları, iki siyasi partili iktidarın ayrılmaz parçası olarak ülke yönetimine katılıyor. Dolayısıyla bu üçü arasında yapılmış anlaşmanın da taraflarından biri. 20 yıldır, Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ve Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile iktidarı paylaşmış olan bu yapı (Cosatu), şu an bölünmüş durumda.

Gerçekte, NUMSA, Cosatu'yu oluşturan 18 sendika federasyonu içinde en güçlü ve en mücadelecilerinden biri: 2.2 milyon üyesi var. Kendi kendini "Marksizm ve Leninizmin ilkelerine uygun", "kızıl" bir sendika ilan etmiş ve Cosatu ile bağlantılı 7-8 sendikanın da resmi desteğine sahip. Bu durum, NUMSA'yla beraber 1 milyona yakın işçinin de Cosatu liderleri ile açık bir anlaşmazlığa düştüğünü gösteriyor.

Ancak, sendikalarının liderleri ve ANC tarafından hayal kırıklığına uğratılmış yüz binlerce işçi, hala NUMSA'yı manevi olarak destekliyor. NUMSA, 2012'de Marikana'da platin madeni işçilerinin grevi sırasında yaşanmış katliamdan sonra Maden ve İnşaat Birleşik Sendikası'na (AMCU) katılmış 50.000 maden işçisinin örgütlülüğüne güveniyor olmalı. İşçiler Cosatu'ya bağlı Ulusal Maden İşçileri Sendikası'nın ihanetine uğramışlardı. Az sözü geçen ancak çok köklü bir "rakip" sendika federasyonu olan 1985'te kurulmuş AMCU üyesi Nactu, NUMSA ile dayanışma ilan etti.

Öyleyse sorulması gereken soru şudur: Bu koşullar altında Cosatu liderleri neden NUMSA'yı "aforoz" etmiştir? Bundan paçalarını kurtarabilecekler mi? Güney Afrika işçi sınıfı için bu ayrılığın sonuçları ne olacak?

ANC ile bağları koparmak

İhracın asıl sebebi, tahmin edileceği üzere, NUMSA'nın üyeleri arasında düzenlediği 20 Aralık 2013 tarihli toplantıda aldığı ANC'den ayrılma kararı. 2014 genel seçimlerinden 4 ay önce düzenlenen bu toplantı, "ANC azizi" Nelson Mandela'nın ölümünden yalnızca 15 gün sonra yapılmıştı.

NUMSA sözcüleri ANC'den ayrılma sebebi olarak 2012'de Marikana'da Lonmin platin madeni işçileri grevi katliamını, yozlaşmayı, ANC'nin "neoliberal" olarak adlandırdıkları ekonomi politikalarını, ANC tarafından atılmış "fazla ileri" adımları ve son olarak tüm NUMSA üyelerinin endişe duymasına sebep olan, partinin "Özgürlük Tüzüğü"ne olan bağlılığını yitirmesini gösterdiler.

Özgürlük Tüzüğü, 1955'te ulusal düzeyde onaylanmış Apartheid karşıtı özgürlük hareketinin reformist programıydı. Doğal olarak, Özgürlük Tüzüğü, NUMSA'nın kendisini tanımladığı şekilde "kızıl sosyalist bir sendika" için pek de devrimci olmayan bir tüzük. NUMSA'nın sözcülerinin belirttiği gibi, tüzüğün, kapitalist bir çerçevede bile olsa, ulaşılabilir olan amaçlarından hiçbiri henüz başarıya ulaşmadı.

İşin tuhafı, ANC, tüzüğün 60. yıldönümü için olan o yıl bir söz vermişti, tüzüğün amaçlarını yerine getirmeye olan bağlılığını yenileyecekti. Yavan tüzüklerinin sınırlarına rağmen daha kat edecekleri çok yol vardı!

Örnek olarak, 20 yıllık ANC iktidarında toprakların yalnızca % 7'si, tüzükten alıntılayacak olursak "topraklarda çalışanlar arasında bölünmek üzere" beyazların özel mülkiyetinden alınmıştı. Şüphesiz, kimsenin "istediği toprağa sahip olma hakkı" yoktu, bu sebeptendir ki "yasadışı" toprak istilası, son dönemde gitgide artıyordu. Ücretin alt sınırı yoktu; iş simsarları (özel iş bulma acenteleri) "eşit emek için eşit ücret" uygulamasının işlemediğinden emindiler. Ayrıca toprağın altındaki maden kaynakları, bankalar ve tekelleşmiş şirketler, Özgürlük Tüzüğünün söz verdiği gibi, kamulaştırılmadı. Elbette kamulaştırılmayacak.

NUMSA, Aralık 2013'te gerçekleşen olağanüstü kongresinde işçi sınıfı için yeni bir parti oluşturulması imkanını yaratacaklarını belirtmişti, çünkü ANC ve SACP, ahlaken ve siyasi olarak o kadar yozlaşmış durumdaydı ki işçi sınıfının ve yoksulların çıkarlarını temsil etmekten endişe verici düzeyde yoksunlardı. Bu açıklama, NUMSA'nın en önemli hareketi ve beyanı. Bugüne dek NUMSA yapacağını söylediği her şeyi gerçekleştirdi ve bu konuda yaptıkları da detaylı bir şekilde incelenecek.

Cosatu'nun, NUMSA'yı ihraç etmesinde, NUMSA'nın ANC ile yaşadığı ayrılık ve yeni bir partinin kurulmasına önayak olması haricinde başka "geçerli" sebepleri vardı. NUMSA, rakip sendikaların işçilerini kendi sendikasına çekmekle suçlanıyordu. Ancak NUMSA o dönem, başka sektörlerde de üye kaydı yapabilmek için çalışma alanlarının genişletilmesi yönünde çoktan hükümetin Çalışma Bakanlığı'na başvurmuştu. Bu başvuruları, ihraçlarından bir ay önce kabul edilmişti.

Son olarak, Cosatu içerisinde hizipçilik vardı. Bugün Cosatu liderleri çoğunlukla, şu an hükümette olan Zuma rejiminin (şimdilik) yeminli sadıklarından oluşuyor ve birçoğu aynı zamanda, rejimin "siyasi ilham perisi" -oldum olası Stalinist- Güney Afrika Komünist Partisi'nin de sıkı destekçisi. Cosatu'nun başında bugün S'dumo Dlamini var, kendisi Ulusal Sağlık, Eğitim ve Birleşik İşçi Birliği Sendikası'ndan (Nehawu) eski bir hemşire. Dlamini'nin büyük destekçisi, Stalinist Frans Baleni de aynı zamanda Ulusal Maden İşçileri Sendikası'nın (NUM) başkanı. Ulusal Maden İşçileri Sendikası'nın bugün 300.000'e yakın üyesi var ancak sendikanın itibarı, Marikana olayları sırasında oynadığı "hain" rol yüzünden, platin madeni işçileri arasında itibarını yitirmiş durumda.

Baleni, SACP'nin (Güney Afrika Komünist Partisi) merkez komitesi üyesi. SACP merkez komitesi, S'dumo Dlamini, ANC genel sekreteri (aynı zamanda NUM eski genel sekreteri) Gwede Mantashe, Nehawu "yiğit"lerinden Fikile Majola'nın da içinde bulunduğu 11 üyeden oluşuyor. Merkez komitenin bugünkü görevi ise hükümetin yaptığı her şeyi sorgulamadan onaylamak.

Bu Zuma-SACP'nin sadık önderleri 2013'te, sorun çıkaran Cosatu genel sekreteri Zwelinzima Vavi'den kurtulma girişiminde bulundular. Vavi, hükümete yaptığı sert eleştiriler yüzünden dikkat çekiyordu. Vavi'ye tuzak kuruldu ve kendisi tecavüzle suçlandı ancak bir süre sonra hakkındaki suçlamalar düşürüldü. Daha sonra, bir önceki Cosatu ofisinin satışında sahtekarlık yaptığı iddiasıyla boş yere suçlandı. Sahtekarlık suçlamaları, mahkeme tarafından reddedildi ancak Vavi, bir çalışanı ile rızaya dayalı cinsel ilişkiye girdiğini kabul etti. Bu sebeple disipline sevk edildi ve üyeliği donduruldu. Vavi'nin üyeliğinin dondurulması Cosatu'da çatlaklara sebep oldu: "Vavi yanlısı" sendikalar ve "Vavi karşıtı" sendikalar olarak. Başka bir deyişle, çatlak, Numsa liderlerinin "burjuva ANC hükümeti" olarak adlandırdıkları yozlaşmış yapıya karşı ayaklanmaya hazır olan sendikalar ve "kukla" sendikalar arasındaydı.

Cosatu içerisindeki üzücü rekabet yüzünden, Vavi sürekli ihraç edilme tehdidi altındaydı ve aynı sebeplerden de hakkında açılan davalar mahkemelerde ve kerameti kendinden menkul ANC arabulucuları arasında bir ileri bir geri gitti. NUMSA her zaman Vavi'nin yanında oldu ve onu savundu. Bu affedilmez bir suçtu. 7 Nisan 2014'te, tam genel seçimden önce ve işlerine geldiği için Vavi görevine geri döndü.

Ardından Vavi, bir hata daha yaptı. Seçimlerde, ANC-SACP ittifakıyla ilgili doğrudan bir fikir beyan etmedi, hatta hiçbir fikir beyan etmedi. Koltuğunda oturdu ve çenesini kapattı. Cosatu'daki mevkisini korumada bu kadar endişeleniyor olmasaydı belki ağzını açmaya ve gerçekleri söylemeye cesaret edebilirdi. Ama yapmadı. Numsa'nın ihracından sonra da tavrı belirsizdi ki ihraç kararının verildiği toplantıya da katılmamıştı. Evet, ihraca karşıydı ancak yine de NUMSA hatalıydı çünkü başka sendikaların çalışma alanlarından üye çalmıştı...

Vavi'nin çok önemli birçok durumda yine aynı hatalı tutumunun unutulmaması gerekiyor: Marikana'da maden işçileri kurşunlanırken bu olayın sorumlularının polis, hükümet ve ANC ile NUM olduğunu reddetti, durumun tümüyle madenlerdeki kötü koşullardan kaynaklandığını söyledi. O dönem bu açıklaması yüzünden eleştirildi ve kendisini eleştirenlere hiçbir zaman tatmin edici cevaplar veremedi. Kaderin cilvesiydi ya, üyeliği dondurulduğu sıralarda zaten Zuma ve etrafındaki sendikalara yönelik eleştirileri hız kesmeye başlamıştı. NUMSA temsilcisi Karl Cloete'nin yerel bir radyo kanalına verdiği röportajda; Vavi'nin Güney Afrika başkanı olmasını umduğunu açıklaması ne üzücü.

2014 yılı boyunca NUMSA'nın ihracı için epey bir gerekçe biriktirildi. Hükümetin, SACP ve ANC'nin önemli isimleri ihraca aracılık etti. Bu isimlere başkan temsilcisi Cyril Ramaphosa da dahildi ki NUMSA üyelerinin çoğu kendisinden nefret ediyordu. Cosatu'nun tüzüğüne göre bir sendikadan ihraç söz konusu olduğunda, olağanüstü kongre toplanmalıydı. Federasyona bağlı sendikalardan 9'u olağanüstü kongre çağrısında bulunmasına rağmen kongre asla toplanmadı. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Cosatu'nun idarecilerinin tavrı, kendi tüzüklerine aykırıydı. NUMSA'ya karşı takındıkları tavırda, yasalara uygunsuzlukla yüzleşmek haricinde hiçbir şekilde geri adım atmıyorlardı.

Ne kadar az o kadar iyi...

Son kozlarını, 7-8 Kasım 2014'te, tüm sendikaların katılımıyla toplanması istenen olağanüstü kongre yerine özel bir "yönetim kurulu" toplantısı düzenlediklerinde oynadılar. NUMSA'nın ihracı toplantının önceden belli sonucuydu. Yine de her zaman diplomatik olan NUMSA genel sekreteri, Irvin Jim, kurula, federasyon birliğinin neden bozulmaması gerektiğini anlatan 3 saatlik bir konuşma yaptı.

Sonuç, bir sonraki sabahın erken saatlerinde belliydi: 33 üye ihraç yönünde oy verdi, 24 üye ise ihraca karşı çıktı. NUMSA federasyondan atıldı.

Ve işte şimdi, birbirleriyle kavgaya hazır iki ayrı gruptaki işçi sınıfı liderleri arasında başlamış olan savaş artık herkesçe biliniyordu ve belki de hiçbir zaman çıkmayacak bir leke bırakıyordu ülke tarihine. Taraflar belliydi: Bugün Cosatu'yu yöneten "işbirlikçi ve hainlere" karşı NUMSA ve 7-8 küçük sendika liderinden oluşmuş "gerçek devrimciler" NUMSA'nın müttefikleri 114 bin üyeli Tarım Gıda Sendikası Emekçileri (Fawu) tarafından yönetiliyor. Her ne kadar Fawu bu konuda temkinli davranmış olsa da, Şubat 2014'te toplanan 3 günlük kurultay esnasında ANC'ye oy verin gibi bir karar almaktan kaçındı.

NUMSA ile dayanışmada bulunan diğer sendikalar: Güney Afrika Konfederasyonu ve benzer iş kolları sendikası (107 bin üyeli Saccwu Sendikası), İletişim Emekçileri Sendikası (18 bin üyeli CWU), Güney Afrika devlet personeli sendikaları (Sasawu, 114 bin üyesi var), Güney Afrika kamu sektörü sendikaları (Pawusa), Güney Afrika Hemşireleri Demokratik Sendikası (Denosa, 72 bin üyesi var), Güney Afrika Futbolcular Sendikası (Safpu)'dır. Özel bir konumu olan, sekizinci bir sendika daha var: Belediye Emekçileri Sendikası (Samwu, 180 bin üyesi var). Bu sendika, ilk başta NUMSA'yı desteklemişti. Ama sıra oylamaya gelince Samwu'nun 4 temsilcisinden üçü, görevlerini unutup karşı saflarda yer aldı. Yine de her şeye rağmen Samwu'nun birçok yerel örgütü, örneğin Doğu-Cap eyalet örgütü gibi, NUMSA'yı desteklemeye devam ettiler.

Fawu, Denosa, Pawusa gibi eyalet örgütlerinin 13 Kasım 2014'de yayınladıkları ortak bir bildiri ne düşündükleri ile ilgili bir bilgi veriyor. Bu bildiri, emekçilerin ekonomik durumunu anlattıktan sonra şunu ekliyor: "Sonuç itibarıyla çok öfkeli bir halkız. Dünyanın farklı ülkelerindeki yürüyüş rakamlarına bakıldığında dünyada en çok yürüyüş yapan ülke olup, yılda 1882 (örneğin 2014 yılında 2 bin) şiddetle dolu yürüyüş yapıldı. Bu yürüyüşlerde genellikle polis emekçilerin kanını akıtıyor. Dünya Ekonomik Forum örgütünün yaptığı yıllık son üç araştırmasına göre emekçilerimiz dünyanın en öfkeli olanı. Bu yıl, Price Waterhouse Coopers iş çevrelerimizi dünyanın en çok yolsuzluk yapan iş çevreleri olarak sınıflandırdı."

Ek olarak da Cosatu hükümete karşı izlediği uşaklık siyaseti nedeniyle felç oldu ve "gerçeği söylemek gerekirse, bu durum emekçileri Cosatu'da uzaklaştırdı. Emekçiler, Marikana'da katledilirken, 5 ay boyunca platin madeninde grevdeyken, ülke seviyesinde bir sürü izinsiz grevler yaşanırken; De Doorns'da emekçiler, insanca yaşanabilecek ücret almak için mücadele ettiklerinde (söz konusu grevler, 2012-2013'deki tarım işçilerinin grevidir) ve son zamanlarda PTT hizmetlerindeki emekçiler mücadele ederken Cosatu neredeydi? Zwelinzima Vavi'nin de belirttiği gibi Cosatu'ya bağlı sendikalardaki birçok yönetici ortaya çıkan yeni ekonomik Apartheidten yaralananlar arasında. Bu kişiler, iktidar ile var olan ilişkileri değiştirmek cesaretine sahip değiller."

Sonuçta bugün mücadele iki cepheden birlikte yürütülüyor. Bir yandan sendikal birliğin sağlanması için işçi hareketi içerisindeki hükümet taraftarlarına karşı mücadele var; diğer yandan ise işçi sınıfı için gerekli olan yeni bir işçi partisinin inşa edilmesi. Öyle bir işçi sınıfı partisi inşa edilmeli ki bu parti, işçi sınıfını devrim yoluna götürsün. 1994 yılından sonra Apartheid bitti ama işçi sınıfı için gerekli olan bir yola girilmedi. NUMSA'nın da programında belirttiği gibi: "Komünist hedeflerimizi ifade etmeliyiz: Herkesin yeteneklerine göreden, herkesin ihtiyaçlarına göreye ulaşılmalı."

NUMSA ilk aşamada Cosuta'dan ihraç edilmesini kabul etti. Çünkü ilk başta Vavi'nin, sonra da NUMSA'nın ihraç edilmesine karşı yasal süreç esnasında boşuna enerji ve zaman harcandı. Bu görüş Aralık 2014'de NUMSA'nın genel sekreter yardımcısının verdiği bir mülakatta açıkça ifade edildi. Ama NUMSA'nın müttefikleri, her şeyden önce konfederasyon içerisinde bir birliğin sağlanması amacıyla hukuki sürecin devam ettirilmesini istiyorlardı ve bu oldu. Ek olarak da Cosatu'nun bir olağanüstü kurultay düzenleyip NUMSA'nın resmen ihraç edilmesini belirten bir karar istiyorlar.

NUMSA'nın tarihi

NUMSA üyeleri en sonunda, ANC'nin efsanevi lideri Nelson Mandela'nın ölümünden 15 gün önce aldıkları bir kararla ANC ile olan ilişkilerini kesti. NUMSA üyeleri, kendi saflarında da dahil, yaygın bir şekilde ifade edilen ağlama ve sızlamalara aldırmadan, geçmiş ile olan bağlarını koparmaktan çekinmedi. Şimdi artık NUMSA üyelerinin çoğu şunu açıkça görebiliyor: ANC ve SACP, kitlelerin istediği sosyal haklara iğrenç bir şekilde sırtlarını döndüler ve iddia edilen mücadelenin esas odağı siyahilerin çoğunluğunun hakları değil. Gerçekte yaşanan; kitleleri sömüren, onları Apartheid şartlarından pek fazla farklı olmayan bir sefalet içerisinde yaşatmaya devam eden kapitalist bir düzendir. Apartheid rejimi, Mandela'nın yönettiği ANC tarafından "yumuşak" bir şekilde değiştirilmiştir. Aslında devlet düzeni hiçbir şekilde değiştirilmedi. Onlarca yıllık mücadeleler sonucu değişen tek şey, şimdi Apartheid hükümeti yerine, yolsuzlukların hüküm sürdüğü katil bir Jacob Zuma hükümetinin geçmesidir. 2012'de Lonmin ve Marikana platin madenlerinde grevci emekçilerin üzerine ateş açma emrini veren bu hükümet değil mi? Bugün elleri çok kanlı olanlardan biri de, o dönemde ANC'nin esas sorumlularından biri olan ve Lonmin madenlerinin en önemli hissedarlarından birisi olması nedeniyle Zuma'nın Başkan yardımcısı olan Cyril Ramaphosa değil mi?

Marikana katliamı, Güney Afrika solunun ve sendika militanlarının büyük bir çoğunluğu için şüphesiz ki bardağı taşıran damla oldu. Marikana'dan sonra safını seçmek, kimin ne olduğunu açıkça ortaya koydu.

NUMSA'nın kökeni Apartheide karşı 1980'li yıllarda yapılan mücadelelerden geliyor. NUMSA, Mayıs 1987'de otomobil ve metal sendikasının ve maden ile maden sanayilerine bağlı 4 sendikanın birleşmesi sonucu oluşturuldu. Bu 4 sendikanın kökenleri ise 1970'li yıllarda sendikal faaliyetlerin yasak olduğu dönemlerde "İşçi dayanışma sandıkları" adı altında yapılan gizli faaliyetlere dayanıyor. 1972-1973 yıllarındaki Durban grevlerinden sonra binlerce emekçi bu sendikalara katılmıştı. Örneğin metal sendikası 1973'te kuruldu. Ondan sonra da 1974'de bu metal sendikası, sendikalar arası ilişkileri sürdürme konseyini kurdu. Ardından da, 1979'da Fosatu'yu (Güney Afrika Sendikaları Federasyonu), yani bugünkü Cosatu'nun oluşumunu sağlayan birlik oluşturulmuştu. Sonuç itibarıyla Cosatu, kendisinin oluşturulmasını sağlayan örgütü, saflarından ihraç etmiş oldu!

Yukarıda da belirtildiği gibi NUMSA kendini, emekçilerin kendi kendilerini yönettiği "kızıl" bir sendika olarak tanıtıyor.

Bir yönetici kadro oluşturmak için üyeleri arasında seçtiği dar bir kadroya "M. Ngwenda ekibi" (NUMSA otomobil sendikasının eski başkanın ismi), sıkı bir eğitim verip hem sendikanın yönetimini hem de şimdi "sosyalizm için bir hareket" ismi altında, bir işçi partisi kurma projesi geliştiriyor.

Seçilen üyeler, siyasi eğitim almak için Marksizmin temel eserlerini okumakla yükümlü: Örneğin Lenin'in "Ne Yapmalı" eserini, ve ek olarak da Mao'nun, Stalin'in ve bazı çağdaş Marksizm veya enternasyonalizm karşıtı yazarların (Samir Amin, Charles Post, Leo Panitch veya Marta Harnecker gibi). Listeye kattıkları en son eser ise Mandel'in "Öncü Parti Üzerine" olan kitabıdır.

Toplumsal mücadele konuları her zaman emekçilerin kendi mücadelelerini yönetmesi açısından tartışılıyor. NUMSA'nın böyle bir şeyi gerçekleştirme olanağı var çünkü yaygın yerel örgütlerine ek olarak yetenekli temsilciler ağına sahip.

NUMSA "sosyalizm için bir hareket" inşa etmek ve "gerçek" bir işçi partisi oluşturmak için verdiği sözler amacıyla geçen yılın, yani 2014 yılının başında, bunları ve bir "Birleşik Cephe" başlatmak için konferanslar tertipledi. Bu girişimler SACP'nin eski bir yöneticisi olan Ronnie Kasrils'in ve ANC'nin eski askeri kanat önderlerinden biri olan Umkhonto weSizve'nin (son seçimlerde oy sandığına gitmeme çağrısı yapmıştı) destekleri nedeniyle büyük ilgi gördü.

Metal iş kolu grevi

Temmuz 2014'te NUMSA sözü edilen bu konuları bir kenara bıraktı, çünkü metal, çelik, elektrik, iletişim ve başka birkaç yan iş kolunu kapsayan 220 bin işçinin katıldığı süresiz bir grevi yönetmekle meşguldü. 1 Temmuz 2014'de başlayan ve 4 hafta süren bu greve hem küçük hem de büyük şirket işçileri ve ulusal elektrik şirketi Eskom işçileri katıldı.

Bu grev ücret zammı için yapıldı. NUMSA, ilk başta %15'lik ücret zammı istiyordu. Ama patronlar sendikası Seifsa ile iki buçuk aylık görüşlerden sonra ücret zammı %12 olarak belirlendi. NUMSA ek olarak, yapılan sözleşmelerden ister kadrolu ister kadrosuz tüm emekçilerin yararlanmasını, sözleşmelerin yıllık yapılmasını ve patronların güvencesiz şartlarda çalıştırılan işçi alımına son vermelerini istedi.

Seifsa ise 3 yılda bir yapılacak sözleşmeler ve neredeyse sendikanın grev hakkından vazgeçmesi anlamına gelen bir maddenin kabulünü istedi. Sonunda Seifsa %9'luk bir zammı ek 2 haftalık bir grevden sonra kabul etti ve diğer isteklerinden de vazgeçmedi.

Çok sıra dışı ve iddialı bir grev oldu. Grevin önemli hedeflerinden biri de sefalet ücretleri uygulayan ve işçilere çok kötü davranan orta boy iş yerlerini yani KOBİ'leri hizaya getirmekti. İşte bu nedenle de farklı büyüklükteki ve farklı iş kollarındaki işçilerin birlikte grev yapmasını sağladı. En başından itibaren bütün grevci işçilerin katılımını sağlayan militan bir grev oldu. İngiltere'de iş olsun diye yapılan ve 24 saati geçmeyen grevlere benzemiyordu. Süresiz bir grev olup bütün ülke çapında her tarafa müdahale edebilen ekiplerin de katıldığı, gereken yerlerde yolların kesildiği, yürüyüş ve mitinglerin de tertiplendiği bir grev oldu. Grev nedeniyle Toyota, General Motors ve Ford fabrikalarında parça eksikliklerinden dolayı bantlarda üretim durmuştu. Grev aynı zamanda, Eskom'un elektrik santrali yapımını, binlerce orta ve küçük işyerlerindeki, ambarlarda ve inşaatlarda üretim faaliyetlerini durdurdu.

Seifsa, grev 4 hafta sürdükten sonra görüşmeleri kabul etti. En düşük ücretler için 3 yıl boyunca yıllık %10 zam ve diğer ücretler için yine 3 yıl boyunca %7.5 ve 10 arasında ikramiye vermeyi kabul etti. Grev yasağı getiren maddeden de vazgeçti. Tüm bunlara ek olarak sipariş eksikliklerini daha önceden duyurmayı, ücretli doğum izni verilmesini, iki vardiya arasındaki sürede ek dinlenme zamanı gibi bazı başka hakları da kabul etti.

NUMSA, 29 Temmuz'da Seifsa ile bir sözleşme imzaladı. Ama bu grevin bittiği anlamına gelmiyordu. Çünkü birçok taşeron ve küçük iş yerlerinde çalışan işçilere lokavt uygulanmıştı. (Lokavt, greve çıkan işçileri işverenin topluca işten uzaklaştırmasıdır. Lokavt işçilerin işten çıkarılması değil, işveren tarafından çalıştırılmamasıdır. Lokavt süresince işçilerin iş sözleşmeleri askıda kalır.)

İşte bu şirketler, ani bir kararla Seifsa'nın onları temsil etmediğini ve bu nedenle de yapılan sözleşmeyi kabul etmediklerini duyurdu. Bazıları Neasa isimli bir KOBİ sendikasına üye idi ve bazıları da sonradan üye oldu. Bu şirketler, %10 gibi büyük bir ücret zammını ödeyemeyeceklerini duyurdu ve hatta bazısı, işçileri işten attı.

Lokavt 6 ay sürdü. Aralık 2014'de iş mahkemesi bu patronlara lokavt uygulamasından vazgeçmeleri ve işçilerine ücretlerini ödemelerini bildiren bir karar aldı. Bu kararın ardından bir sürü numara çevrildi ve birçok işçi de sudan bahanelerle ve grev yaptıkları için işten atıldı.

Yine de Neasa %10'luk ücret zammını kabul etmiyordu; Seifsa'nın kararının üye KOBİ'lere uygulanmaması için dava açtı ve kazandı. En sonunda NUMSA da temsil edildiği KOBİ'lerdeki ücret zammının %8 olmasını kabul etti. Oysa küçük iş yerlerinde çalışan emekçilerin ücretleri büyük iş yerlerine göre çok daha düşüktür.

Tabi ki grev bazı soruları gündeme getiriyor. Greve katılan tüm emekçiler İngiltere'ye kıyasla çok daha yüksek ücret zamları elde ettiler. Ama yine de en iyi ücret alan NUMSA üyelerinin bile ücreti 5 avro civarında ve düşük ücret alanların ise 2.5 avro civarında. Yani sonuçta %10'luk ücret zammı, fazla bir şey değil! En yüksek ücret alan işçilerin aylığı bile İngiltere'nin asgari ücretinin yarısından da daha düşük. Temel gıda maddeleri ise İngiltere'ye göre sadece %25-30 civarında daha düşük! Aslında esas sorun bu da değil. Neasa gibi saldırgan bir patronlar örgütünden gelmesi beklenebilecek tutumlara karşı gerekli önlemler neden daha önceden alınmadı? NUMSA'nın Seifsa ile ayrı sözleşme yapması, patronlara işçileri bölme olanağını yarattı ve lokavt uygulamasını da kolaylaştırdı. Üstelik Neasa, adli girişimlerini devam ettiriyor. Bu nedenle de NUMSA, kısa bir zaman sonra KOBİ'lerde çalışan işçilerle yeniden ilgilenmek zorunda kalacak.

Her şeye rağmen İrvin Jim, Temmuz sonunda sendikasının tartışılmaz bir zafer elde ettiğini duyurdu: "Kamuoyuna ve ülkenin tümüne, Seifsa'nın, yaptığı son önerinin emekçilerimizin döktükleri terin ve iyi bir ücret için verilen çetin bir mücadelenin bir ürünüdür. Dört hafta süren bu çetin mücadele, metal iş kolunda, sömürgeci Apartheid rejiminde olduğu gibi uygulanan ücret sistemine son verdi." Bir de şunu ekledi: Patronların, görüşmeler tıkandığında, mücadele öncesinde yapılan önerileri göz önünde bulundurduğunda, elde edilen başarı müthiş bir zaferdir. Ancak şöyle bir gerçek var: 2 hafta süren bir grev sonrasında Temmuz ayı ortasında ücret zammı %9.5'e indirildi ve NUMSA ek 2 haftalık grev sonunda da %0.5'lik bir artış ile öneriyi kabul etti.

Yine de sonuç itibarıyla, bazı yorumcuların da vurguladığı gibi, bu sınav NUMSA üyeleri için iyi bir sınav oldu, çünkü sendikalarının bir sürü zorluk ve tehditlerle karşılaştığı bir ortamda, onlar mücadeleden çekinmediler!

Bir işçi partisi projesine geri dönüş

NUMSA, Ağustos 2014'te resmen, "NUMSA Uluslar Arası Konferansı: Sosyalizm için kendi hareketimizi inşa edelim, diğerlerinin deneyimlerinden de yararlanalım" başlıklı bir toplantı düzenledi ve farklı 28 ülkeden 81 siyasi örgütü davet etti. Ama NUMSA'nın siyasi temsilcileri buna daha havalı bir isim verdi: "Marksist- Leninist eğitim Modül 4"!

Uluslar arası davetlilerden sadece 40 kişi fiilen toplantılara katıldı. NUMSA temsilcileri ve yöneticileri bu kişilere bir hafta boyunca sorular sordu ve onları dinledi. Onlara yöneltilenlerin arasında; nasıl örgütlendikleri, emekçilere niçin hizmet etmek istedikleri, ne gibi başarılar elde ettikleri gibi soruların cevaplanması ve daha genel olarak kendi deneyimlerinin NUMSA militanlarına aktarımı vardı.

Aslında bu uluslararası davetliler NUMSA yönetimi tarafından belirli kıstaslar temelinde seçildi. Bu da NUMSA yönetimin siyasi görüşü hakkında bir fikir veriyor. Onlar, iktidarda olan Bolivya ve diğer Latin Amerika ülkelerinden; Almanya'dan Die Linke, Fransa'dan Sol Cephe ve tabi ki Yunanistan'dan Syriza gibi "sol" partilerden gelen temsilcilerdi. Ek olarak işçi partilerinin oluşumu için bazı ülkelerden, Güney Kore, Togo, Zimbabve ve Zambiya gibi ülkelerden gelen sendika temsilcileri vardı. Tüm bunlara ek olarak Brezilya'dan sol bir örgüt, Filipinler'den ortanın solu, Hindistan Marksist Komünist Partisi ve bazı sendika temsilcileri vardı. Bu konuda NUMSA'nın sorunu, tüm bu kişilerin anlattıklarındaki gerçeklik payının ne olduğunu kestirememekti!

Cosatu ve SACP gibi resmi işçi hareketini temsil edenler için "Lula olayı" ve sonra da Venezüella'da, Brezilya'da, Bolivya'da; Chavez, Roussef ve Morales gibi "olaylar" bir modeldir. NUMSA da (yönetimi kendileri için "NUMSA olayından" söz ediyor) aynı noktadan hareket ederek sonuçta genel bir değerlendirme yapıp, net olmayan bir şekilde bunların "burjuva partileri" olduğu sonucuna varıyor ve işçi sınıfının, kendi hesabına bir yönetim oluşturmasından söz ediyor.

Sonuçta, uluslararası kurultaydan hangi dersler çıkarıldı? Bu konuda NUMSA yöneticileri, bazı ülkelere gidecek. Irvin Sim, bir tura çıktı ve ABD sendikalarıyla bazı konferanslar yaptı bile. Sonra da İspanya'da Podemos ve Yunanistan'da da Syriza ile konferanslar yapılacak.

Emekçilere eğitim verme projeleri

Geçen 17 Kasım'da NUMSA, Cosatu'dan ihraç edilmesinin ardından "Ford Indaba" isimli bir genel toplantı düzenleyip kendi tabanına seslendi. Bu da NUMSA yönetiminin, kendi tabanına bazı konularda açıklama yapma çabasını gösteriyor.

Bu toplantının amacı; temsilcilere son yaşananları etraflıca anlatıp sorularına cevap vermekti. Kürsüde bulunan Irvin Jim, temel ilkelerinin ne olduğunu hatırlatmakla başlayıp: "Biz kızıl bir sendikayız, çünkü sınıf karakterine karşı mücadele ediyoruz; sarı sendikalar ise kapitalist sistemle uzlaşarak muhatapları ile mümkün olan en iyi sözleşmeyi yapmaya çalışıyorlar" dedi. Ardından da NUMSA'nın programındaki giriş maddesini, yani NUMSA'nın bir sınıf mücadelesi örgütü olduğunu hatırlatarak, "Bizler NUMSA üyeleri olarak Birleşik Güney Afrika'da tüm baskılardan ve ekonomik sömürüden arındırılmış bir düzen kurmak için mücadele ediyoruz. Ancak bunun geçekleşmesi sadece örgütlü ve birlikte hareket eden bir işçi sınıfı önderliğinde olabilir" diye ekledi.

Sunumunun bir alt başlığı ise şu idi: "İşçi sınıfının önderliği neye benziyor?" Ardından sınıf bilincinin ve öncü işçi sınıfı partisinin gerekliliğini anlattı. Diğer alt başlıklar ise şöyleydi: "Neden bir işçi sınıfı önderliği; devrimci bir teorinin gerekliliği; emekçilerin demokratik denetimi ve ihraç edilmeleri". Sonra da temsilcilere hitap ederek: "Cosatu'nun bütün örgütlerinde yer almalıyız ve bunu da işçi sınıfı adına yapmalıyız" dedi.

Bu gibi başka bir sürü toplantı, ülkenin daha başka yerlerinde de tertiplendi ve NUMSA "Birleşik Cephe", aslında ise "Halk Cephesi" siyaseti temellerinde de toplantılar düzenlemeye başladı. Birleşik Cephe'nin amacı; "sosyal hareketleri, ANC ve SACP'a muhalifleri ve kamu hizmetlerinin yetersizliğinden şikayetçi olanları bir araya getirip daha iyi örgütlenmiş ve daha etkili mücadeleler gerçekleştirmek. Julius Malema'nın, Ekonomik Özgürlükler İçin Mücadele (EFF) örgütünün Birleşik Cephe'ye kabul edilip edilmeyeceğini ileride göreceğiz.

Şu ana kadar bir karar alınmış durumda değil ve farklı taraflar birbirlerini cesur davranmamakla suçluyor. Şu bir gerçek ki, NUMSA yönetimi, EFF'nin görüşlerini ve Marksizm-Leninizm anlayışını hor görüyor ve NUMSA'nın, Marks ve Lenin'i çok iyi anladığını iddia ediyor. Ancak tüm bunlardan, gerçekten ne kastettiğini anlamak çok zor: Öyle görülüyor ki NUMSA, Stalinizmin bazı yönlerine karşı çıkıyor, 1970-1980'li yıllarda bir işçi partisi için mücadeleyi (o dönemdeki ANC-SACP milliyetçiliğine karşı çıkıyor) ve Maoizmi benimsiyor ve Troçkist hareketin bazı çarpıtılmış fikirlerini sahiplenip "enternasyonalist" bir söylem iddiasında bulunuyor.

Daha önce belirtildiği gibi Irvin Jim, 2015 Ocağında, ABD'ye bazı konferanslar için gitmişti. Ayrıca bazı alternatif radyo kanallarıyla mülakatlar yaptı, bazı sendika şubelerinde toplantılara katıldı. Sendikasının "sosyalist" bir çizgisi olduğunu yeniden hatırlattı (tüm konuşmalarını YouTube'dan takip etmek mümkün). Ancak diğer yandan, Sağlık Sendikası SEIU militanları ile yaptığı bir konuşmada "Özgürlükler Bildirgesi'nin 1955'de Halk Kongre'si tarafından kabul edilmesinin, Güney Afrika halkının sosyalizmi kabul ettiği anlamına gelip gelmediği tartışılmaya devam etse de bu ortak bir karardı ve kitleler arasındaki yansımaları hala daha devam ediyor" dedi. Ama kitlelere başka bir "Bildirge" yani komünist bir bildirge önerilmediği için onların bunu kabul edip etmediklerini bilemeyiz. Irvin Jim bu konuda da temkinli davranıp Komünist Manifesto ile Özgürlükler Bildirgesi arasında fazla bir fark olmadığını söylüyor! Ümit ederiz ki Jim taraftarları, kendileri, Komünist Manifesto'yu okurlar...

Irvin Jim, Birleşik Cephe konusuna değindiğinde, Özgürlükler Bildirgesi'nden daha somut konuştu: "Aslında bizim, işçi sınıfının birleşik cephesi ve 'sosyalizm için bir hareket' çağrısında bulunmamız, somut olarak Güney Afrika toplumunda sosyalizmin somut temeller üzerinde uygulayabilecek tek program olan Özgürlükler Bildirgesini savunmamız anlamına geliyor."

İşte bu da somut olarak "NUMSA olayının" temel sınırlarını gösteriyor. Aslında Özgürlükler Bildirgesi sadece bir milliyetçi perspektif sunuyor; bunun ise Jim'in arada bir atıfta bulunduğu proletarya enternasyonalizmi ile hiçbir ilgisi yok. Jim'in önerdiği aşamalı devrim teori, yani Üçüncü Dünya ülkelerindeki Stalinci komünist partililerin savunduğu, Stalinci bir program olan tek ülkede sosyalizm programıdır. Bu Stalinci komünist partiler, işçi sınıfına ve yoksul kitlelere bu teori ile 90 yıldan beri ihanet ediyorlar.

Tabi ki İngiltere'deki emekçiler için Troçkist hareket içerisinde mücadele edenler de dahil, NUMSA'nın "kızıl sendikacılık", hatta bir işçi partisi projesi, başka bir dünyaya ait bir şey gibi görünebilir. Güney Afrika'da bunun somut anlamı, bütün kısıtlamalara rağmen, 1980'li yıllardaki mücadelelerin hatıralarının hala canlı olmasıdır.

NUMSA için ise gelecek o kadar kolay görünmüyor çünkü her şeyden önce Cosatu'nun şu anki yönetimi, yolsuzluk içinde yüzen ve Jacob Zuma'nın katili olan hükümete bağlı. Bu hükümetin, kendi çıkarlarını ve kendisiyle birlik olanların çıkarlarını korumak için nelere kadir olduğunu emekçiler gördüler. Ağustos 2012'de Lonmin madencilerinin katledilmesi en çarpıcı örnektir ama bunun dışında da bir sürü örnek var.

NUMSA militan ve yöneticileri, kendilerine karşı olanların, her yolu deneyip saldırıları sürdürmelerini bekliyorlar ve böyle olacağını çok iyi biliyorlar. Örneğin geçen Ağustos ayında, üç NUMSA temsilcisi, KwaZuluNatal'da, evlerinin önünde katledildi. Cosatu'nun yürütme kurulunda olup NUMSA'ya karşı olan yeni bir metal sendikası oluşturdukları ve bu amaçla da Cedric Gina gibi bazı eski yöneticileri maşa olarak kullandıkları biliniyor.

Irvin Jim'e kendi hayatının tehlikede olması konusunda soru sorulduğunda açıkça şunu söyledi: "Kişi olarak bana saldırabilirler ama işçi sınıfına saldıramazlar. Sayıca üstün olan işçi sınıfıdır. Bizim yapabileceğimiz esas şey hakim sınıfın çıkarlarına karşı işçi sınıfının bilincini geliştirmektir; yani yapılan talanları ve zenginliklerin boşa harcanmasını teşhir etmektir. Bence hepimiz doymak bilmezliğe karşı çıkıp insanlığın ilerlemesi için gayret sarf etmeliyiz. Ben şunu düşünüyorum, beni öldürebilirler... ama ben işçi sınıfının çıkarlarını savunduğum müddetçe, o, mücadeleyi devam ettirecek. Hepimizi öldüremezler ki."

İktidara ve düzene karşı bayrak açanlar için çok büyük tehlikeler ama aynı zamanda da çok büyük imkanlar var. NUMSA'nın içinde ve etrafındaki gelişmeler bunun somut bir örneği.

İşçi sınıfının ihtiyacı olan partiye doğru mu gidiliyor?

NUMSA söylediklerini yapacak mı? Bir işçi partisi inşa edip ANC-SACP ittifakına karşı ciddi bir mücadele yürütecek mi? Bunu sadece seçimlerle mi sınırlı tutacak?

NUMSA içindeki tartışmalar, yani bir kitle partisi mi, yoksa bir öncü parti mi gibi tartışmalar anlamlı. Bu tartışmalarla yöneticiler, referans olarak verdikleri Leninizmi gerçekten kavradılar mı, yoksa bu soyut bir algılama mıdır? NUMSA, bazı yöneticiler, ilişkide bulunduğu iğrenç reformistlerin etkisi alanına girip hedeflerinden vazgeçecek mi, yoksa devrimci referansları olduğunu iddia eden ama daha öyle bir konuma gelmemiş olanların, etki alanına mı girecek?

NUMSA'nın geleceği hakkında kötümser olmamak elde değil. Bunun esas nedeni, yaptıkları siyasi ortaklıklar ve Troçkizme karşı aldıkları mesafeli tutumdur. Troçkizme karşı tek olumlu tavırları, Güney Afrika'daki WASP (İngiltere'deki Sosyalist Partiye bağlı olan Sosyalist İşçi Partisi) ile olan ilişkileri.

Şu an olumlu olan şu ki; Irvin Jim, karşılaşılan sorunlara genel olarak olumlu çözümler geliştiriyor ve bu da, işçi militanlar için iyi bir ilham kaynağı olabiliyor.

Örneğin Irvin Jim, Real News (ABD'de bağımsız bir sol televizyon kanalı) ile yaptığı bir mülakatta "NUMSA yeni bir sendika konfederasyonu oluşturacak mı?" sorusuna şu cevabı verdi: "Hiç geri adım atmayacağımız konulardan birisi, Güney Afrika işçi sınıfının birliği için verilen mücadeledir. Çünkü bu hem bir pusuladır hem de devrimi sonuna kadar mantıklı hedeflere ulaştırabilecek tek sınıf, işçi sınıfı olduğundandır... En çok sömürülen sınıf odur. Eğer işçi sınıfı gerçek bir siyasi önderliğe, yani kendisini sömüren sınıfın erdiği sınıf bilincine erişirse; bu da ona öncülük edecek bir partinin oluşması demektir. İşte o zaman işçi sınıfı, devrim için hazırdır."

Jim bir de şunu ekledi: "Biz bütün üyelerimize enternasyonalist işçi sınıfı hareketine katılmalarını söylüyoruz, çünkü sermaye ve kapitalizm ile sadece yerel seviyede değil, uluslararası seviyede de karşı karşıyayız."

NUMSA yönetimi, şimdi çok heyecan verici ve ciddi bir yol seçti. Böyle bir şeyin Güney Afrika'da gerçekleşme zamanı çok isabetlidir. Bu ülkede çok iyi örgütlü, siyasi bilinci olan ve mücadeleci bir işçi sınıfı vardır ve şu andaki kokuşmuş, gülünç, katil ve hükümetle içli dışlı olan ANC'nin, SACP'nin ve Cosatu'nun yönetim kurullarındaki yöneticilerden çok daha iyisine layıktır.

NUMSA'nın girişimleri, Güney Afrika işçi sınıfının ihtiyacı olan siyası aygıtın, yani hedefi sadece Güney Afrika'da değil tüm dünyada kapitalizme son vermek olan bir devrimci partinin oluşmasıyla sonuçlanacak mı? Bunu gelecek gösterecek. Ama en azından şunu yaptılar: İşçi sınıfı için kendi öz örgütünün inşasının mutlak bir gereklilik olduğunu gündeme getirdiler. Classe Struggle (22.02.2015)