Avrupa’da Aşırı sağın yükselişi: Kapitalist krizin sonucu ve emekçiler için bir tehdit

打印
13 Ocak 2013

Bu broşür, Fransa'da Troçkist bir parti olan Lutte Ouvriere'in (İşçi Mücadelesi) aylık yayını Lutte de Classe'ın (Sınıf Mücadelesi) 149. sayısından çevrilmiştir.

Fransa'da son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ulusal Cephe'nin kadın adayının oylarını yükseltmesi aşırı sağın ilerlediğini gösterdi. Seçimlerde %17,9 yani 6 milyonun üzerinde seçmenin oyunu alan Marine Le Pen, hatırlanacağı üzere 2002'deki cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda 4 milyonun üzerinde (%16,86) ve ikinci turda 5 milyonun üzerinde oy (%17,79) toplayan baba Le Pen'den daha iyisini yaptı. 2012'deki milletvekili seçimlerinde, "Ulusal Cephe"nin adayları birinci turda 3,5 milyondan fazla; oyların %13,6'sını aldılar. Ulusal Cephe sadece iki milletvekili çıkarabildi fakat bu, aşırı sol örgütlerin de kurbanı olduğu son derece anti demokratik seçim sisteminden kaynaklıydı.

Şunu da hatırlamakta yarar var. 1997'de milletvekili seçimlerinin birinci turunda, Ulusal Cephe %14,94'e karşılık gelen 3,7 milyondan fazla oy almıştı. 1995 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde baba Le Pen, oyların %15'inden fazlasını toplamıştı. Bu demektir ki aşağı yukarı yirmi yıldır Ulusal Cephe, seçmenlerin önemli bir bölümünü temsil ediyor ve böylece siyasi yaşamda da ağırlığını gösteriyor.

Aşırı sağ, Le Pen hanedanlığından önce de vardı. Aslında aşırı sağın siyasi ağırlığı, Fransa'da uzun zamandır toplumun bazı kesimlerinde güçlü ve köklü bir etkiye sahip olan akımlar sayesinde geleneksel olarak önemli bir yere sahip. Bu akımlar; koyu Katolikler, monarşi yanlısı partizanlar, sömürge özlemcileri ve geniş anlamda en milliyetçi sağ akımlar. Geçmişte bu hareketler, siyasi iktidar olarak ağırlıklarını göstermek için meclis dışında da kendilerini göstermekte tereddüt etmeyen, sokakları şiddetle işgal eden veya terörist yöntemler kullanan kişilerin veya örgütlerin arkasında toplanıyorlardı.

Pétain ve De Gaulle arasında bölünen aşırı sağ

Bilindiği gibi aşırı sağ, 1930'lu yıllarda, açık bir şekilde burjuvaziden mali ve siyasi destek alarak on binlerce insanı İtalyan faşizmi, Nazizm, "Fransız Ateşli Haç Hareketi" ve bunlara benzer diğer örgütlerin çevresinde bir araya getiriyordu. Fransa'nın 1940'ta Almanya karşısında bozguna uğramasından sonra Pétain rejiminin iktidara gelişi, aşırı sağ militanların büyük bir bölümü için Ateşli Haç'ın kurucusu Charles Mourras'nın "ilahi sürpriz" diye adlandırdığı ortamı oluşturdu ki bu da içlerinden bazılarına devletin zirvesinde siyasi sorumluluk almasına izin verdi.

Fakat şunu da hatırlayalım ki bunların bir fraksiyonu, bizzat kendisi de milliyetçi aşırı sağdan gelen bir asker olan De Gaulle'de kendini gösterdi. Bu çeşitli milliyetçi fraksiyonlar 1940'ta, sayı olarak Pétain taraftarlarından çok daha azdılar fakat Alman emperyalizminin, Fransız emperyalizmini bozguna uğratacağı kesinleşince birçoğu De Gaule'ün ve direnişçilerin saflarına geçtiler.

Fransız burjuvazisi, gençliğinde Ateşli Haç'ın sempatizanı olarak, 1942'den itibaren de direnişçi bir Mitterand çizgisini takip etti. Burjuvazi için, Pétain ve De Gaulle arasında seçim yapmak, zamanın en güçlü emperyalist kampında kalan iki siyasetten birini tercih etmekti.

De Gaulle, solcusundan sağcısına kadar birçok siyasetçiyi çevresinde toplayabilmek için, Fransız Komünist Partisi'nin desteğinden yararlandı. Amerikan emperyalizmi ile işbirliği yapan Stalin "Ulusal Cephe" adı altında bütün komünist partilerinin birliğini ilan etti. Bu birliğin hedefiyse işçi sınıfını siyasi yedek güç olarak kullanarak savaş sonrasında ortaya çıkabilecek her türlü devrimci hareketi önlemekti. Bu da ancak işçi sınıfını burjuva partilerin temsilcilerinin peşine takarak mümkündü.

Bu siyaset Fransa'da De Gaulle üzerinden izlendi. Kendisini direnişin birleştiricisi gibi dayatmasına ve sonra da "Ulusal Bağımsızlık" hareketinin yöneticisi gibi görünmesine izin veren bu desteğe karşılık De Gaulle, o zaman, ilk defa komünist bakanların meclise girmesine göz yumdu. Kendine göre doğru bir hesap yapmıştı. Komünist Parti savaş yıllarında ve sonrasında ortaya çıkan acı durumu, tam da devlet aygıtının zayıfladığı ve Alman işgalcileriyle işbirliği yapan burjuva siyasetlerin kitleler tarafından reddedildiği bir zamanda, toplumsal hareketleri dengeleyerek düzenin bekçiliğini yapacaktı.

Birkaç yıl sonra soğuk savaşın başında siyasi çatışma sürecinde, aynı De Gaule, Fransız Komünist Partisi'nin, kendisine biçtiği "ilahi adam" rolünü çok iyi oynadı ve popülerliğinin artması için bundan iyi yararlandı.

De Gaulle'ün arkasında toplanan aşırı sağ

De Gaulle, Dördüncü Cumhuriyet'in kurumlarının hayata geçirilmesi konusunda hemfikir olmadığından, iktidardan ayrıldıktan sonra muhalefette kaldı ve 1947 Nisan'ında, komünist karşıtlığıyla, şiddet metotlarıyla çok net bir şekilde siyasi yelpazenin sağ ucunda bulunan bir örgüt kurdu: Fransa için Birlik (RPF). 1947 Ekim'indeki belediye seçimlerinde Fransa için Birlik, oyların %35'ini aldı ve Lille, Marsilya ve Bordeaux gibi büyük şehirlerin belediyelerini kazandı.

Farklı eğilimlere sahip seçmenlerin RPF'nin arkasında yer alması, De Gaule'un başarısı oldu. De Gaulle hala bazılarının gözünde direnişin adamı olarak görünüyor. Halbuki ülkenin "yeniden yapılanması" adına kitlelere uygulanan kemer sıkma siyasetinin simgesi haline gelmişti. Muhalefete gönderilmiş Fransız Komünist Partisi'nin her hak arama talebine karşı çıkarak iktidarda geçirdiği onca yıldan sonra kendisine radikal bir imaj vermeye çalıştı ve çok sert grevlerin olduğu soğuk savaş döneminde De Gaulle, komünizm tehdidinden korkan herkesi çevresinde toplamaya çalıştı.

De Gaulle birkaç seçim yenilgisinin ardından kısa süre içerisinde iktidar olamayacağını kavradı ve partisindeki birçok milletvekilini ve yöneticisini, o zamanki Fransız deyimiyle "çorba içmeye" göndererek siyasi faaliyetlerini durdurdu ve böylece Fransa için Birlik'in siyasi varlığına son verdi. De Gaulle bundan böyle "ilahi adam" rolünü oynamak için daha uygun bir fırsat beklemeye başladı.

Bu arada, sağın başka bir ismi Pierre Poujade, Yahudi ve meclis karşıtlığı üzerinden demagojik bir siyasetle geçici bir başarı elde etti. Poujadizm böylece aşırı sağın büyük bir bölümünü kendi çizgisine sürükledi. Aynı zamanda, birçok küçük patronun, esnaf ve zanaatkarın yanında olduğunu göstermek için vergi dairelerinin yağmalanması gibi şiddet hareketlerinde de bulundu. Poujade, bu siyasetiyle 1956'daki milletvekili seçimlerinde %11 oy alarak elliye yakın milletvekili çıkardı.

De Gaulle iktidarda

O zamana kadar iktidar olan hükümetlerin Cezayir Savaşı'na bir çözüm bulamayışı, De Gaulle'ün siyaset sahnesine dönmesine olanak verdi.

Bu kirli ve sömürgeci savaşın başlangıcından birkaç sene sonra, Fransız burjuvazisinin en ileri temsilcileri de çok pahalıya mal olan bir çatışma yerine Cezayir'in bağımsızlığının tanınması gerektiği fikrine gitgide daha çok yaklaştılar. Ancak bunu, artık sömürgeciliğin sona erdiğini kabullenmek istemeyen sağcılara ve aşırı sağcılara anlatmak gerekiyordu. Öte yandan orduya ve "Fransız Cezayirini" savunanlara da kabul ettirmek gerekiyordu. Çünkü daha önce iktidara gelen siyasetçiler bu konuda basiretsiz davranmıştı. Sosyalist Guy Mollet, sömürgeci savaş yanlıları karşısında açık bir şekilde, korkakça boyun eğenlerin başında geliyordu. Guy Mollet, barış yanlısı bir seçim kampanyası yürüttükten sonra, 1956'da iktidara gelişiyle, orduyu güçlendirdi ve Cezayir'e takviye birlik gönderdi.

Siyasetten ayrı kaldığı bu dönemde De Gaulle, özellikle orduda ve aşırı sağ içinde elindeki siyasi ağları çok iyi kullandı. 1958'de Cezayir şehrinde barikatların kurulmasının ardından, Fransız Cezayir'ini savunanlar, De Gaulle'e iktidara gelmesini dayattılar çünkü onun en iyi temsilcileri olduğunu düşünüyorlardı.

De Gaulle Fransız burjuvazisinin çıkarlarının temsilcisi olarak gerçek niyetini sakladı, Cezayir Kurtuluş Cephesiyle anlaşmalara girerek, gitgide bağımsızlığının tanınmasına doğru yol aldı.

Fransız Cezayir'ini savunanlar kendilerini ihanete uğramış gibi hissettiler ve bir kısmı Cezayir'de ve hatta Fransa'da suikastlar yapan, cinayetler işleyen "Gizli Ordu Örgütü"nü (OAS) kurdu. Bu terörizm, özellikle savaşın son aylarında çığırından çıktı. Bu siyaset, kaçınılmaz olan Cezayir'in bağımsızlığını engellemeyi hedeflemiyordu. OAS'in yöneticileri bunun bilincindeydiler. Bu savaş havasını sonuna kadar sürdürerek Cezayir Fransızlarını göçe zorlayarak "tabut ve valiz" arasında seçime zorluyorlardı. Onların sinsi hesapları, çatışma sonrasında, sığınmacı haline gelmiş, umudu kalmamış, içi kinle doldurulmuş bir milyon Avrupalıyı, metropollerde faşist bir partiye zemin oluşturacak şekilde kullanabilmekti.

Fakat OAS hayal kırıklığına uğradı çünkü 1960'lı yılların ekonomik durumu, bu yeni gelenlerin Fransız toplumuna uyum sağlamasına izin verdi. Bu yıllarda Fransız Devleti, inşaat sektörü aracılığıyla yoğun bir işgücü yarattı.

Bununla birlikte aşırı sağ yok olmadı. OAS'in savunucusu avukat Tixier-Vignancourt, 1965'te halkoyuyla yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylığını koydu ve %5'in biraz üzerinde oy toplayarak dördüncü oldu. Seçim kampanyasının müdürü Jean Marie Le Pen'di. Le Pen Cezayir savaşı sırasında, gönüllü bir asker olarak savaşa katılan eski bir Poujade taraftarı milletvekiliydi.

Cezayir sorunu, De Gaullecüler ve eski Fransız Cezayir'ini savunanlar arasında kuvvetli bir nefretin doğmasına ve sağ ile aşırı sağ arasında derin ve kalıcı bir ayrılığa sebep oldu. De Gaulle, 1965'te eski OAS'lar tarafından düzenlenen bir suikastan kurtuldu. Beşinci Cumhuriyet'in kuruluşu ve küçük partilere mecliste her türlü temsil hakkını yasaklayan anti demokratik bir seçim sistemiyle, De Gaulle karşıtları ve aşırı sağ, devlet aygıtından uzak tutulmaya mahkum edildi. Böylece Longuet, Madelin, Devedjian gibi sağ siyasetçiler, siyasi kariyerlerine aşırı sağda başladılar ancak gençliklerinde reddettikleri geleneksel sağ örgütlerle bütünleştikten sonra iktidara ve meclise giden yolu açabildiler.

Aşırı sağ 1980'li yılların başında, "Ulusal Cephe"nin ilk seçim başarısı sayesinde siyasette boy gösterebildi.

"Ulusal Cephe" ile aşırı sağın geri dönüşü

"Ulusal Cephe" aşırı sağı, Fransız Cezayir'ini savunanları, köktenci Hıristiyanları ve neo Nazileri bir araya getirerek 1972'de kuruldu. Bu örgüt on sene boyunca küçük bir azınlık olarak kaldı. Le Pen, 1974'teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların %0,75'ini aldı. 1981'de, aday olabilmek için yeterli destek bulamadı.

Solun 1981'de siyasi ortamı değiştiren yükselişi Le Pen'in kısa zamanda dinleyici bulmasına izin verdi. Solun hükümette izlediği "sert dönüş" denilen siyaset, demir çelik sektöründeki işten çıkarmalar, solu destekleyen kitlelerin bir kısmında hayal kırıklığı, nefret ve şaşkınlık yarattı. Bu kesimin bir kısmı, aşırı sağın söylevlerine kulak vermeye başladı.

Sağdaki duruma gelince, sağ partilerin hükümeti sert bir biçimde sosyal komünist olarak eleştirmesi, sola düşman küçük burjuvazinin kızgınlığını daha da arttırdı. Sosyalist Parti'nin siyasetleri yüzünden, bütün problemlerin sorumlusu olarak işçi sınıfı, işçi sınıfı örgütleri ve sendikalar gösterildi. Sağ seçmenler çabucak "Ulusal Cephe"ye yöneldi.

1982 Mart'ındaki yerel seçimlerde Dreux sehrinde, Ulusal Cephe adayı Jean Pierre Stirbois oyların %12,6'sını topladı. Üç yıllık sol iktidardan sonra, 1984 Haziran'ının Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Ulusal Cephe, oyların %10,95'ini toplamayı başardı. O zamandan beri devam eden seçimlerde, genellikle %15'inin üzerinde bir ortalama elde etti.

Seçim sistemi, şimdiye kadar, sağ partilerin "Ulusal Cephe"ye ihtiyaç duymamasına ve onunla işbirliği yapmamasına olanak tanıdı. Ancak aynı seçim sistemi, aşırı sağın, 1980'lerin sonunda ve 1990'lı yıllarda, sağın birçok seçmenini ve kadrosunu kendine çekmesine ve açıkça ittifaklar yapmayı başarmasını engelleyemedi. Böylece, 1998'deki bölge seçimlerinde, birçok sağ bölge başkanı, zaferlerini "Ulusal Cephe"ye borçluydu.

Günümüzde, Sarkozi'nin yenilgisinin ve solun iktidara dönüşünün ardından, Marine Le Pen'in stratejisi, sağın bir bileşeni belki de aynı zamanda temel bileşeni olmayı amaçlıyor. Bu senaryo, aşırı sağın seçimlerdeki başarılarına tanık olan birçok Avrupa ülkesi örneğinde görüldüğü gibi imkansız değil.

Avrupa'da aşırı sağın yükselişi

Aşırı sağın güçlenmesi, sadece Fransa'ya has bir olay değil. Avrupa'nın birçok ülkesinde, çok farklı köklerden gelen bazı partilerin, aşırı sağda bulunmalarından dolayı seçimlerdeki siyasi etkilerini yükselttiği görüldü.

Bu hareketlerin kazandığı kitleler gösteriyor ki Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Avrupa Birliği, bu gerici ve iğrenç fikirlerin yükselmesiyle kangren olmuştur.

Sözde "sosyal modeli" öven Avrupa Birliği yöneticileri, kitleleri emeklilik ve sağlık sistemi düzenlemeleri bahanesiyle yaşam koşullarını gerileten "kemer sıkma" siyasetlerine maruz bıraktılar. Avrupa burjuvazisinin tamamı, kendi sistemlerinden kaynaklanan krizi ödetmek için emekçilere karşı, yıllardır acımasız bir sosyal savaşa girdi.

Kapitalizmin Avrupa'sı, işten çıkarılmaların, işsizliğin (2012'de 25 milyona yaklaştı) Avrupa'sıdır. Eurostat istatistik ajansına göre, 2011'de, 120 milyona yakın insan "fakirlik" veya "sosyal dışlanma" tehdidi altındaydı. Bu da Avrupa Birliği halkının dörtte birine eşittir.

Milliyetçi önyargılar, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık; işsizlik, yoksulluk ve sefalet üzerinde güçlendiler. Aşırı sağ siyasetini yürüten demagoglar, son yıllarda her yerde, kemer sıkma siyasetini dayatmak için iktidara gelen geleneksel partilerin yıpranmasından istifade ederek daha fazla geliştiler.

İsviçre, göçmenlere karşı olan söylevi Fransa'daki "Ulusal Cephe"yi aratmayan "Merkezin Demokratik Birliği" (UDC) gibi bir parti örneği sunar. Hatırlayalım ki bu parti, 2009 Kasımında, minarelerin inşasına karşı çıkan bir referandum önerdi ve bu onu 1971'den bu yana yani kuruluşundan beri İsviçre yürütme organı olan Ulusal Konsey'in, yani hükümetin içinde bir temsilciyle, İsviçre siyasi hayatına uyum sağlamasını engellemedi. UDC, 2003'te oyların %27'den fazlasını alarak seçilmişlerin dörtte birinin temsil edildiği Ulusal Konsey'de, temsilci sayısıyla birinci parti oldu. 2004'ten 2007'ye kadarki dönemde parti yöneticisi olan Blocher, adaletten, polisten ve haliyle göçmenlerden sorumlu bakan olmayı başardı.

Kampanyasında, yabancı ve İslam düşmanlığı olan aşırı sağ partiler Avrupa'nın birçok ülkesinde, seçimlerde başarı elde etti ve hükümetlerde çoğunluk oldular.

Danimarka'da, 1995'te kurulan Danimarka Halk Partisi (PPD), 2007'deki milletvekili seçimlerinde oyların %14'üne yakınını aldı ve üçüncü parti oldu. 2000'li yılların başından itibaren, Avrupa'nın göçmenler üzerine en sınırlayıcısı olarak görülen kanunun kabulüne karşılık bir sağ hükümete destek verdi.

Aşırı sağa verilen taahhüdün başka bir örneğini Danimarka hükümeti gösteri ve 2011 Temmuzunda, sınırlarına gümrük kontrolleri yerleştirdi. Bu, Schengen anlaşmalarıyla garanti altına alınmış olan Avrupa vatandaşlarının özgür dolaşımını tehdit ediyordu. Bu olay Avrupa Komisyon'unda bir tepki yarattı ancak sadece sözde kalan bir tepkiydi. Danimarka halkına 36 milyon avroya mal olan elli kadar gümrük memuru, İsveç ve Alman sınırlarında konuşlandırıldı.

Bütün bu önlemler, sağın iktidarda kalmasına izin vermedi çünkü 2011 Eylülünde sol bir koalisyon tarafından yenilgiye uğradı. Yeni koalisyon, sınır kontrollerinin oluşturulması konusunu tekrar ele aldı fakat vatandaşlığa geçme ile ilgili kanunlardan geri adım atılmadı. PPD oyların %12'sini almasıyla 2001'deki seviyesine inerek, son seçimlerde bir gerileme yaşadıysa da Danimarka'nın üçüncü partisi olarak kaldı.

Hollanda da aynı yabancı düşmanlığını yayan bir hareketin varlığını tanıdı. Geert Wilders tarafından 2006'da kurulan "Özgürlük Partisi", 2010'daki milletvekili seçimlerinde oyların %15'inden fazlasını alarak ülkenin üçüncü siyasi gücü olmayı çabucak başardı. Wilders 2010 Haziranında iktidardaki sağ partiyle, göçmen kabulüne sınırlayıcı önlemler getiren, Hollanda vatandaşlığına geçişi zorlaştırılan kanunun kabulüne karşılık, kendisine meclis çoğunluğunu getiren bir koalisyon anlaşması imzaladı.

Geçen nisan ayında, 16 milyar avroluk bir ekonomi planının kabulünü desteklemeyi reddeden Geert Wilders, siyasi kriz yaratan ve seçimleri öne alan hükümetten desteğini geri çekti. Bu seçimde partisi önemli bir gerileme yaşadı fakat hala seçmenlerin %10'unun oyunu almayı başardı.

Avusturya ve İtalya'da, aşırı sağ hükümete girmeyi başardı.

Avusturya: Aşırı sağ, sağ ve sol ile ittifakta

Avusturya'da, 2012 Şubatında, geleneksel sağın yöneticilerinden birinin, aşırı sağ parti FPÖ'nün siyasetini savunanları hükümete alma kararı Avrupa çapında büyük tepkiler yaratmıştı. Avrupa Birliği yöneticilerinin çoğunluğu, Avusturya ile karşılıklı ilişkilerin dondurulması gibi sembolik cezalar uyguladı.

FPÖ, Avusturya Özgürlük Partisi, 1955'te kuruluşu sırasında, faaliyetlerinin komünizm karşıtı olacağını belirtmiş ve Çekoslovakya ve Macaristan gibi Sovyet bloğundan gelen Doğu Avrupa ülkeleri ile Yugoslavya'dan gönderilmiş Almanların sözcüsü olarak gören Nazileri kabul etmişti.

Savaş sonundan beri sosyal demokrat parti birçok eski yüksek Nazi memurunu işe alan aşırı sağ ile flört etmekte sorun görmemişti. Hatta 1970'te, geçmişinde Nazi mazisi olan Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPÖ) dört bakanını da içinde bulunduran sosyalist bir hükümet bile oldu.

Bu parti, 1986'da, Jorg Haider'in başa gelişiyle daha sağ bir viraj aldı. Haider birçok kez III. Reich dönemi siyasetine övgüler düzen veya eski Alman ordusuna ait SS'e ve Nazi dönemine olan özlemleriyle ilgili açıklamalar yaparak skandal yaratmıştı. Fakat onun asıl hedefi yabancıları teşhir etmekti. Özellikle de başta Türkler olmak üzere doğu ülkelerinden gelenleri. Avusturya Özgürlük Partisi, 1995'te Avusturya'nın, Avrupa Birliği'ne girmesine karşı da kampanya yürütmüştü. 1999'da oyların %27'sine yakınını elde ederek milletvekili seçimlerindeki başarısından sonra geleneksel sağ parti ona hükümete katılmasını önerdi.

Bölge düzeyinde büyük partiler ve Avusturya Özgürlük Partisi arasında bölgesel koalisyonlarda oldu. Haider 1989'da, Avusturya'nın bir bölgesi olan Carinthie'nin yöneticisi olarak seçildi. 1999'da, ÖVP'nin desteğiyle ve 2004'te bu sefer Avusturya Sosyal Demokrat Partisi 'nün desteğiyle seçildi!

Avusturya Özgürlük Partisi, arka arkaya veya koalisyon çatısı altında iktidarı birlikte paylaşan iki büyük partinin uğradığı hasardan yararlandı. Ancak tabi ki hükümete girmek ne Haider'e ne de partisine hayır getirdi. Partisi, sağ ile ittifak taraftarları ve karşı olanlar arasında ikiye bölündü. Koalisyonun devam etmesi taraftarı olan Haider, 2005'te Avusturya Özgürlük Partisi'ni terk etti ve 2008'de alkollü araba kullanırken yaptığı kazada ölmeden önce, Avusturya'nın Geleceği İçin İttifak Partisi'ni (BZÖ) kurdu. Bütün partilerin temsilcilerinin, cumhurbaşkanının ve sosyal demokrat başbakanın katıldığı Haider'in cenaze töreni, devlet televizyonundan naklen gösterildi.

Bu bölünme Avusturya Özgürlük Partisi'ni zayıflattıysa da aşırı sağda önemli bir gerilemeye sebep olmadı. 2008 milletvekili seçimlerinde, birbirine rakip iki aşırı sağ parti, oyların %29'unu almayı başardı. Daha yakın bir tarihte, 2011 Ekiminde, Viyana belediye başkanlığı seçimlerinde, Avusturya Özgürlük Partisi, oyların %27'sini alarak ikinci oldu.

Berlusconi sayesinde İtalyan post-faşistleri iktidarda

İtalya'da, aşırı sağ, esas olarak, Mussolini'nin partisinin mirasçısı olarak bilinen İtalyan Sosyal Hareketi (MSI) denilen bir örgüt tarafından uzun zaman boyunca temsil edildi. Faşist rejimin eski yöneticileri tarafından 1946'da kurulan MSI, İtalyan siyasetinde marjinal kaldı. Bir azınlığı temsil ediyordu fakat yine de seçimlerde etkisiz değildi. %5-10 oy potansiyeli ile daha çok İtalya'nın güneyinde kendisini gösteriyordu.

1990'ların başında, İtalyan siyasetinin durumunda önemli değişikler oldu. Hıristiyan Demokrasisi, savaş sonrasından beri kesintisiz iktidarda kalan sağ partinin ve sosyalist partinin "temiz eller" denilen Milanolu hakimler kurulu tarafından yürütülmüş büyük rüşvet skandalıyla sarsıldı. En üst düzeyde tasarlanmış İtalyan siyasetinin tekrar yapılandırılması operasyonları işte o zaman çizildi.

Değerini kaybetmiş, geleneksel görüntüsünden yoksun sağ seçmenler arayış içindeydiler. İş adamı, radyo televizyon kodamanı ve Milan Futbol Kulübü'nün başkanı Silvio Berlusconi, 1994'te bir kaç ay içerisinde "Forza Italia" (Yaşasın İtalya) isimli bir parti kurarak sağda boş kalan yere yerleşti. Bir takım Hıristiyan Demokrat yöneticileri de böylece kendilerini yenileyebildiler. Fakat operasyon artık "demokrasi" kılığına girmiş aşırı sağ bir partinin yeniden hayata döndürülmesiyle tamamladı.

Oylarını ikiye katlayan MSI, sağ seçmenlerin bir kesimini de içine aldı. 1993'te, Roma'da belediye seçimlerinin birinci turunda, yöneticisi Gionfranco Fini, bütün sağ adayların önüne geçti ve ikinci turda, oyların %46'sını topladı. Fini, kendisine ulusal ve yerel görevlere girme olasılığını açmak için kendi etrafında büyük bir sağ koalisyon oluşturmak isteyen Berlusconi ile bir ittifak imzalayarak partisini yeniden merkeze çekti. Faşist geçmişiyle bağlarını koparmak için Fini, kendini post-faşist ilan etti. Ardından da daha gösterişli, hükümet içerisinde daha kabul görebilecek bir partiye dönüştürerek hareketini yeniledi. Artık, 1995'te kurulmuş MSI'nin yeni adı "Ulusal İttifak"tır. Şikayet ettikleri siyasi sistemle yapılan birliktelikten memnun olmayan, eskiye özlem duyan siyasetçileri de dışarıda bırakmadı. Kendini çok basit bir şekilde sağ ilan eden Daniela Santanchè'nin en gerici partisiyle anlaşma yaparak seçimlerde %1-2 arasında oy almayı başaran üç renkli MSI'yi kurdular.

Berlusconi'nin himayesi altında hükümetteki bu beraberlik, birçok post-faşiste önemli mevkilerde işlere girme imkanı sağladı. Böylece Fini, 2001'den 2006'ya kadar Bakanlar Konseyi Başkan Yardımcısı, 2004 ile 2006 arasında Dışişleri Bakanı ve 2008'den beri de Milletvekilleri Odası Başkanı oldu. Müttefiklik stratejisini sonuna kadar devam ettiren "Ulusal İttifak" 2009'da, Berlusconi'nin partisi "Özgürlüğün Halkı" (PDL) içerisinde erimeye karar verdi. Fini 2010'da, "İtalya İçin Gelecek ve Özgürlük" (FLI) adıyla yeni bir parti kurduğu için Berlusconi ile araları açıldı. Bu kesinlikle eski aşırı sağ parti olma iddiası için değildi. Tersine, Fini'nin asıl amacı, Berlusconi'nin düzenbazlıklarına mesafe koyuyor havası vererek ciddi ve sorumlu bir siyasetçi imajı vermekti.

Fakat 1990'lı yılların başındaki siyasi kriz, başka bir örgütlenmenin oluşmasına olanak sağladı: "Kuzey Ligi". Başlangıçta bölgesel bir parti olarak ortaya çıktı ve geleneksel aşırı sağın bazı söylevlerini kullanarak başarı elde etti.

1989'da, Umberto Bossi tarafından kurulan bu parti, zengin ve sanayici Kuzey'in üzerine yük olan Güney ve Orta İtalya'nın temsil ettiği yükü, söylevlerine kanıt olarak kullanarak güneyin İtalyanlarına, Roma'nın yozlaşmış siyasetçilerine karşı kuzeyin küçük burjuvazisi içinde yankı bulan, gerici eski bir demagojiyi tekrar ele alarak ülkenin kuzeyinde ilk seçim başarılarını elde etti. Bossi, Padanie'nin (kuzeyin) bağımsızlığını istiyordu. Fakat her şeyden önce "Kuzey Ligi", duruma göre, yabancı düşmanlığı söylevlerini, kuzeyin bağımsızlığı ve özerklik isteklerinin de önüne koyuyordu.

"Kuzey Ligi", 2009 seçimlerinde oyların %8,5'unu alarak ve bazı bölgelerde oylarını %30'a kadar çıkararak ilerleyişini en yüksek noktasına çıkardı. Seçim sistemi ve güçlü yerel örgütlenmesi, onu, merkez sağ denilen çoğunluk için kaçınılmaz hala getirdi.

2012 Mayısındaki belediye başkanlığı seçimlerinde "Kuzey Ligi" Bossi'nin ve birçok yakınının bir rüşvet olayına karışmaları ve aynı zamanda yıllarca hükümet ortaklığı yapmış olmaları nedeniyle diğer partiler gibi itibarlarını yitirdikleri için tam bir fiyasko yaşadı.

Bütün bu partiler, seçimlere odaklanıyor ve bazen seçmenlerinin dikkatini çekmek için şiddetle eleştirmelerine rağmen, siyasi sisteme kolaylıkla uyum sağlayabiliyor ve aynı zamanda aşırı sağ imajı veriyorlar. Diğer taraftan dar anlamıyla iktidara ortak olmuş bazı örgütlenmelerin, sırası geldiğinde büyük hükümet partilerinin itibar kaybına maruz kalmaları da bu nedenledir.

Faşist örgütlenmelerin oluşumuna dönüşen bir tehdit: Macaristan ve Jobbik milisleri

Macaristan'da, iktidarda ciddi bir kemer sıkma siyaseti uygulamasının ardından, muhalefete gönderilen eski Stalinci komünist partinin yerine, 2010'dan beri hükümetin şefi Victor Orban'ın lideri olduğu, ana sağ parti Fidesz iktidarda.

Orbàn, kendini Fransa'da "Ulusal Cephe" gibi sağa yerleştirdi. İktidara gelişinden bu yana meclisteki mutlak çoğunluğundan güç alarak, anayasanın tekrar ele alınmasını sağladı. Yeni anayasa, ülkenin Hıristiyan köklerine, Macar kanına gönderme yapıyor ve Macar (Magyars) olmayan herkesi Yahudileri, Romanları ve komünistleri çok açık bir dille dışlıyor. Aşırı sağdaki bu parti, milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının açık arttırmasını yapan "Jobbik" adında bir örgütü de besliyor.

2010'daki milletvekili seçimi sırasında Jobbik, oyların %17'sini aldı ve 47 milletvekili elde etti. Bu parti, Büyük Macaristan nostaljilerini, aynı zamanda Macar Nazizmi özlemi duyan herkesi kendisine çekiyor. Jobbik'in yanında, düzenli olarak dazlak kafalı, kadınlı erkekli birkaç bin paramiliter eğitimi olan "Yeni Macar Muhafız Birliği" kendini gösterir. Üniformaları, Macaristan'ın Alman ordusu tarafından işgal edildiği dönemdeki Nazi destekçisi milislerinin üniformalarını hatırlatıyor. En önemli faaliyetlerinden biri, Macaristan'ın doğusunun ve kuzeyinin küçük şehirlerinde gövde gösterileri yapmaktan ibaret. Bu fakir bölgelerde sosyal demokratlar, sağ ve aşırı sağın yararına olacak şekilde oy kaybına uğradılar. Bu gövde gösterilerinin amacı, Roman azınlığı oturdukları mahallelerin etrafına saldırgan köpekleri ve büyük coplarıyla günlerce hatta haftalarca yerleşerek onları terörize etmektir. Şefleri, Gabor Vona, Yasama Meclisi oturumu sırasında Macar muhafız üniformasıyla gösteri yürüyüşü yaptı. Fidesz üyesi Meclis Başkanı, sosyalist milletvekillerinin tepkileri sonucu Gabor Vona'yı gönülsüz de olsa dışarı çıkarmak zorunda kaldı. Yöntemi itibariyle faşist tipi bir örgütlenmeye yaklaşan bir teşkilatla karşı karşıyayız.

Ve Yunanistan: Altın Şafak

Yunanistan'da 6 Mayıs 2012 seçimleri, kriz süreçlerinde siyasi durumların nasıl çabuk değiştiğini gösterdi. "Altın Şafak" adlı aşırı sağ örgüt önceki milletvekili seçimlerinde %0,23 oy almıştı. 2012'deyse %7'ye yakın oy aldı. Başka bir aşırı sağ örgüt "Laos" büyük bir olasılıkla hükümetle yakın zamanda yaptığı ortaklığının cezasını, oylarının ikiye bölünmesiyle yaşadı. Yine de %3'e yakın oya ulaştı.

Altın Şafak, kendini çok açık bir şekilde Hitlerci gösteriyor. Kafaları dazlak militanlar, kollar gerilmiş Nazi selamı yapıyorlar, amblemleri gamalı haça benziyor ve militanları Atina'da göçmenlere karşı saldırılar düzenliyor.

Bu partinin çok kısa zamanda kazandığı oy faşist bir örgütün yöntemleriyle oldu. Sürekli gelişmesi, onu, diğer aşırı sağ örgütler gibi geleneksel bir siyasi oyun içine çekebilir. Fakat krizin ağırlaşmasıyla birlikte bu siyaset, iflas etmiş esnaf veya iş bulma umudunu tamamen kaybetmiş işsizliğe mahkum gençleri safına çekebilir.

Aşırı sağ tehdidine hangi siyasetle karşılık verilebilir?

Bu gelişmeler, aşırı sağ örgütlerin şu andaki yöneticilerinin seçimine bağlı değil. Eğer ileride kriz daha da ağırlaşırsa kitleler kendilerini aşırı sağın saflarında bulabilirler. Sadece saflarda yer almak için değil, aynı zamanda siyasi bir rol oynamak için.

1920'lerin İtalya'sında faşizm ve 1930'ların Almanya'sında Nazizm gibi hareketler, işçi sınıfına karşı krizden etkilenmiş küçük burjuva yığınlarını kullanmaya elverişliydiler. Troçki'nin deyimiyle, bir kriz durumunda, faşizmin işlevi, küçük burjuvaziyi, işçi sınıfına ve örgütlerine karşı vurucu güç olarak kullanmak ve toplumun tamamı üzerinde büyük sermayenin diktatörlüğünün en vahşi şeklini oluşturmaktır.

Bu tip örgütler, işçi sınıfına ve örgütlerine karşı kullanılabilirler fakat aynı zamanda yönetici sınıflar, iktidarın anahtarını tümüyle onlara verme konusunda emin değillerdir.

1930'lu yılların Almanya'sında bile burjuvazi, ancak son anda iktidarı Nazilere vermeyi kabul etti ve birçok ülke, iki savaş arasında, işçi militanlarına ve emekçilerin tamamına karşı, polisin tamamlayıcı rol oynadığı faşist örgütlenmelerle otoriter rejimler yaşadılar.

Krizin yeni bir derinlik kazanması halinde, ileride yeni bir tehdidin ortaya çıkması da muhtemel. Şu anda hiç bir yerde, işçi sınıfı böyle bir durumla karşı karşıya değil. Fakat yarış başlamış durumda. Her yerde burjuvazinin saldırısı altındaki işçi sınıfının morali bozuk ve saldırılara karşılık veremiyor. Ancak kavga çok kısa zamanda kendini yenileyebilir ve öfke patlamaları ortaya çıkabilir. Yakın geçmişte bunun örneğini İspanya'dan Yunanistan'a kadar birçok ülkede gördük.

1930'lu yıllarda, kapitalizmin yaşadığı en büyük kriz süresince, Avrupa'da birçok ülkede, aşırı sağ hareketlere karşı, Stalinizmin etkisi altında, işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeyen komünist partiler bile büyük yığınlar için sosyal değişim umudunu temsil ediyordu.

Bugün aynı durum söz konusu değil, işçi sınıfı parçalara bölündü ve siyasi hedefini tamamen kaybetti. Maddi ve siyasi çıkarlarını savunacak olan bir partinin yokluğu işçi sınıfını siyasi bir pusuladan yoksun bırakıyor.

İşçi sınıfı için komünist ve devrimci bir parti, yaşam koşullarına, örgütlerine ve özgürlüklerine karşı tehditlere dur diyebilmek ve örgütlenmek için kaçınılmazdır. İşçi sınıfının, krizin devamında ve sonrasında zarar gören toplumun diğer sınıflarını sürüklemeye ve yalnız kendisinin değişik bir hedef sunmaya muktedir olduğuna ikna etmeye imkan sağlayacak bir partiye ihtiyacı olacak.

İşçi sınıfının çok net ve patlamaya hazır bir karakter kazandığı birçok dönemde, devrimci partiler doğabilir ve çok kısa bir zamanda büyüyebilirler. İşçi sınıfı, kafasını kaldırdığında, binlerce sömürülen insan, komünist fikirlere yönelecektir. Fakat hala, her yerde toplumsal devrim bayrağını dalgalandırmak için militanlara ihtiyaç var.

İşte bunun içindir ki krize batmış kapitalizmin iflasına sürüklenmiş toplum görmeyi istemeyen herkesin ilk görevi, bugün, çalışanlar arasında bu komünist düşünceleri yaymak ve savunmak için her şeyi yapmak ve bugünden itibaren bir devrimci komünist partinin kuruluşu için çalışmaktır. (13.01.2013)