Milliyetçi Devrimcilerin ve Proleter Devrimcilerin Politikaları (Sınıf Mücadelesi (Class Struggle), Sayı: 11, 1987)

打印
1 eylül 1997

Lenin ve Troçki'nin zamanında Komünist Enternasyonal, "emekçi kitleler arasında bağımsız sınıf temelli duyguların ilerletilmesi" ne öncelik veriyordu. Buna, proletaryanın halen embriyonik olduğu, en fazla baskının ve geriliğin varolduğu ülkeler de dahildi. Yönergelerinden biri öyle diyordu: "katksz Komünist partilerin #gerçekten komünist olan partiler# unsurları biraraya getirilmeli ve özel bir görevleri olduğu bildirilmelidir. Bu özel görev, burjuva ve demokratik harekete karşı savaşmaktır.

Uluslararası devrimci proletaryanın politik hedefleri vardır. Hedef, toplumun komünist bir biçimde dönüştürülmesidir. Bu hedefler, burjuvazinin çıkarlarıyla çelişir. Bu nedenle, proletaryanın bağımsız bir örgütü olmalıdır. Bu, devrimci, milliyetçi, demokratik, burjuva hareketlerin varolduğu ve burjuvazinin bile baskı altında olduğu ülkeler için de geçerlidir.

Komünist enternasyonal, geri ülkelerde, belli bir tarihsel dönemde burjuvazinin önderliğinde yürütülmüş olan politik, sosyal ve ekonomik dönüşümlerin, proletarya devrimin önderliğini almadıkça, tam olarak gerçekleşemeyeceğini düşünüyordu.

Emperyalizmin tahakkümündeki geri ülkeler, uluslar olarak bağımlı konumlarıyla belirleniyordu ve hala da belirleniyor. Bunun nedenleri şunlardır; parlamenter politik yapıların yokluğu veya kusurluluğu. Gelişmiş burjuva ülkelerde varolan demokratik hak ve özgürlükleri reddediyor olmaları. Yerel burjuvazinin gelişmesini engelleyen tüm sosyal, politik ve ekonomik baskılar. Bu ülkelerin çoğunda varolan yaşama savaşı. İlkel sosyal yapılar ve sömürü biçimleridir (feodal veya yarı feodal toprak mülkiyeti).

Bugünün gelişmiş kapitalist ülkeleri olan Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da, bütün bu nedenleri ortadan kaldıran sosyal, politik ve ekonomik dönüşüm, büyük ölçüde burjuvazinin önderliğinde başarılmıştır.

Fakat geri ülkelerde, özünde burjuva olan bu dönüşümlerin gerçekleştirilmesi bir yana, ciddi olarak bu işe girişilmemiştir bile.

Ancak Komünist enternasyonal, burjuva devriminin gündemde olmaya devam ettiği bu ülkelerde burjuva milliyetçi örgütlerin bir devrime, radikal burjuva#demokratik dönüşümlerin gerçekleşmesi için gerekli olan derinliği ve faaliyet alanını verebileceğine inanmıyordu.

Bu örgütlerin, bu çizgide gelişen bir devrimin liderliğini alamayacağı ve daha da önemlisi, koruyamayacağı düşünülüyordu.

Sınırlı sayıdaki emperyalist ülkede büyük sermayenin önemli bir kısmının birikmesine sebep olan kapitalizmin benzer tarihsel gelişmesi geri kalan ülkelerde az#gelişmişliğe sebep oldu. Yoksul ülkelerin burjuvazileri körelmiş, zayıf ve emperyalist burjuvaziye bağımlı bir durumda doğmuşlardı. Ancak bu burjuva sınıfı, ekonomik ve sosyal imtiyazlarını korumak için, toplumun kapitalist örgütlenmesine güvenir. Bu burjuva sınıfı, emperyalizmin boğazına uzattığı pençenin zayıflamasını isteyebilir veya saflarından çıkacak bazı entellektüeller, burjuvazileri için bunu dileyebilirler. Fakat, burjuva sınıfı emperyalizmi doğurmuş olan, dünyanın kapitalist örgütlenmesinin yokolmasını istemez. Çünkü, kendisi de aynı sistemden gelir ve aynı sistem sayesinde yaşar.

Burjuva taleplerle başlayan ve başlangıçta burjuva politik güçler tarafından yönlendirilen bir devrim bile, ezilen kitlelerin sınıf çıkarlarını farketmesini ve bunları burjuvazinin karşısına yerleştirmesini sağlayabilir. O zaman, bu burjuva veya küçük#burjuva örgütler, #radikal olanları da dahil# proletaryanın çıkarlarını temsil eden örgütler tarafından aşılır.

Komünist enternasyonal döneminin proleter devrimcileri, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin en radikal unsurlarının bile, böyle bir riski almaktansa, devrime sırt çevirmek konusunda hiç tereddüt etmediğini görmüşlerdir. Aslında bunlar devrime sırt çevirmiş değillerdir, devrimin karşısına dikilmişlerdir.

Rus devriminin liderleri, böyle bir tecrübeyi henüz yaşamışlardı. Devrimci küçük burjuvazinin iktidarı ele geçirir geçirmez işleri savsaklamaya başladığını ve programında devrimci olan ne varsa hepsini reddettiğini görmüşlerdi. Hem de kelimenin burjuva anlamındaki devrimci unsurları bile (mesela büyük malikanelerin kamulaştırılması). Bu burjuvazi, çarlığın savaşçı politikasını devralmıştı ve iç savaş sırasında gerici generallerin gölge kabinelerine bakan tedarik ederken son buldu.

Birkaç yıl sonra, Komünist enternasyonal bürokrasinin elinde bir alet haline geldikçe, çok benzer bir tecrübe Çin'de yaşandı. Fakat bu defa, sonuç proletarya için çok ağırdı. Çin proletaryası, milliyetçi burjuvaziyi korkutacak kadar güçlüydü ama devrimin önderliğini onların elinden alamadı. Milliyetçiler, proletaryaya en ufak bir şans vermektense, devrimi boğmayı seçtiler ve eski düşmanlarıyla müttefik oldular #kumandanlar yurtiçinde, emperyalist güçler yurtdışında olmak üzere#.

Farklı sonuçları olsa da, her iki durumda da burjuvazinin ve küçük burjuvazinin daha radikal unsurları, devrimin görevlerine saygı konusundaki belkemiksizliklerini göstermişlerdir. Proleterlere nefret duyan, aynı sınıftır. Eski düşmanlarla müttefik olan ve devrimin karşısına dikilen, aynı eğilimdir.

Esas itibarıyla, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin 20. yüzyılın devrimlerindeki (Rusya'da Çin'de ve diğer yerlerde) tutumu, 1848 Almanya'sındaki burjuva demokratik devrimde benzerlerinin aldığı tutuma çok benzemektedir. Rus sosyal#demokratik hareketin devrimci kanadı, bir burjuva#demokratik devrimin ancak radikal, "Jakoben" veya "plebyen" bir biçimde, yani proletaryanın ve köylülüğün ittifakıyla başarılabileceğinden emindi. Böyle bir devrimin kaderi ve proletarya ile köylülük arasındaki iliıkinin doğası konusunda Lenin ve Troçki arasındaki farklılıklar ne olursa olsun, bir konuda birleşiyorlardı: Menşeviklerin tersine, demokratik devrimin liberal ulusal burjuvazi tarafından yürütülemeyeceğine inanıyorlardı. Proletarya ile köylülük arasındaki devrimci ittifakın, liberal burjuvazinin etkisine karşı verilecek bir savaı sonucu ortaya çıkacağına inanıyorlardı.

Sürekli Devrim'de Troçki, geri ülkelerin proletaryasının "burjuva demokrasisinin, en temel görevleri ve ulusal bağımsızlık için mücadeleyi, dünya emperyalizmine karşı sosyalist mücadeleyle birleştirmek zorunda bırakıldığı" üzerinde ısrar etmiş ve öyle devam etmiştir: "proletaryanın hazırlıksız oluğu nedeniyle köylüleri yanına çekemediği ve iktidarı ele geçiremediği sömürge veya yarı sömürge geri bir ülke, bu nedenle, demokratik devrimi başaramayacaktır." İkinci Dünya Savaşından sonra, geniş çaplı bir devrimci dalga, sömürge veya ulusal baskı altındaki ülkeleri etkisi altına almıştır.

Bu, Komünist enternasyonalin öne sürdüğü fikirlerin ve Troçki'nin sürekli devrim teorisinin parlak bir doğrulanışıdır: geriliklerine rağmen (ve bu gerilikleri yüzünden) sömürge ülkeler, emperyalist dünya sisteminin en zayıf halkaları olarak beliriyorlardı. Sömürge devrimi, Çin'i ve Güney#Doğu Asya'yı tutuşturdu ve başarılı dalgalar yoluyla Orta Doğu'ya, Afrika'ya ve hatta Avrupa'daki bazı geri ülkelere ulaştı.

Ancak hareketin önderliği, gerçek bir halk devriminin yaşandığı ülkeler de dahil olmak üzere heryerde burjuva milliyetçi örgütlerdeydi. Hatta bazı burjuva milliyetçi örgütler kitle hareketlerine hız vermeyi ve iktidarı almak için kitleleri kullanmayı bile başardı.

Bu milliyetçi burjuva örgütlerin asla sınırı aşmadıkları da bir gerçektir. Ama sınırı aşma korkusuyla devrimden de kopmamışlardır. Cezayir gibi, göreli olarak önemli bir işçi sınıfının varolduğu veya şehir proletaryasının savaşçıların önemli bir kısmını oluşturduğu ülkeler de buna dahildir.

Sömürge devriminde burjuva milliyetçiliği

Bu, Troçki'nin analiziyle çelişir görünmektedir. Ama aslında, aynı problemi başka bir düzeye taşır.

Şu anda, Tito'nun iktidara gelişinden ve Mao'nun muzafer devriminden sonra çoğu Troçkist grubun çıkardığı sonucu incelemeyeceğiz. Tarihte ilk defa, bu iki olayla ortaya çıkan bu soruyu kısır bir görüşle yanıtladılar: Mao veya Tito tarafından yürütülen önderlik devrimi gerçekleştirmeyi başardığına göre, bunlar... proleter önderlikler olmalıdır. (Bazıları, bu önderliklerin "yozlaşmış", "tutarsız" veya "bürokratize olmuş" olduklarını eklemişlerdir.) Böyle bir gerekçelendirme, Marksist bakış açısından bakıldığında yetersizdir. Bu adeta, radikal burjuva milliyetçiliği önünde politik bir istifanın "teorik" kutsanmasıdır.

Radikal milliyetçi küçük burjuvazi hiçbir şekilde, proletaryanın tarihi görevlerini başarmamıştır.

Proletaryayı kontrol altında tutmayı öğrenmiştir. Devrimci süreci sınırlamayı ve devrimci bir zincirleme reaksiyonun patlayıcı karekterinin önüne geçmeyi öğrenmiştir. Ezilen kitlelerin bir sınıf bilinci geliştirmesini önlemeyi öğrenmiştir. Bunu da, devrimin karşısında olarak değil, devrimin ayrılmaz bir parçası olarak, sonunda devrime karşı durarak ve daha burjuva demokratik amaçlarını bile gerçekleştirmeden devrimi durdurarak (Lenin ve Troçki'nin zamanındakinden daha farklı bir düzeyde) yapmayı öğrenmiştir.

Bu gerçeği savaştan önce ve sonra devrimci işçi hareketinin gerilemesi belirlemiştir. Yoksul ülkelerin küçük burjuva aydınları da bunu bu süreçte öğrenmişlerdir.

Proleter güçlerin büyük çoğunluğunun biryere toplandığı ve uzun bir sınıf mücadelesi geleneğinin varolduğu gelişmiş emperyalist ülkelerde, sosyal demokrasi ve Stalinizm işçi sınıfını devrimci önderinden mahrum etti. Bu iki biçimde oldu, dolaysız ve dolaylı. Dolaysız olarak yapılan, her türden Halk Cepheleri yoluyla kendi ülkelerinin emperyalist eğilimli burjuvazisine hizmet etmeleriydi. Dolaylı olarak yapılan ise, savaş#öncesi yıllarda faşist hareketin güçlenmesine izin vermeleri, faşistlerin iktidarı ele geçirmesi ve Almanya'daki örgütlü işçi sınıfı hareketinin tamamen yok edilmesi için yolu açmış olmalarıdır.

Kitlelerin çektiği korkunç acılara ve pek çok Avrupa ülkesinde burjuva devlet aygıtının zayıflamasına, hatta yıkılmasına rağmen, gelişmiş kapitalist ülkelerde İkinci Dünya Savaşından sonra (Birinci dünya Savaşından sonra olanların aksine) devrimci bir dalga görülmedi. Proletarya, sınıf çıkarlarının bilincinde olan politik bir güç olarak, savaş#öncesi dönem boyunca sahnede hiç görünmedi. En güçlü örgütler (Sosyal demokrat veya Stalinist partiler veya sendikalar) ortalığın sessiz olmasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar.

Proletaryanın gelişmiş ülkelerdeki bu politik yokluğu, yoksul ülkelerin burjuva devrimci entelijansyasını proletaryanın eskisi kadar ürkütücü olmadığına inandırmak için başlıbaşına kuvvetli bir unsurdu. Sözümona Komünist Partiler, tıpkı Sosyal#Demokrat partiler gibi utanmazca, kendi emperyalizmlerinin sömürgeci politikalarını desteklediler ve kutsadılar (hem de en canice baskıları bile. Cezayir'de Setif'in bombalanması, Hindiçini'nde ilk savaş olayları gibi). Bu utanmaz tutum, sömürge ülkelerde burjuva milliyetçiliğine karşı kendisini işçi hareketi üzerinde temellendireceğini iddia eden partileri itibardan düşürdü. Geri ülkelerde itibarını kaybetmeyen KP'ler, burjuva milliyetçi ideolojiyi uygulayanlar oldu. Bu KP'ler bu temel üzerinde gelişme olanağına bile sahip oldular.

Stalinizm, proletaryayı önderlikten mahrum etmenin dışında, yoksul ülkelerin burjuva milliyetçileri için bir şey daha yaptı. Onlara, kitleleri aldatmalarına, aynı zamanda da kitlelerin devrimci enerjisini kullanmalarına yarayacak fikir ve yöntemler sundu.

Birjuva milliyetçiliği ve Stalinizm

Stalinizm, "tek ülkede sosyalizm"i icat ederek devrimci komünizmden radikal bir biçimde koptu. Komünist enternasyonal devrimcileri şuna inanıyorlardı (tıpkı Marks gibi): "iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi devrimi sonuçlandırmaz, sadece başlatır. Sosyalizmin inşası ancak ulusal ve uluslararası düzeyde sınıf mücadelesi temelinde düşünülebilir" (Troçki'nin formülasyonu).

Asalak bir egemen tabaka olan bürokrasi, kendi ihtiyaçları için milliyetçiliği yeniden icat etti. Ancak bürokrasi, komünistlerin önderliğindeki bir proleter devrimi ile kurulan devletin yozlaşmasıyla doğmuştu ve işçi sınıfı tarafından yaratılan iktidarı gasbetmişti. Bürokratlar bu gerçeği gizlemek için milliyetçiliklerini gizlemek ve bunu komünizm diye adlandırmak zorunluluğu hissettiler. Marks'ın ve Lenin'in görüşleriyle tamamen zıt olan bir politik gerçekliği saklamak amacıyla Marksizm'i ve Leninizm'i kullandılar.

Marks için ve herhangi bir komünist için, "tek ülkede sosyalizm" ifadesi kendi içinde zıttır. Sosyalizm ancak üretici güçlerin yüksek derecede gelişmesi temelinde gerçekleştirilebilir. Bu, ancak kapitalist sistemin engellemeleri olmaksızın uluslararası işbölümü yoluyla mümkün olabilir. Başka bir deyişle, sosyalizm ancak dünya ölçeğinde varolabilir.

Fakat bürokratlar sosyalizmle ilgilenmediler. Sadece iktidarlarını korumak ve meşrulaştırmak istediler.

Bir kere "tek ülkede sosyalizm" icat edildikten sonra, doğal olarak gerisi sökün etti.

Bürokratlar işçilerin ve köylülerin emeğine ihtiyaç duyuyordu. Proleter devrimi, kapitalizmin baskı araçlarından kurtulmuştu. Bu yüzden bürokrasinin ideologları tek ülkede sosyalizmin inşasının köylüler için zoraki kollektifleştirme, Stahanovculuk (1), parça başı çalışma, işçilere baskı yapılması ve çoğu insanın zorla çalıştırılması demek olduğu fikrini icat ettiler.

Bürokratların, toplumun geri kalanını kendilerinin faydalı olduğuna inandırmaları gerekiyordu. Stalinistler bunu yapmak için, emperyalizmi ve emperyalizmin baskılarını kullandılar. Böylece sömürülen kitlelerden istenen fedakarlıklar haklı gösterilebilecekti. Ayrıca Rus milliyetçiliğini tahrik etmek ve ulusal yalıtılmışlığı komünist bir meziyete dönüştürmek için de emperyalizmi kullandılar.

Bu gerici fikirler Stalinizm tarafından kırmızıya boyanıp, komünist olarak adlandırıldılar. Bunun tek amacı, bürokrasinin ihtiyaçlarına cevap vermekti. Bürokrasi Ekim Devrimi'nden çıktığı için, ezilen kitlelerin gözünde büyük prestij sahibiydi. Bürokrasinin liderleri Lenin'in mirasını temsil ediyor gibi görünüyordu. Bu nedenlerden ötürü bürokrasi, gerçekte komünizmin tamamen zıttı olan bir şeyi komünist olarak adlandırabilecek itibara ve araçlara sahipti.

Fakat bürokrasi dışındaki diğer politik güçler ve onları kullanan geri ülkelerin büyük ve küçük burjuvazileri de bu durumu, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, kitleleri kandırmak için kullandılar.

İktidarı devrimci kitle hareketlerine dayanarak ele geçirmeye cesaret eden ilk milliyetçi liderler, (Tito, Mao Çetung, Ho Şi Minh) eğitimlerini çoktan Stalinistleşmiş bir Komünist Enternasyonal'de görmüşlerdir.

Komünist Enternasyonalin Stalinist önderliği, bu liderlerden #başka pekçokları gibi# işçi sınıfını ulusal burjuvaziye teslim edecek politikalar yürütmesini istiyordu. Enternasyonal aynı zamanda onlara bunu yapmak için gerekli olan "teorik ispat" formüllerini de verdi.

Tito, Mao ve Ho Şi Minh kendilerini farklı durumlarda buldularsa da, farklı yaklaşımlara sahip oldularsa da, farklı istekler nedeniyle ters düştülerse de, sonuçta bu politik çizgi temelinde sağlam bir açılama geliştirmeyi başardılar.

Troçki'yi başka bir biçimde ifade edersek, Stalinizm, görevini yerine getirmiştir. Bu komünist partileri, kendi burjuvazileriyle uzlaştırmıştır. O zamandan beri bu partiler, burjuva#milliyetçi politikalarını kendi hesaplarına yürütmeye başladılar.

Bu üç milliyetçi liderin hiç biri asla Stalinist ifade tarzından kopmadılar. Hatta Ho Şi Minh Moskova'dan da asla kopmadı.

Ancak bu liderlerin hepsi de Kremlin'deki ustanın yalnızca öğrencileri veya taklitçileri olmakla yetinmediler. Hatta gerçek Stalinistlerden daha başka bir şey oldular #eğer Stalinizm ile yozlaşmış bir işçi devletinden doğmuş olan bürokrasinin çıkarlarının politik ifadesini kastediyorsak.

Üstelik Stalinin iktidarı esasen muzaffer bir proleter devrimine dayanıyordu # bu devrim, kendi kendisinin karşısına geçerek ihanet etmiş olsa bile.

Mao'ya gelince, bir devrimin proleter bir devrim olmasını önlemenin nasıl mümkün olduğunu gösterdi. Mümkündü! Mao iktidarı almak için kendi stratejisini geliştirmek amacıyla Stalinizm derslerini kullandıktan sonra, yoksul ülkelerdeki radikal küçük#burjuva milliyetçilere örnek oldu. Dahası, bütün bir tarihi dönem için küçük burjuva milliyetçilerin entellektüel rehberi oldu.

Mao'nun pek çok takipçisi olmuştur. İktidara askeri bir hükümet darbesi (o da, herhangi bir devrimci seferberlik olmaksızın veya daha işin başında ezilen bir seferberlik yardımıyla) ile gelen bu milliyetçi liderler hakkında konuşmayacağız. Bu insanlar zaman zaman, bir devrim temelinde değil, tersine bir devrimden kaçınarak, iktidara gelmek amacıyla kitleleri aldatabilecek "komünist" veya "sosyalist" ifade tarzını kullanmışlardır. Geri kalmış ülkelerde, Mengistu'nun Etiyopya'sından Kongo#Brazza albaylarına kadar bu insanların pek çok örneği vardır.

Daha çok, bir biçimde daha istisnai olmuş olan durumlar hakkında konuşacağız. Bu durumlar, radikal küçük#burjuvazinin, kelimenin tam anlamıyla milliyetçi ve devrimci örgütler kurmalarıdır. Bunlar, bilinçli olarak devrimci sürecin önderliğini almaya çalışan, devrimi bekleyen ve hatta bazen devrimin yolunu açan (devrimi provoke eden) örgütlerdi (gerçi aynı zamanda, programları ve perspektifleri nedeniyle her zaman burjuva çerçevede kaldılar).

Bu örgütlerin bazıları derin ve ilerici sosyal dönüşümler gerçekleştirmişlerdir. Ya da, köylü veya küçük#burjuva şehirli kitlelerin, bu dönüşümleri belli sınırlar içinde gerçekleştirmelerini sağlamışlardır. Diğerleri ise sadece toplumlarının özellikle geri birtakım unsurlarına dokunmayı reddetmekle kalmamış, hatta bunları kendi çıkarları için kullanmıştır (Cezayir).

Bu örgütler tarafından kurulan rejimlerin bazıları, emperyalizmin baskılarıyla endüstrilerinin, hatta tarımlarının tamamını veya bir kısmını ulusallaştırmaya zorlanmışlardır. Bu dönüşümler sonuç itibarıyla kendi ülkelerinin burjuvazisine karşıt hale gelmiştir. En azından belli bir derecede (Çin, Küba).

İkinci Dünya Savaşından sonra, kapitalist devletlerin çoğu, hatta Fransa gibi emperyalist ülkeler, kendi burjuvazilerinin zayıflığını kapatmak için önemli ulusallaıtırmalar gerçekleştirmişlerdir. Çin'de ve Küba'da gerçekleştirilen ulusallaştırmalar asla Rusya'da proleter devrimin gerçekleştirdiği kamulaştırmaların radikal karakterine sahip olmamıştır. Büyük burjuvaziye geriye bakabilecek ve kapitalini Tayvan'a, Hong Kong'a, Singapur'a ve başka yerlere ihraç edecek zaman verilmişti.

Bu türden diğer rejimler hala umutsuzca, kendi burjuvazilerinin onları politik olarak tanımasını sağlamaya çalışıyorlar (Nikaragua).

Ancak, durumların değişikliğinden öte, bu örgütlerin hepsinin politikalarında ortak olan bazı karakteristikler vardır. Dolaylı veya dolaysız olarak hepsi Mao örneğini takip etmişlerdir. Mao'nun, bir burjuva milliyetçi örgütün ne yapabileceğini, ne yapmak zorunda olduğunu, veya kitlesel bir devrimci hareketi yönlendirmek ve kontrol etmek için ne yapmaması gerektiğini sistemleştirdiği söylenebilir. Mao bu örgütlere bir çeşit anahtar paket vermiştir. Bu pakette şunlar vardır:

- Bir ideoloji: herşeyden önce milliyetçi olan, fakat sosyalist taklidi yapan;

# bir ulusal birlik stratejisi: sınıf mücadelesine karşı, sınıflar bloğu (devrimci olduğu söylenen bir blok);

# bir iktidar modeli: tek parti (açıkça veya bir "cephe" örtüsü altında);

# bir iktidarı ele geçirme taktiği: şehirlerde terörist eylemlerle veya kırda gerilla savaşıyla, kitlelerin mücadele esnasında katılmaya zorlandığı ancak kontrol edemeyeceği bir askeri makina yaratılması;

# bir kere iktidara geldikten sonra, kitlelere dayatılan fedakarlıkları, diktatörlüğü ve özgürlüklerin yokluğunu haklı göstermek için, gerçekten var olan veya yapay olarak yaratılan bir dış güç tehlikesinin kullanılması.

BİR ULUSAL BİRLİK STRATEJİSİ: SINIF MÜCADELESİNE KARŞI SINIFLAR BLOĞU

Burjuva milliyetçi örgütlerin hepsinin ortak bir yanı vardır: hepsi de kitlelerin devrimci enerjisini kullanmak isterler. Bu enerji, tedbirli bir emperyalist gücün (sömürgeci veya değil) askeri gücüne karşı çıkabilecek tek enerjidir. Bu enerji aynı zamanda, sık sık yerel diktatörlüklere karşı çıkabilecek tek enerji olmuştur. Burjuva milliyetçi örgütler, kitleleri kendi politik amaçları için "seferber" etmeye hazırdırlar. Bu amaç, ya birtakım burjuva gelişmeler bakımından bile verimsiz olan çürük bir diktatörlükten kurtulmak, ya da işgalci bir emperyalist güçten kurtulmaktır. (Bazı örgütlerin bu programı tek bir ülke çerçevesinde gerçekleştirmek konusunda gerçek illüzyonları da vardır).

Başlangıçtan beri, burjuva milliyetçiler tarafından inşa edilen aygıt, bunların gelecekteki kendi devlet aygıtlarının embriyosu olmuştur. Engels'in devlet konusundaki ifadesini kullanırsak, bu, "zıtlıkları bulandırmak ve düzenli sınırlar içinde tutmak için görünüşte toplumun üzerinde yer alan bir güç"tür. Bu, sınıf mücadelesini bulandırmaya ve sınırlamaya tahsis edilmiş bir güçtür. Gerekirse bunu, sömürülen kitlelerin mücadelesini ezerek de yapacak olan bir güçtür.

Burjuva milliyetçilerin en önemli problemi, kitleleri terhis etmeksizin, sömürgeci, ulusal veya diktatöryel baskıya karşı seferberliğin sömürülen sınıfların mücadelesine dönüşmesini engellemektir.

İstisnasız bütün burjuva milliyetçi örgütlerin sınıf mücadelesinin fikrine karşı bile savaş açmaları bu yüzdendir. Bunu bazan oldukça açık bir şekilde ve hiç bir ayırtı olmaksızın yaparlar ve kendilerini anti#Komünist olarak ilan ederler. Bazan da, sınıf mücadelesinin yeni bir biçimi olarak ulusal devrimin gerekliliklerine uyum adını verdikleri şeyi ortaya sürerler. Stalinist tipteki milliyetçiler, sınıfmücadelesinin bu versiyonu konusunda uzmandırlar. Yani, "ortak bir düşmana karşı" birçok sınıf"blok"unun mücadelesi.

Mao, "dört sınıfın bloğu"ndan söz ederdi. Diğerleri, zaferden sonra ne olacağı sorununu unutarak "zafere kadar, tek halk, tek savaş", hatta "tek halk, tek parti" diyorlardı.

Bazı örgütler, işçi sınıfının mücadelesi de dahil olmak üzere, sınıfmücadelesinin önemini kavradıkları halde, bunun ancak "ikinci aşama"da meşru olacağını söylüyorlardı. Önce mevcut devrimci seferberliğin sonuca ulaşması gerekiyordu.

Burjuva milliyetçi örgütler, merhametsiz ve vahşi bir savaş yürütürler. Bu savaş her zaman özellikle işçilerin sınıfmücadelesine karşı değilse bile, #ki bunu yapmanın maliyetine her zaman katlanamazlar# en azından işçi sınıfı mücadelesi tarafında olan ve proletarya içindeki bakış açısını savunan örgütlere karşı yürütülür.

Milliyetçi devrimci liderler milliyetçiliği sınıfmücadelesine panzehir olarak kullanırlar. Milliyetçilik, yani bir ulusun bütün sosyal sınıflarının kollektif olarak diğer uluslara karşı ortak çıkarları olduğu fikri. Bu fikir, sömürülen kitleleri şuna inandırmak için kullanılır: "ulusal" burjuvazi sömürülen kitlelerin tarafındadır. Oysa proletarya, hem sadece onları sömüren emperyalist ülkedeki değil, diğer ülkelerdeki proletarya da onların muhalifidir.

Bugüne, geçmişe ait veya birdenbire ortaya çıkmış ulusal sembollerin yaratılması bu yüzdendir. Bayraklar, milli marşlar, amblemler, "ulusal kahramanlar", hatta yaşam ve dil biçimleri. Bu tutum, dünyanın dört bucağındaki bütün milliyetçi örgütlerde ortaktır.

Her türlü modern araç gereçle donatılmış evlerde yaşayan milliyetçi Afrikalı entellektüeller, vatandaşları için sömürgecilik#öncesi topluma ve yaşam koşullarına geri dönmenin iyi olduğuna gerçekten inanabilirler. El Salvador'daki milliyetçi gerilla liderleri, kendi kadrolarının El Salvador halkının mücadelesinin, hemen yanıbaşlarındaki Guatemela halkının mücadelesinden tamamen farklı olduğunu açıklamak için öne sürdüğü "ulusal özgüllükler"e gerçekten inanabilirler. Bu birşeyi değiştirmez. Ulusal sembollerin altında yatan neden, "ulusal kimlik" ve çıkar birliğini kitleler için çok açık ve sorgulanamaz duruma getirmektir. Bu aynı zamanda, "ulusal birliği" bölen ve zayıflatan herşeye karşı düşmanlığı geliştirir. Özellikle de sınıf mücadelesine karşı düşmanlığı.

BİR İKTİDAR MODELİ: TEK PARTİ VE DEMOKRASİNİN YOKLUĞU

Proleter devrimciler için devrim, herşeyden önce sosyal bir patlamadır. Lenin'in sözleriyle (Bir Çocukluk Hastalığı'nda), "devrim... en merhametsiz sınıfmücadelesinin tahrik ettiği on milyonlarca insanın vicdanının, iradesinin, tutkusunun, hayalgücünün ürünüdür". Böyle olduğu için ve sınıfmücadelesi devrimin kalbi olduğu sürece ve proletarya devrimi sonuca ulaştırabilecek olduğu sürece, proleter devrimi sosyal dönüşüm için olağanüstü bir araç olabilir. Toplumun kapitalist örgütlenmesini tümüyle yıkabilir ve yeni bir sosyal örgütlenmenin temellerini atabilir.

Proleter devrimciler bir tek amaç için çalışırlar: işçilerin iktidarı ele geçirmesi ve kendi elleriyle kullanması.

Ancak, devleti yönetme kapasitesi proletaryaya doğuştan verilmemiştir. Devrimin kendisi, o pek zor talim okulu, işçileri eğitecektir. Devrim okulu, kitleler için mümkün olan biricik okuldur. Lenin bir aşçının bile liderlik işlevlerine sahip olacağı bir devletten söz ederken, devletin bugünkü biçiminden söz etmiyordu. Söz ettiği aşçı da, omuzlarında bu kahredici toplumun yükünü, kafasında önyargılar yumağını taşıyan aşçı değildi. Onun sözünü ettiği, sömürülen kitlelerin devrim sürecinde kendi elleriyle kurabilecekleri devlet gücüydü. Söz ettiği aşçı, devrimci çıraklıktan gelen bir aşçıydı. Görevlerinin çeşitliliğiyle, zorluklarıyla, dersleriyle, proleter kitlelerin farklı sınıfları, partileri ve halkları değerlendirmeyi öğrenirken içinden geçtiği zikzaklarla, devrimci çıraklıktan gelen bir aşçı.

"Devrimci sınıf, görevini yerine getirmek için toplumsal eylemin her türlü biçimine ve her yönüne sahip olmayı bilmek zorundadır". Lenin'in bu gerçeğin üzerinde ısrarla durması bu yüzdendir.

Bu yüzden, devrimci proleterlerin görevi, devrimci mücadelenin sınıfunsurlarına önem vermek ve mücadeleyi sonuna kadar götürmektir.

Devrimci proleterler, bu yüzden, sömürülen sınıfların diğer sosyal sınıflardan bağımsız örgütünden yanadırlar.

Bu yüzden, fikirlerin ve politikaların en yaygın, en demokratik ifade edilmesinden yanadırlar. Böylece sömürülen sınıflar farklı politikaların icaplarına değer biçebilecek, bunları kavrayabilecek ve bunlar arasından seçim yapabileceklerdir.

Bu yüzden devrimci proleterler asla tek bir yaklaşımı veya yukardan gelen bir projeyi dayatmaya kalkışmazlar. Tersine, kendilerini kitlelerin mücadele sürecinde özenle hazırladığı biçimler üzerinde temellendirir ve bu biçimleri geliştirmeye çalışırlar. Sonuç olarak, proleter devrimcilerin görevlerinden biri, sömürülen kitlelerin, mücadelenin legal veya illegal, parlementer veya askeri, ekonomik veya politik, bütün biçimlerini kontrol etmesine yardım etmektir.

Proletarya devlet makinasını çalıştırmayı, ancak kendi öz mücadelelerinin önderliğini alarak ve bütün sömürülen sınıfların mücadelelerine önderlik etmeyi öğrenerek öğrenir.

Burjuva milliyetçilerin, hatta devrimci olanlarının bile amacı, proletaryanın bir devrim sayesinde devleti kontrol ettiğini görmek değildir. Aksine, onların amacı, bunun tam tersidir. Proletaryayı ezebilecek, sonuç olarak proletaryanın kontrolü dışında inşa edilmiş bir devlet isterler. Mücadele boyunca bütün politikaları, yöntemleri, davranışları ve tutumları, hep bu hedefe bağlıdır.

Milliyetçi örgütler nadiren, sınıfmücadelesi fikrine karşı savaşmak istemezler. Mücadeleyi, gelişmesine fırsat vermeden boğmak isterler. Daha devrim yapılmadan önce, devrimci hareket içinde tek bir partinin diktatörlüğünü garantiye almak isterler. Tek bir partinin diktatörlüğü, etkin bir mücadelenin garantisi olarak sunulur. Bütün savaşçıların bu partiye boyun eğmesi ve itaat etmesi gereklidir. Milliyetçi bir önderlik ne zaman birşeyleri gerekçelendirme ihtiyacı duysa, mücadelenin gereklerini, etkinliğini öne sürer. Ancak devrimci mücadelenin gerekleri, devrim için henüz uyanmış olan kitlelerin, devrimin insiyatifini eline geçirmiş, küçük burjuva milliyetçilerinden oluşan küçük bir grubun politik seçeneklerine ve programına başlangıçtan itibaren uymasını gerektirmez.

Farklı kesimler arasındaki politik çatışmalar, Rusya'da devrimin kazanmasını engellemedi. Tersine bu, zaferin bir ön#koşuluydu. Devrimin başlarında küçük bir azınlık olan Bolşevik parti, kitlelerin gözünde politikasının geçerliliğini gösterme olanağına sahip olmasaydı, Bolşeviklerden çok daha popüler olan Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler, kendi sıraları geldiğinde, Kornilov tipinde asker biri tarafından bir kenara atılmadan önce, devrime yüz kere ihanet edebilirlerdi.

Fransız devrimi, sınıf içeriği ve sonuçları bakımından bir burjuva devrimi olsa da, tarihteki en önemli #ve en etkin!# devrimlerden biriydi. Bunun böyle olmasının nedeni kesinlikle, kitlelerin ulus çapındaki demokratik eylemleriydi. Bu kitleler, politik çatışmalar silsilesi sayesinde, meşruti krallıktan Jakobenizme uzanan bir seçme şansına sahipti.

İşte bu tam da, burjuva milliyetçi örgütlerin ne pahasına olursa olsun kaçınmayı istedikleri şeydir. Hareketin içerisinde tek bir partinin diktatörlüğünü dayatmayı başaramadıklarında, varolan bağımsız partileri bir cephe içinde gruplaştırmak için (Filistin hareketinde veya Nikaragua'da olduğu gibi) ısrar etmeleri bu yüzdendir.Kendilerini böyle bir cephe içinde bulanlar zaman zaman serbestçe kendi özgün tekliflerini tartışabilir ve sonuç olarak, duruma ve güç ilişkilerine bağlı olarak yeni bir çoğunluğa veya yeni bir politikaya sahip olabilirler. Fakat bu, her zaman en üst düzeyde ve kapalı kapılar ardında yapılır. Böyle yapılıyor olması, bu çatışmaların vahşi olmadığı anlamına gelmez. Bu durumun yalnızca liderlikleri veya aygıtı ilgilendirdiği anlamına gelir. Devrimci kitlelere asla çatışmaların hakemliğini yapma olanağı verilmez.

İyi kötü, yekpare bir "cephe" kurma, milliyetçi örgütlerin çoğunun benimsediği bir politikadır. Hareketi tek bir parti yerine bir "cephe"nin yönlendiriyor olması gerçeği, gerçek bir demokrasinin yokluğunu kitlelerin gözünden gizler. Bu, bütün politik eğilimlerin, bütün teklif eğilimlerinin, "ulus"un bütün bileşik parçalarının aynı mücadele içinde yer aldığını söylemenin bir yoludur.

Yani, bütün "makul" ve "vatanperver" parçalarının. Tabii ki, cephede yer almak istemeyenler böylece düşman olduklarını göstermiş olurlar ve ezilmelidirler.

Bu "cephe"lerin söylemi, mücadele eden kitlelerin üniter duyguları üzerine kurulmuştur. Burjuva önderlikler, cephelerin varlığını haklı göstermek ve politik farklılıkları sindirmek için bu duyguları kullanırlar. Kitleleri eylem sıcağında karşılaştırma yapma olanağından, farklı politikaları değerlendirerek, bunların arasından bir seçim yapma olanağından mahrum bırakırlar.

Cezayir FLN'si, MNA'den köklü bir farklılığı olan bir politikası olmadığı halde, MNA'yi katletmiştir.

Filistin milliyetçi hareketi, her biri harekete ait makinenin içinde kendi askeri aygıtı ve kendi temeliyle varolan birçok partinin oluşturduğu bir gruplaşma olduğu halde, her türden açık politik çatışmaları yasaklayan gizli anlaşmayı bozan hiç kimse olmadı. Eğilimler arasındaki rekabetin makineli tüfeklerle susturulduğu zamanlarda bile.

Burjuva milliyetçi liderler, mücadelenin etkinliği adına hareket içinde demokrasiye izin vermeyi reddederler. Fakat, bir kez iktidara geldikten sonra da, bütün söylediklerini unutarak, demokrasiyi kurmazlar. Burjuva milliyetçiler tarafından kurulan bütün rejimler, istisnasız diktatörlüklerdir. Hatta bu rejimler bazı zamanlar kiğisel diktatörlüklere dönüşürler. Tıpkı, Mao'nun diktatörlüğündeki Çin gibi veya önce Ben Bella'nın daha sonra Boumedienne'in diktatörlüğündeki Cezayir gibi. Bu rejimler bazen de Pol Pot rejimi altındaki Kamboçya'da olduğu gibi vahşi bir çılgınlığa düşerler.

Devrimci milliyetçi örgütler tarafından kurulan cepheler kitlelerin üniter duygularına karşılık verebilir ve onayını alabilir. Bu durumda proleter devrimciler uygun bir taktik ve politika hazırlamak zorundadır. Ancak, proleter devrimciler için politik bağımsızlıklarından ve bu bağımsızlığı garanti altına alan örgütsel araçlardan vazgeçmenin söz konusu olamayacağı açıktır. Bu tür cephelere katılmak, politik intiharla aynı şeydir ve durum ne olursa olsun, proletaryanın kampını terketmek anlamına gelir.

Bir İktidarı ele geçirme taktiği: Terörizm ve gerilla savaşı

Pek çok milliyetçi devrimci örgüt, sosyal bir programa sahip olmaksızın gelişebilmiştir. Ya da, çok ılımlı, muhafazakar bir programla. Nikaragua'da Sandinist hareket asla işçi sınıfı için bir program öne sürmeye çalışmadı. Çünkü ulusal burjuvaziyi cezbetmek istiyordu. Büyük toprak mülklerine el konması için bir program hazırlayarak topraksız köylüleri kazanmaya bile çalışmadı.

FLN'nin programında olup olacak tek şey ulusal bağımsızlıktı. Talepler anlamında, işçi sınıfı ve yoksul köylülük için hiç bir şey yoktu.

Rodezya'da ve şimdi Zimbabwe'de "beyaz ayrılıkçı güç"e karşı savaşan milliyetçiler, beyaz azınlığın tekelinde tutuğu şeyin yalnızca oy hakkı değil, aynı zamanda da en iyi topraklar olduğunu "unutmuş"lardır. Mugabe ve takipçileri halklarına, beyaz azınlığın oy hakkı tekelini yıkmalarını söylemişlerdir. Fakat beyaz azınlık içindeki imtiyazlı bir azınlığın sahip olduğu verimli toprakları ele geçirmekten söz etmemişlerdir.

En radikal olarak tanınan milliyetçi örgütler bile, asla cesur bir sosyal ve ekonomik dönüşümler programı adına savaşmamışlardır.

1947'de, Çin Komünist Partisi, bağımsız olarak ortaya çıkmış olan bir köylü ayaklanmasının önderliğini almayı başarmış ve köylü hareketinin taleplerini benimsemiştir. Bu, feodal sınıfın nihayet kırsal bölgeden tümüyle sökülmüş olması sayesinde olmuştur. Fakat bundan önceki yıllarda, Çin#Japon savaşı boyunca ve ta 1946'ya kadar, Komünist Parti, azıcık radikal bir toprak reformuna benzeyen her şeyi programından çıkarmıştır.

Esasen, milliyetçilerin radikal askeri yöntemleri, politikalarındaki radikalizm yokluğunu ikame eder.

Milliyetçiler, kitlelerin, varolan iktidarın yalnızca silahların gücüne güvendiği konusundaki inancına dayanarak, sömürülen kitleleri politik olarak susturmak için saf askeri görevleri öne sürerler.

Milliyetçiler, mücadele içindeki kitlelere, kitlelerin kendi mücadelesinin gereklerine uygun düşen askeri araçları asla vermezler. Bunun yerine kitleleri, milliyetçi liderlerin kavgasının arkasında askeri biçimlere sokarlar.

Onların sorunu, kitlelerin saldırmak veya kendini savunmak için gerekli araçları ve yolları bulmasına yardım etmek değildir. Kitlelerin, yalnızca milliyetçi organlar tarafından korunabileceklerine inanmasını isterler. Sonuç olarak, eğer kitleler varolan iktidarla savaşmak istiyorlarsa, milliyetçi örgütün ve örgütün askeri aygıtının önderliğini takip etmelidirler.

Küçük terörist grupların kurulmasından, gerçek gerilla ordularının örgütlenmesine kadar, milliyetçilerin derdi, hem mücadeleyi kendilerinin başlattığını, hem de hareketin saflarında düzeni koruyabileceklerini gösterecek askeri aygıtlar kurmaktır. Bu askeri aygıtların içinden çıkacak olan devlet makinesi de benzer bir biçimde, bir bütün olarak toplumda hukuku ve düzeni sağlayabilecek güçte olacaktır.

DIŞ TEHLİKELERE KARŞI: DEVRİMİN ULUSLARARASI GENİŞLEMESİNE KARŞI ULUSAL BİRLİK

Burjuva milliyetçi önderlikler, bu yöntemler sayesinde genellikle devrimci kitle hareketlerinin önderliğini alabilmiş ve koruyabilmişlerdir.

Böyle yaparak, kesinlikle uluslararası proletaryanın tarihi görevlerini yerine getirmemişlerdir. Birleşik Sekreterliğin ve ordan gelenlerin saçmalıklarının tersine.

Peki, tutarlı bir biçimde bir burjuva demokratik devrimin gereklerini yerine getirmişler midir? Bundan kastımız, Fransız devrimi sırasında Jakobenlerin yerine getirdiği görevlerdir. Ya da, Troçki'nin artık burjuvazi veya onun adına hareket eden politik güçler tarafından yapılamayacağını söylediği görevlerdir.

Hiç de değil.

Jakobenliğin demokratik devrimci yöntemleriyle, onun yoksul ülkelerdeki daha sonraki takipçilerinin devrimci bürokratlığı arasında dünyalar kadar fark vardır. Jakoben devrimi, içerde ve dışarda, dönemin verili olanakları çerçevesinde, sonuna kadar devrimciydi. Ulusal sınırlar içinde kalmaya çalışmadı. Amacı, bütün Avrupa'yı, hatta mümkünse bütün dünyayı değiştirmekti. Avrupa'da ortaya çıkacak bir zincirleme devrim reaksiyonundan korkmadı. Tam da bunun için, bilinçli olarak çalııtı. Fransız burjuvazisi ve küçük burjuvazisi, devrimin yayılmasını isteyen halkı ve politik güçleri saflarında toplayabilecek kadar devrimciydi.

Tersine, Cezayir hareketinin milliyetçi liderleri devrimin yayılmasını istemediler. Sadece, Fas'ın ve Tunus'un Arap veya Berberi halkları ile sınırlı kalmasını istediler #bu iki komşu ülkenin de, aynı Fransız emperyalizmi sömürgeci baskısından muzdarip oldukları gerçeğine rağmen. Bir kere iktidara geldikten sonra, Fas monarşisinin Cezayir karşıtı milliyetçiliğini kullanarak, Fas karşıtı milliyetçilik ateşini körüklediler. Sonuçta, bu iki ülke arasında aptal bir savaş ortaya çıktı. Bu ülkelerin herbiri, kendi diktatörlüğünü ve genel çizgisini güçlendirme girişimlerini haklı göstermek için milliyetçiliği kullanıyordu.

Aynı şekilde, Nikaragua'nın milliyetçi önderliği de devrimin yayılmasını istemez. Hem de, dil, ekonomi ve tarih birliğinde, Jakobenlerin zamanındaki Avrupa'dan çok daha ileride olan Orta Amerika'nın geri kalan kısımlarına sıçramasını bile istemez.

En radikal burjuva milliyetçi devrimcilerin devrimcilikleri bile, "ulusal" dedikleri sınırlara ulaıtıklarında biter. Toraklarının gülünç derecede küçük olması veya söz konusu sınırların emperyalizm tarafından dayatılmış olması hiç farketmez. Devrimi kontrol altında tutmanın, devrimi patlayıcı ve bulaşıcı karekterinden soyutlamanın yollarını ve araçlarını bulmuşlardır.

Her zaman, en tutarlı burjuva milliyetçi devrimcilerinin bile devrimin karşısına geçtikleri, gelişmesine karşı koydukları bir vakit gelir. Bu, nihayet devrimin ülke dışına yayılması tehlikesinin doğduğu zamandır.

İşte devrimin, geçmişteki burjuva demokratik devrimcilerin başarabildiklerini başarmasını böyle önlerler.

Ne Cezayir, ne Küba, ne de Vietnam, ve hatta Çin, devasa topraklarına rağmen, kelimenin burjuva anlamında bile, demokratik rejimler yaratamadılar. Üretici güçlerde gerçek bir gelişmeyi gerçekleştiremediler. Ülkelerini ne ekonomik ne de politik düzeyde emperyalist baskıdan bile kurtaramadılar.

60 kadar yıl önce, Troçki şunları yazdı: "Burjuva gelişme anlamında geri kalan ülkeler için, özellikle de sömürge ve yarı#sömürge ülkeler için, sürekli devrim teorisi; bu ülkelerin demokratik görevlerinin ve ulusal kurtuluılarının gerçek ve tam bir çözümünün ancak, sömürülen ulusun ve herşeyden önce, köylü kitlelerin önderliğini alacak olan proletarya diktatörlüğü tarafından yerine getirilebileceği anlamına gelir". 1948 Çin devrimine rağmen, Cezayir'e, Küba'ya Nikaragua'ya ve benzerlerine rağmen, bu satırlar bugün hala geçerlidir. Tarih, bu satırların geçerliliğini kanıtlamıştır. Tam da, işte bu devrimlerin deneyimi sayesinde kanıtlamıştır.

(1) Stahanovculuk: Sovyetler Birliğinde 1935'de uygulanan, emek veriminin artırılması hareketi. Bu hareket, işçiler arasında büyük ücret eşitsizliklerine ve hoınutsuzluklara yol açmıştır.