KÜRTLER: EMPERYALİST POLİTİKANIN VE LİDERLERİNİN KURBANLARI (Paris’teki Leon Troçki Çevresinden çevrilmiştir)

打印
8 kasım 1996

Giriş

Kürt sorunu, arada bir güncel olayların arasında yer alıyor. 1996'nın Eylül ayında gerçekleşen Irak Kürdistan'ındaki savaş nedeniyle Kürt sorunu yeniden gündeme geldi. İran ve Türkiye söz konusu olduğunda da bu sorundan sıkça söz ediliyor. Çünkü Kürt halkı bu dört ülkeye dağılmış, güçlü azınlıklar oluşturmaktadır.

Türkiye'de, 61 milyon olan nüfusun yüzde 20'sini oluşturan 12 milyon kadar Kürt; İran'da 64 milyonluk nüfusun yüzde 10'unu oluşturan 6 milyon ve Irak'ta 20 milyonluk nüfusun yüzde 20'sini oluşturan 4 milyon kadar Kürt bulunmaktadır. Buna, Suriye'nin 13 milyonluk nüfusunun yüzde 7'sini oluşturan 1 milyon Kürdü ve eski Sovyetler Birliği'ne dağılmış biçimde yaşayan birkaç yüz bin Kürdü de eklemek gerekir.

Böylece Kürtler, toplanı olarak 23 milyondan fazla bir nüfus oluşturmaktadırlar. Bazı tahminlere göre ise, esas olarak bütün bu devletlerin sınırlarına denk düşen dağlık bölgelerde 25 milyon civarında Kürt yaşamaktadır. Türkiye'den İran'a, Suriye ve Irak'tan eski Sovyetler Birliği'ne kadar uzanan Kürdistan'ın yüzölçümü yaklaşık olarak Fransa'nın yüzölçümü (550 bin km2) kadardır.

Bütün bir halkı, canlı canlı parçalarcasına birbirinden ayırıp dört parçaya bölen bu sınırlar, gergin ve her an patlamaya hazır bir durum yaratmaktadır. Kürtlerin bütün tarihi, özellikle de bu son yüzyıl, genellikle kanlı bir biçimde zorla bastırılan çok sayıda isyanlardan oluşmaktadır.

Tarih, Kürtleri nasıl bu duruma ulaştırdı ve Kürt sorunu bugün nasıl ele alınmaktadır, işte cevaplamayı istediğimiz sorular bunlardır.

Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki Kürtler

Kürdistan'ın bugünkü biçimiyle parçalanması, bu yüzyılın başında gerçekleşen bir olgudur. Kürtler, Ortadoğu'nun, dağlık bölgelerinde binlerce yıldan beri var olan eski halklardan biridir. Kürt dili, tarihte Acem olarak adlandırılan bugünkü İran'da konuşulan Farsça ile aynı gruptan bir Hint-Avrupa dilidir. Fakat Kürt dili, bugün genel olarak Kürtlerin yaşadığı devletlerde konuşulan üç temel dilden, Farsçadan ve daha çok da Türkçe ve Arapçadan farklıdır.

16'ncı yüzyıla kadar, Kürt ülkesi birçok prenslikten oluşmuştu. Bu dönemde, Fars (bugünkü İran) şahının kendilerini ilhak etme isteğine karşı bir koruma arayan Kürt prensleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun yanında yer aldılar. 1514 yılındaki Çaldıran Savaşı'nda, Kürt prensleri, Farslıları yenebilmesi için, acımasız Yavuz Sultan Selim'e yardım ettiler. Bu tarihten itibaren de Osmanlı İmparatorluğu'na katıldılar. Fars toprakları olarak sadece en doğudaki Kürt bölgeleri kalmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu, birliğini ulusal bir temelden çok Müslüman "inananlar topluluğu" gibi dini bir temelde sağlıyordu. İmparatorluk, yüzyıllar boyunca Balkanlardan Anadolu'ya, Ortadoğu, Mısır ve Kuzey Afrika'ya kadar uzanan, uçsuz bucaksız bir bölgeyi böyle yönetebildi. Bunu başarabildi, çünkü çok güçlü bir askeri güce dayanıyordu. İsyanları bastırma kapasitesi her şeyi açıklamaktadır.

Osmanlı egemenliği bu göreli istikrara, boyunduruğu altında yaşayan farklı halkların yönetici sınıflarının işbirliğine dayanarak ulaşabiliyordu. Aslında İmparatorluk, yerel feodallere karşı bir çeşit büyük derebeyi, yabancı işgallerine ya da isyan tehlikelerine karşı büyük bir sigorta şirketi gibi davranıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun bu yapılanışı 18'inci ve özellikle de 19'uncu yüzyıllarda çatırdamaya başladı. Bu yapı, devlet yardımıyla merkezileştirici bir etkiye sahip olabilecek, geniş bir ulusal pazar yaratmaya yetenekli, zengin ve güçlü bir Osmanlı burjuvazisinin gelişmesine yol açmadı. Gelişmeye başlayan burjuvazi, zenginliğini, onu uzak devletlerle ilişkiye geçiren, Batı Avrupa'dan Hindistan'a kadar uzanan ve yolları çok seyrek olarak İmparatorluk başkenti İstanbul'dan geçen ticaretten alıyordu.

Bu burjuvazi aynı zamanda daha çok -feodal sınıflardan farklı olarak- merkezkaç eğilime sahipti ve uyumsuz bir imparatorluk onu daha az ilgilendiriyordu. Bunun dışında bir başka neden de, yerel feodallerin, vergilerin ağırlığını, zenginliklerinin üzerinden kesintiler yaparak burjuvaların sırtına yüklemeleriydi.

Osmanlı hükümetine karşı bağımsızlık isteme eğiliminde olan bu yerel burjuvalar, Osmanlı askeri gücünü yok etmekle ilgilenen Batı Avrupalı güçlerin desteğini buluyorlardı. Böylece 19'uncu yüzyıl boyunca Fransa ve İngiltere'nin, Yunanistan'ın bağımsızlığı ya da Hıristiyan Lübnan için yardıma koştuğu görüldü.

Bu iki örnekte de müdahale, Müslüman tehdidine karşı Hıristiyan Lübnanlılar veya Yunanlılarla bir dayanışma görevi gibi sunuldu. Fakat açıkçası, Batılı güçlerin, Osmanlı boyunduruğu altında yer alan halkların özgürlüğünü sağlamadaki coşkuları, özellikle bu halkları kendi egemenlikleri altına almak içindi.

Kürt bölgelerinde de, 19'uncu yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun himayesini sarsma girişimlerine, özellikle de giderek dayanılmaz hale gelen vergilerin ağırlığına karşı yapılan isyanlara tanık olundu. Fakat İmparatorluğun parçalanması sırasında, Kürt bölgeleri hâlâ büyük ticari yollardan uzak, ücra dağlık bölgelerdi ve buralardaki sosyal yapı esas olarak feodal, hatta aşiret şeklinde kaldı. Bu bölgeler, hiçbir zaman, bir devlet kurmak üzere adaylıklarını sunacak ölçüde olamadılar.

Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşımına bu koşullarda varıldı. Bugün söz konusu olan durum, bu paylaşımdan doğmaktadır. Eskiden Irak'tan Mısır'a kadar tüm bu ülkelerde yaşayan halklar, İmparatorluk içinde bir arada bulunurken, yeni durum, Kürt bölgelerinin, Arap bölgeleri de dahil paylaşılmasıyla sonuçlandı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması

İmparatorluğun paylaşımı, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı'nın sonucundaki en büyük pay kavgasından biri oldu. İmparatorluğun yıkılışını en çok Fransa ve İngiltere bekliyordu. Bu iki Batılı müttefik, İmparatorluğu daha savaş bitmeden harita üzerinde paylaşmışlardı bile.

Bu ise, imzalayan diplomatların adını -Sykes Pico- taşıyan ilk uzlaşma projesini oluşturdu. İngiltere, bugün Filistin ve İsrail, Ürdün ve Irak'ın bir bölümüne denk düşen bölgeye göz koymuştu. Fransa ise, bugün Suriye ve Lübnan'a denk düşen bölge üzerinde himayesini kurmak istiyordu. Batılı müttefikler ayrıca, Türkiye'yi paylaşmayı da tasarlıyorlardı.

Savaş bitince bütün bu projeler, yeni pazarlıklar aracılığıyla gerçekliğe dönüştü. 1920 Ağustos'unda imzalanan Sevr Antlaşması ile parçalanma sonuçlandı. Türkiye'nin durumu şöyle özetlenebilir: İngiliz, Fransız ve hatta İtalyan ve Yunanlı müttefikler, Anadolu'nun yüksek yaylalarını Türklere bırakıyor ve geri kalan tüm bölgelere sahip oluyorlardı! Başka bir deyişle, müttefik güçler sadece Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk olmayan halklarının yaşadığı bölgeleri paylaşmakla yetinmeyip, aynı zamanda Türk topraklarını da, hızla parçalayıp ele geçirmeye hazırlanıyorlardı.

Böylece antlaşma, Batılıların Türkiye'deki etkinlik bölgelerini düzenliyordu: Boğazlar bölgesi, İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi uluslararası kontrol altına geçiyordu. İzmir ve Trakya bölgesi Yunanistan'a verilmişti. Biraz güneydeki Rodos Adaları (Ege Denizi'ndeki 12 adalar) ve Antalya bölgesi İtalya'ya verilmişti. Anadolu'nun en doğusundaki -Suriye'ye sınır komşusu Adana'yı da kapsayan- bölge ise Fransa'ya ayrıldı.

Bu hak iddiası güçlü bir direnişle karşılaştı. Bu direniş, eski Osmanlı ordusunun subaylarından, bugün daha çok Atatürk (Türklerin babası, atası) adıyla anılan ve modern Türkiye'nin kurucusu olacak olan Mustafa Kemal tarafından yönetildi.

Sultan hükümeti, müttefiklerin koşulları karşısında boyun eğerken, Mustafa Kemal, işgalcilere karşı bir savaş yürütmek üzere ordu elemanlarını bir araya toparlıyordu. 1920'den itibaren Sovyetler Birliği'nin desteğini aradı ve bunu elde etti. Bolşevik yöneticiler, Mustafa Kemal'in sadece bir milliyetçi burjuva olduğunu biliyorlardı. Fakat Rus Devrimi, bu fakir ülkenin, Türkiye'nin topraklarını paylaşmak isteyen güçlü emperyalist ordulara karşı direniş girişiminde onunla dayanışma halindeydi.

Oysa müttefikler, Fransa kadar, İtalya ve İngiltere, Sevr Antlaşmasını uygulayacak, kağıt üzerinde kendilerine ayrılan bölgeleri işgal edecek durumda değillerdi. Geriye, Yunan ordusu kalıyordu.

Başbakan Venizelos, müttefiklere, işgali onların yerine gerçekleştirmeyi önerdi ve öneri kabul edildi. Yunan ordusu gerçekten de İzmir'i ve Anadolu'nun bir bölümünü işgal etti. Ordu, burada yaşayan Rumları harekete geçirerek saflarına kattı. Fakat Mustafa Kemal'in askeri birlikleri hızla onları geri püskürtmeyi başardılar. Bu acımasız bir savaş oldu: Türklerin, Yunanlılar tarafından katledilmesini, Yunanlıların Türkler tarafından katli izledi. Sonunda 1922 yılının Eylül ayında, Yunan ordusu, Mustafa Kemal'in ordusu karşısında birkaç saat içinde bozguna uğradı.

Böylece, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları arasından, müttefiklerin öngörmediği bir Türkiye doğdu. Bu durumu hesaba katmak zorunda kaldılar ve Lozan'da 1923'de, bu yeni devletin, o dönemin koşullarına göre belirlenmiş sınırları içindeki egemenliğini tanıyacak, yeni bir antlaşma imzalandı.

Mustafa Kemal ve ulusal azınlıklar

Kemalist ordu, emperyalizmin projeleri karşısında Türkiye'nin var olma hakkını zorla kabul ettirmek için savaşsa da, kendisi ulusal azınlıklar karşısında bu denli saygılı olmadı. Anadolu'daki Yunanlı azınlığın bir kısmı soykırımdan geçirilirken, geriye kalanlar da göç ettirildi. 1915-1916 Savaşı süresince kitlesel olarak soykırımın kurbanı olan Ermeniler, bunu 1919-1920'de Kemalist ordu tarafından yeniden yaşadılar.

Kürtlere gelince, 1920 Sevr Antlaşması, onlar için en azından Kürtlerin yaşadığı toprakların bir bölümü üzerinde, bağımsızlığa kadar ulaşabilecek yerel özerklik rejimi öngörmüştü. Fakat Mustafa Kemal tarafından yönetilen savaş, her şeyi değiştirdi. Anadolu'nun bütünü üzerinde Kemalist iktidar kurulduktan sonra, Kürt devleti için yer kalmıyordu.

Şu bir gerçek ki, Mustafa Kemal, savaş boyunca desteklerini sağlayabilmek için Kürtlere vaatlerde bulunmayı unutmadı. Mustafa Kemal'in askeri kampanyasının başladığı yer Kürdistan'dı. Mustafa Kemal, askeri güçleri burada toparlamaya başladı. Onun ilk zaferi de Gürcü ve Ermeni birliklerine karşı, Türk kumandanlığı altındaki Kürt birliklerinin kazandıkları zafer oldu. Mustafa Kemal'in konuşmalarında, "Kürtlerin sosyal ve ulusal haklarının tanınması" ve yine onun sözlerine göre, kurulacak devlette "Türk ve Kürtlerin kardeşçe yaşamaları" söz konusuydu.

Bununla birlikte, Mustafa Kemal'in baştan beri ciddiyetle düşündüğü şeylerden biri de Kürtlerin bütün özerk örgütlenmelerini, aynı şekilde tüm diğer bağımsız politik örgütlenmeleri engellemekti. 1 Kasım 1922'de askeri zaferin hemen birkaç hafta sonrasında kamuoyuna, "Yeni kurulan devlet, bir Türk Devleti'dir" açıklamasını yaptı. Ve kısa bir zamanda Kürt ulusunun var olmadığı açıkladı.

1920 Sevr Antlaşması sırasında belirsizce göz önünde bulundurulan Kürt Devleti, 1923'deki emperyalist güçlere Ortadoğu'nun paylaşımı ile kesin görünümlerini sağlayacak olan Lozan Antlaşması'nda tamamen ortadan kalktı. Fakat bu paylaşımın kendisi, emperyalist güçler arasında, Birinci Dünya Savaşı süresince oluşan güç dengeleri temelinde yapılan pazarlığın sonucuydu. İlgili halkların hiçbirinin çıkarları ya da iradeleriyle ilgisi yoktu.

Örneğin emperyalist güçler, Osmanlı boyunduruğu altındaki Arap halkını özgürleştirmeyi iddia ediyorlardı. Fakat bu halk, diliyle, medeniyetiyle sadece Ortadoğu'da değil Kuzey Afrika'da da yerleşik olmasına rağmen, emperyalist güçlerce birleşik bir Arap Devleti'nin kurulması söz konusu olmadı. Arap halkı, kimi kez küçücük emirliklerin, tek bir petrol tröstünün istemleri doğrultusunda, petrol devletlerine dönüştü. Arap ulusu, yarım düzine devlet arasında parçalandı.

Birinci Dünya Savaşı ertesinde gerçekleştirilen bu büyük emperyalist paylaşımın çerçevesinde, Kürt halkı birkaç devlet arasında parçalandı ve bu devletlerin her birinde ezilen, sömürülen azınlıklara dönüştü. Bu zamandan beri Kürt tarihi, bu değişik devletler içinde, bazen birbirine paralel bir yol izleyerek, fakat aynı zamanda, bu devletlerden her birinin, özgün politik olaylarıyla yoğrularak gelişti.

Bu durum sıra ile Irak, Türkiye, İran ve ek olarak Suriye'den, birinden diğerine geçerek, dönemleri ve olayları izleyerek söz etmeye zorluyor. Fakat açıkça bu durum, Kürt tarihinin parçalı ve birbiriyle bağıntısı olmayan karakterini vermektedir.

Irak: İngiliz sömürgeciliğinin gereksinimleri için yaratılan devlet

Eğer, Kürdistan'ın bir bölümü Kemalist Türkiye'ye dahil edildiyse, ekonomisi ve nüfusu açısından önemli diğer bir bölümü de, Birinci Dünya Savaşı'nın ertesinde, İngiltere ve Fransa arasındaki nüfuz paylaşımı sonucunda oluşturulan yeni bir devlet içine yerleştirilecekti. İngiliz egemenliği altında yer alan bu yeni devlet, Irak olarak adlandırılacaktı.

Irak, bağrında birkaç değişik halkı topluyordu. Çoğunluk olarak Araplar söz konusuydu. Bununla birlikte, Irak Araplarını, Suriye ve Batı'daki Araplardan ayırmayı kanıtlayacak ya da haklı kılacak, (İngiltere ve Fransa'nın etki alanlarını paylaşmaya karar vermelerinden başka) hiçbir şey yoktu. Fransa bölgesinde, İngiltere'nin etki alanında bulunan Irak'tan ayrı bir devlet olarak Suriye bulunuyordu. Buna karşılık Irak'ın bütün kuzey bölümü, Kürt halkından oluşuyordu. Üstelik Kürdistan'ın Musul şehri etrafında yer alan en zengin bölgesiydi.

Başlangıçta, İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşımı üzerine yapılan tartışmalarda Musul bölgesi, Fransa'ya verilmişti. Fakat savaş sonunda, İngiliz birlikleri burayı işgal etmişti. Bu ilginin nedeni, İngiliz petrol arayıcılarının bu bölgede petrol bulmasıydı ve bunu Fransız müttefiklerinden saklıyorlardı. İngilizler, petrolün varlığı Fransızlarca bilindiği zaman bile, bu topraklara el koymayı kabul ettirmeyi başardılar. Bunun için sadece Fransızlara ve Amerikalılara petrol işletmelerinde biraz pay devretmeleri yetmişti.

Bütün bu düzenlemeler, özellikle petrolde hissediliyordu. İngiliz temsilciler için o anda önemli olan, Türkiye tarafından da talep edilen Musul'un bu bölgesinin değiştirilmesini önlemekti. Bu durum İngilizlerin görüşmelerde, Kürtlerin ulusal haklarının koruyuculuğunu yapmasını açıklamaktadır. Kürtler İngilizler için bir bahaneydi. Musul'un, Birinci Dünya Savaşı'nın sonundan beri her şeye rağmen İngiliz güçlerince işgal edilmiş olan bu bölgesi, sonuçta 1925 yılında, İngiliz himayesi altında bulunan Arapların Irak'ına resmi olarak katılmış oldu. Himayeci güç, Kürtlere, olsa olsa ve en fazla, yerel yönetim kurmalarına izin veren belirsiz bir söz vermiştir.

Musul'un bu Kürt bölgesini Araplar talep etmediler. İngiliz yöneticiler o dönemde, petrolün işletilmesinde kendi çıkarlarını garantilemek için en harika formülün bu olduğunu düşünüyorlardı! Ayrıca, alışılagelmiş "böl ve yönet" taktiklerine göre otoritelerini, homojen tek bir ülkeden çok, Kürtler ve Araplar arasında bölünmüş bir ülkeye dayatmalarının daha kolay olacağını da hesaplıyorlardı

Türkiye: Kemalizmin rolü

Bu arada, Kemalist rejim, belirtilmesi gereken tarihsel rollerden birini yerine getirerek sağlamlaşmaya devam ediyordu. Türk milliyetçileri için Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması bir sürpriz olmamıştı. Çoktan beri, onu sürdürme düşüncesini terk etmişlerdi. Türkiye bu batmışlık içinde yok olmamalıydı ve ulusal var olma olanaklarını korumalıydı.

Türkiye'nin emperyalist güçler tarafından paylaşılmasını ve kontrolünü engellemek için, "Mustafa Kemal"in, orduya dayalı, bilek gücü gerekti. Emperyalist güçlerin ise, Avrupa'daki sosyal bunalımlar ve devrimci hareketler tarafından zayıflatılmış olduğunu söylemek gerekir.

Fakat, Mustafa Kemal'in askeri iradeciliği, Türkiye'de aynı zamanda ülkenin iç gelişmesinin izin vermemiş olduğu bir burjuva devriminin görevlerini de gerçekleştirdi. Mustafa Kemal, reformlarını kararname darbeleri halinde gerçekleştirdi. 1922'den beri, padişahlık ortadan kaldırılmış, Türkiye, İstanbul'da değil, Anadolu'nun merkezindeki Ankara'da yer alan "Büyük Millet Meclisi" tarafından yönetilen bir Cumhuriyete dönüşmüştü. Devletin laikliği ilan edildi. Mustafa Kemal politik ve ekonomik yapının modernleşmesine girişti.

Bütün bu önlemler öncelikle, o güne değin bir taraftan emperyalist güçler, diğer taraftan da padişahın feodal rejimi tarafından, büyük oranda engellenmiş bir sosyal sınıf olan, Türk burjuvazisinin çıkarlarına yanıt veriyordu. Burjuva çıkarlar, Mustafa Kemal'in diktatörlüğü ve onun ordusu tarafından dayatılmıştı. Bu, Avrupalı güçleri hizaya getirmeye izin vermiş, aynı zamanda Türkiye'nin egemen sınıflarını da yeni rejim etrafında saflarını sıklaştırmaya zorlamıştır. Böylece Mustafa Kemal, diktatörlüğü süresince, Türk burjuvazisinin zayıflığını ve irade eksikliğini örtbas etti.

Fakat başka bir tehlike beliriyordu: Emekçi sınıfların müdahalesi. Mustafa Kemal diktatörlüğü, bütün bu emekçi sınıflara yeterince uzak kalarak ve rejim tarafından gerçekleştirilen reformlara karşı veya kendi öz çıkarlarını kovalamak üzere, emekçi sınıflar tarafından gerçekleştirilebilecek olan bütün girişimleri engelleyerek, kaçınılmaz olan birkaç tarihi rolün hayata geçirilmesini sağlıyordu.

Mustafa Kemal'in diktatörlüğü politik muhalefeti, özellikle de ezilen sınıflardan gelen muhalefeti hoş görmüyordu. Kendini öncelikle işçi örgütleri veya partileri kurma hazırlığında olan militanlara karşı gösterdi.

1921'in Ocak ayında Mustafa Kemal, Türkiye'de kurulan ilk komünist partinin sekreteri olan Mustafa Suphi ve bütün yoldaşlarını öldürttü. Ondan sonra, rejime ve onun talimatlarına itaat eden ajanlardan oluşan uyduruk bir Komünist Parti kurdu. Böylece, Rus Devrimi'nin etkisi altında olan, Mustafa Kemal'e soldan itiraz etmek isteyen bütün insanlar bu partiye üye olarak, rejim polisinin kontrolü altında kalıyorlardı. Bu durum ona 1925'in Ocak ayında kendisinin kurduğu partiyi feshetme kararı vermesini kolaylaştırma olanağı verdi.

Fakat diktatörlük, ulusal topraklar üzerindeki en küçük ulusal muhalefeti bile hoş göremiyordu. Bu, Kürtlere karşıt olan tavrında çok açık bir şekilde görüldü.

Kürtlerin okulları, dernekleri ve yayınları, hatta en doğal olan Kürtçe konuşmak bile yasaklandı. Kürtlere yalnızca bir tek alan bırakılıyordu, o da asimile olmak (Türkleşmek). Belirli bir özerkliğe sahip oldukları ve yönetici sınıflarının iktidarla işbirliği halinde olduğu Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durumlarına göre, Kürtlerin bu yeni durumu çok önemli bir gerilemeydi.

14 yıl süren baskılar

14 yıl boyunca kana boğulan Türkiye Kürdistan'ında 1925-1939 yılları arasında sürekli ayaklanmalar oldu. İlk ayaklanma 1925 yılında Şeyh Sait yönetiminde gerçekleşti. "Şeyh" Arapçadan gelme bir kelime ve bu Kürtçe'de "dini lider" anlamında kullanılıyor. Kürdistan'ın üçte birini kaplayan, batısındaki Elazığ'dan Diyarbakır'a ve en doğudaki Van Gölüne kadar olan bölge, bir ayda ayaklandı.

Ayaklanma, kısa sürede Kemalist ordu tarafından bastırılarak, dinci ve gerici güçlerce yapılmış gibi gösterildi. Buna rağmen, 1925'ten sonra da bazı Kürt gerilla grupları dağlarda varlıklarını sürdürdüler. Türk ordusuyla arada bir dağlarda çarpıştılar. Ayaklanan bölgeler üzerinde büyük baskılar vardı. Bu arada Türk Hükümeti, 1 milyon Kürdü zorunlu sürgüne yollamak için bir program hazırladı.

Buna rağmen, yeni bir ayaklanmanın hazırlıkları başladı. Bunu "Ulusal Kürt Birliği", Haybun ve bu birliğin feodal ailelerinin içinden gelen şefleri, Ermeni gruplarıyla anlaşmalar yaparak ve İran Şahı'nın da desteğini alarak, ayaklanmayı Kürt generali İhsan Nuri Paşa yönetiminde başlattılar. 1929 yılında, İran sınırına kadar olan bölgeyi yani Ağrı Dağı çevresini kontrol altına aldılar. Türk ordusu, ilk önce büyük bir yenilgiye uğradı. Türkiye ve İran'ın anlaşmasından sonra Şah, Kürtlere verdiği desteği geri çekti. Türk ordusunun İran topraklarına girip, Kürtleri arkadan vurup yenilgiye uğratmasına izin verdi.

Kürt ayaklanmalarında sürekli yaşanan olay, anlaşmaların bozulması, durumu değiştirdi. 1930 yılında Kürt ayaklanması tamamen bastırıldı, ardından müthiş baskılar uygulandı. Van ilinde yüz civarında Kürt aydın torbalara konulup ağızları kapatılarak Van Gölüne atıldılar.

Tüm bölge halkı müthiş bir baskıya maruz kaldı. 1932 yılında çıkarılan yeni sürgün yasası, binlerce Kürdün sürgüne yollanmalarına ve dağılmalarına yol açtı. Buna karşılık Iran Şahı Kürtleri oyuna getirip, yarı yolda bırakmasının ödülü olarak Mustafa Kemal'den, Ağrı Dağı ve Van Gölünün olduğu bölgedeki sınırların yeniden düzenlenmesini aldı.

Kürtler, ilk defa dost olarak niteledikleri bir devletin, kendilerine destek sözü verip yarı yolda bırakmasının tecrübesini yaşadılar. Bu ne ilk ne de son tecrübe olacaktır. O zaman, Başbakan İnönü bir beyanında "bu ülkede yalnızca Türk ulusu, ulus olarak hak iddia edebilir. Başka unsurlar bu hakka sahip değillerdir" demişti.

Şiddetli baskılar ve zorunlu sürgünler, Kürt halkının varlık tartışmalarının yapıldığı anlarda, Mustafa Kemal, bu konudaki resmi görüşlerini oluşturuyordu. Mustafa Kemal rejiminin, milliyetçi siyaseti bu saçma seviyeye ulaştırmasının nedeni, ekonomik ve toplumsal temel eksikliğini bu şekilde gidermeye çalışmasından dolayıydı.

Ordu, Türkiye'nin bağımsızlığını ve sınırlarını korumayı başarmıştı. Fakat bu, ülkenin kalkınmasına yetmiyordu. İktidarın kitlelere sunabileceği tek şey -diğer fakir ülkelerde olduğu gibi- sefaletten ibaretti. İşte bu nedenle demir ökçeli, koyu bir diktatörlük siyasetini sürdürüyordu ve bunu siyasi yönden doğrulamaya çalışıyordu. Türk halkı sefalet içinde yaşarken Mustafa Kemal, "Ne mutlu türküm diyene" dedi.

Türk halkının sefalet içinde çile çekmesinin onun için hiç önemli olmadığı söylediği sözlerden anlaşılıyor. Bu cümleler halen meydanları, devlet dairelerini süsleyen Atatürk heykellerinin üzerinde var. Bu sözler halka "üstün bir ulussunuz, bunun için kendinizi mutlu sayıp fazla bir şey, örneğin, iyi şartlarda yaşamayı, karnınızı iyice doyurmayı istemeyin" demek istiyor.

Elbette Mustafa Kemal'in yaptığı toplumsal reformlar, bir yönüyle halk için yapılan sosyal ilerlemelerdi. Bu nedenle devletin laik olması, çok evliliğin yasaklanması, erkek ve kadınların yasalar karşısında eşit olması, çarşafın yasaklanması, feodalizmden yeni çıkmış bir ülkenin Fransızlardan on yıl önce kadınlara oy hakkı tanıması, verilecek örneklerdir. Tüm bunlar, toplum için çoğu zaman gerçek devrimci bir içerik taşıyordu. Fakat aynı zamanda Mustafa Kemal rejimi, kitlelerin müdahale etmesini engellemek, kendi geleceklerini belirlemelerine engel olmak için diktatörlüğü sıkı sıkıya sürdürüyordu.

İşte Kürtlere uygulanan baskılar, bu ortamda yer alıyordu. Esasta ordunun karşısında bir düşman gösterip, militarizmin yarattığı baskıyı haklı gösterip, savaş havası yaratmaktı. Bunun kurbanları yalnızca Kürt halkı değil aynı zamanda Türk toplumuydu da. Buna rağmen, Türkiye Kürdistan'ının dağlık ve ulaşılması çok güç olan Dersim bölgesinde, 1936'da yeni bir Kürt ayaklanması başladı.

Ankara'nın sürgün planında tüm Kürt halkının sürgün edilmesi ve dağıtılması ön görülmüştü. Bu da Kürt halkına ayaklanmadan başka bir seçenek bırakmıyordu. Gerilla hareketi örgütlenmişti. Türk ordusu hava ve topçu kuvvetlerini, savaşta kullanılan gazları kullandı. Kürtlerin direnişi 1938'e kadar sürdü. Türk ordusunun intikamı çok şiddetli oldu. Yenilen gerillaları mağaralara kapatıp yakıyorlardı. Ormanlara sığınanları da yangın çıkarıp yok etmeye çalıştılar. Nihayet Dersim şehrinin ismini değiştirip "Tunceli" yaptılar.

Aşağı yukarı 14 yıl boyunca 1,5 milyon Kürt, ya sürgün kurbanı oldu ya da Türk ordusu tarafından katledildi. Bu şiddetli baskı yüzünden Kürdistan o kadar çok tahrip edilmişti ki, iktidar burasını askeri işgal altında tutup yabancılara yasak bölge ilan etmişti ve bu yasak 1965'e kadar sürdü.

Irak ve İran'daki ayaklanmalar

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki yıllarda, Irak ve İran Kürdistan'ında ayaklanmalar oldu. İran diyoruz, çünkü önce "Fars" olarak tanımlanıyordu. 1935 yılında ise İran oldu.

1919'da Şeyh Mahmut Berzenci tarafından İngiliz sömürgeciliğine karşı tüm Süleymaniye bölgesinde, yani bugünkü Irak Kürdistan'ında, ilk ayaklanma başladı. İngiliz ordusu hemen bu ayaklanmayı bastırıp Şeyh Mahmut'u hapse attı.

Şeyh Mahmut 1922'de cezaevinden çıkınca önce Kürdistan devletini, ardından kendisini de bu devletin sultanı ilan etti. Bu ayaklanma da, İngilizler tarafından bastırıldı. Ama isyanlar 1930'a kadar, yani Irak bağımsızlığını ilan edinceye kadar devam etti. Bağımsız Irak devletinde istediğini yapan İngiliz ordusuna karşı, İkinci Dünya Savaşı'na kadar Irak Kürdistan'ında süregelen başkaldırılar devam etti.

İran Kürdistan'ında da aynı olaylar görüldü. Bir Kürt milliyetçi lider olan Simko, 1920-1925 yılları arasında ayaklanarak, Irak Kürdistan'ı sınırları boyunca uzanan bölgeyi denetimi altına aldı. Ama durum gitgide zorlaştı. 1925'te General Rıza Pehlevi kendini Şah ilan etmeden önce, Tahran'da iktidarı ele geçirdi. Rejim gittikçe sertleşti. Ordu, Kürdistan bölgesini kontrol altına aldı. 1930 yılında askerler tarafından görüşmeye çağırılan Simko, tuzağa düşürülüp öldürüldü.

Bu, bir yıl sonraki Cafer Sultan yönetimindeki ayaklanmayı engelleyemedi. Buna rağmen İran ordusu Kürt bölgesine girip duruma el attı. Bu bölgede yollar yapıp, askeri garnizonlar kurup aynı zamanda Türkiye ve Irak'la işbirliği yapıyordu.

Böylece 1937 yılında Tahran'daki bir sarayın adı olan "Sadabat" Antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma, askeri işbirliğini, özellikle "resmi kurumların yok edilmesini amaçlayan silahlı çetelerin, dernek ve örgütlerin oluşmalarına karşı olmayı" öngörüyordu. Kürt hareketi, bu ülkeler tarafından böyle tanımlanıyordu.

Aslında ne Irak ne de İran, Kürt bölgesini denetim altına alabiliyorlardı. Ayaklanma hemen hemen aynı karakterde olup yer yer devam ediyordu. Feodal şefler başkaldırıp, ülkeyi elde tutmak için diğer aşiret şeflerine çağrıda bulunup, asker vermelerini istiyorlardı. Kürt topraklarının Irak, İran ve Türkiye tarafından paylaşılması, Kürt halkının vücudunun parçalara bölünmesi gibiydi. Kürtler, Osmanlılar zamanında kendi başına yaşayan, belli çerçeveler içerisinde kendini yöneten ve silah taşıyan insanlardı. Bu üç ülkenin bölgede iktidarlarını pekiştirmeleri, Kürtlerin eskiden beri sürdürdükleri bu göreceli özerkliğe darbe vurdu.

Buna rağmen bu ayaklanmalar her seferinde hareket değil, aşiret ayaklanmaları düzeyinde kalıyordu. Büyük güçlerin, özellikle İngiliz ajanlarının tuzağına düşüyor veya bölgedeki bir devlet, düşmanı olan komşusuna karşı kullanıp, sonra kendi başlarına bırakıyordu. Kürtlerin eski özerkliklerine yeniden kavuşmaları ancak istisna şartlarda, Kürt bölgesine hakim olan devletlerin zayıflamasıyla mümkün olabilirdi.

İşte İkinci Dünya Savaşı'nda böyle bir olanak doğmuştu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Arapların bir kısmı İngilizlere kin beslediklerinden, savaşta İngilizlerin yenilmesini istiyorlardı. Bu da İngilizleri, Kürtlerin gözünde daha cazip kılıyordu.

1943'te Irak'ın Barzan yani Kuzey bölgesinde, Molla Mustafa Barzani yönetiminde yeni bir ayaklanma başladı. Aşiret ağası ve dini şef olarak, Barzan bölgesinde destekleniyordu. Mustafa Barzani, milliyetçi aydın kesimin desteğini almaya çalıştı. Aynı zamanda İngiliz büyükelçisine mektuplar yollayarak saygılarını iletip, Irak devletine karşı İngilizlerin Kürtlere yardım etmesini rica ediyordu. İngiliz büyükelçisine yaptığı doğulu usulü bir beyanında "emriniz ne olursa olsun uyarım, nasıl bir çocuk babasına uyarsa" veya "sayın kralınızın emirlerinin başımızın gözümüzün üzerinde yeri vardır" diyordu.

Bu dünya savaşı yıllarında İngiliz hükümetinin Irak'ta bir iç savaşla uğraşmaya hiç niyeti yoktu. Bu nedenle Irak hükümetini, Kürtlere yumuşak davranması ve Kürtlerin isteklerini dinlemesi için teşvik ediyorlardı. Bu durum göreceli olarak Mustafa Barzani'nin lehine oldu. Irak ordusuna karşı zafer kazanarak, Iraklı Kürtlerin lideri olduğunu belli etti.

Küçük bir ayrıntı, ama bize Barzani'nin kişiliği ve Kürt liderleri arasındaki ilişkilerin nasıl olduğu hakkında fikir veriyor. Barzani, 1944 yılında rakibi olduğu Zibari aşireti ağasının kızıyla evlenir. Bu evlilikle Zibari aşiretiyle Barzani arasında ittifak oluşuyor. Böylece Barzani'nin etkisi doğuya doğru İran sınırına kadar yayılıyor. Fakat bu ittifak belli bir zamana kadar sürüyor. 1945'te Irak hükümetinin ajanları Zibarilerin ve diğer aşiretlerin Barzani'den ayrılmalarını sağlıyorlar. Iraklı ajanların verdiği sözler ve paralar Barzani'nin evliliğinden daha ağır basıyordu. Barzani'ye kalan tek seçenekse, adamlarıyla kaçmaktı. Bu nedenle de İran topraklarına geçti.

Tam bu sırada İkinci Dünya Savaşı sırasında, bölgedeki devletlerin zayıflamasından yararlanan Kürtler, İran'da 1 yıl boyunca süren bağımsız ilk Kürt devleti, "Mehabad Cumhuriyeti'ni kurdular.

İkinci Dünya Savaşı'nda İran

1941'den itibaren İran'ın kuzeyi, Sovyetler ve güneyi, İngiliz orduları tarafından işgal edildi. İki bölge arasında kalan Mehabad şehrinin de bulunduğu bu bölgede, İran zayıf düştüğünden, sınır bölgeleri ve dağlık kesimi kontrol altına alamadığından, Kürtler burada özerk bir yönetim kurdular.

Bu, Kürtler için değerlendirebilecek bir fırsattı. Fakat yine bundan yararlanan eşraf kesimi, aşiret ağaları, zengin toprak sahipleri oldu.

İlk milliyetçi Kürt örgütü olan '''Kurdistan'ın Yeniden Doğuşu Örgütü" 1942 yılında Mehabad'da eşraf, küçük burjuvazi ve memurlar tarafından kuruldu. Bu örgütün amacı "Büyük Kürdistan"ı kurmaktı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasında, ülkenin kuzeyinde, göçebe aşiretlerin zorla toprağa yerleşmesi sonucu, zengin toprak sahibi olan aşiret ağaları da bu örgüte katıldılar. Mehabad'ın en zengin ailesinin üyesi olan Gazi Muhammed, hem dini lider hem kadı hem de bu örgütün lideri oldu. Örgütü KDP "Kürdistan Demokratik Partisi" adı altında topladı.

Partinin hedefi, artık eskisi gibi büyük Kürdistan olmayıp İran'ın demokratik çerçeveleri içinde özerk bir Kürdistan'dı. Büyük güçlerin kararlaştırdıkları sınırlar içinde, böyle özerk bir bölgeyi kabul edip kendi isteklerine destek vereceklerini umuyorlardı. Ama umutları gerçekleşmedi.

İngiltere savaştan önce, nüfuzunun altında bulunan İran topraklarının bölünmemesinden yanaydı. Bu nedenle Kürtlerin özerklik isteklerine cevap vermiyordu. Bundan dolayı Kürtler, Sovyet yetkililerine dönerek, onlardan destek istediler. Sovyet bürokrasisi, diğerlerinden daha iyi değildi. Ruslar, Kürt temsilcilerine, Gazi Muhammed'e yardım sözü verdiler. Tabii ki bu yardım, bürokrasinin dış politikasına yaradığı sürece devam edecekti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Ruslar, Kürt liderlerini İngiltere'den daha iyi kabul ediyorlardı. Savaşın sonuna doğru askeri durumu iyileşince Stalin, İran hükümetinin üzerinde, onunla ticaret yapması, -İngiltere ve yakın zamanda ABD'ye olduğu gibi- petrolüne ulaşmak için kolaylık göstermesi yolunda baskı yapmaya başladı.

Stalin, karşılaştığı muhalefet nedeniyle, SSCB'nin bir federasyonu olan Azerbaycan'ın ve aynı ismi taşıyan İran'ın bir bölgesi olan Batı Azerbaycan'ın özerklik isteklerini koz olarak kullandı.

Mehabad Cumhuriyeti

1945'te İran'ın bir bölgesi olan Batı Azerbaycan, özerkliğini ilan etti. Sovyet yöneticiler, Mehabad bölgesini, bu özerk bölgeye bağlamak istiyorlardı. Ama Gazi Muhammed ve diğer Kürt liderler böyle bir şey istemiyorlardı. Rusları özerk bir Kürt Cumhuriyeti kurulması için destek vermeye ikna ettiler. Sovyet yöneticiler, nihayet askeri malzeme ve yardım sözü verdiler. 22 Ocak 1946'da Mehabad'da ilk Kürt cumhuriyeti Gazi Muhammed tarafından ilan edildi.

Zengin tüccar ve büyük toprak sahiplerinden oluşan bir hükümet kuruldu. Bu muhafazakâr hükümetin toplumsal reformlar, hele hele toprak reformu yapmaya hiç niyeti yoktu.

Cumhuriyetin kuruluşu ilan edilir edilmez Mehabad Cumhuriyetiyle komşusu Azerbaycan arasında uyuşmazlık başladı. İki devlet, İran'ın kuzeyinde bulunan bazı şehirler ve etraflarındaki zengin ovalar üzerinde hak iddia ediyorlardı. Daha önce merkezi İran yönetimi, buralarda halkların karışımı politikası izlediğinden, Kürtler azınlık durumuna düştüler. Nihayet SSCB iki tarafı barıştırarak birleşmelerini sağladı. Çünkü İran'a karşı baskı yapmak için ve ondan imtiyaz alabilmek için elinde olan bir kozdu ve en sonunda tek koz olarak kalmıştı.

SSCB, İran Şahı üzerinde baskısını sürdürmek için İran topraklarındaki birliklerini önceden belirlenmiş tarihte geri çekmedi. İngiliz ve Amerikalıların karşı çıkıp baskı yapmaları nedeniyle Sovyetler, 1946'nın Mayıs'ında birliklerini geri çekti. Buna karşılık İran hükümetinden Sovyet-İran ortaklı bir petrol şirketi kurulması sözünü aldılar.

Bu, Kürt toplumu ve tüm İranlı kitleler için olumlu bir durum yaratabilirdi.

1946 yazında İran hükümeti, kendisini toplumsal ve politik bir kargaşada buldu. Grevlerle noktalanan, kırlarda büyük toprak sahiplerine karşı yapılan saldırılar ve büyük gösterilerle karşılaştı. Bu durum, 1946 Temmuz'unda İngiliz petrol şirketine karşı, petrol işçilerinin greve gitmesiyle doruk noktasına ulaştı. Bu grev, İngiliz hâkimiyetine karşı politik bir greve, devlet memurlarını ve emekçi kesimini de beraberinde sürükleyerek, dört gün boyunca devam eden bir ayaklanmaya dönüştü.

Fakat TUDEH -İran Komünist Partisi- yöneticileri hükümete yardımcı oldular ve işçileri tekrar işbaşı yapmaları için teşvik ettiler. Bunun mükâfatı olarak ve özellikle durumu sakinleştirdikleri için, 1946 yılının Ağustos ayında üç TUDEH üyesi, hükümeti paylaşmaya çağrıldı. Önde gelen isimleri, özellikle Sovyetlere yakın olanlar, Başbakan yardımcısı, Çalışma bakanı ve Propaganda bakanı ilan edildiler.

İngilizler kendi petrol yataklarını korumak için askeri birliklerini Irak'a toplayarak, Güney İran'daki aşiretlerle komünist ve hükümet karşıtı ayaklanmaları teşvik ettiler. Toplumsal ayaklanmalar bastırıldıktan sonra, Ekim ayında, komünist bakanlar hükümetten uzaklaştırıldı. İran Komünist Partisi üzerinde baskılar artarak, yüzlerce militan tutuklandı.

Kürt liderlerine gelince, Kürtlerin eşraf ve aşiret ağalarına dayandıklarından, ne güneydeki Kürtlerle ne komşuları olan Azerilerle ne de sömürülen İranlı halk kitleleriyle beraber mücadele için dayanışma yolu aradılar. Bunun yerine aşiret ağaları, İran başbakanıyla ortak düşmanları olan komünist Azerbaycan'a karşı ittifak önerdiler.

İran ordusu, 1946 yılı sonunda Azerbaycan'ı geri aldığı zaman, Kürtler hiçbir şey yapmadı. SSCB de müdahale etmedi. Azerbaycan'ın kendi haline bıraktığını gören Gazi Muhammed, İran ordusu bazı Kürt aşiretleriyle birlikte Mehabad üzerine yürüyünce, karşı çıkmanın bir işe yaramayacağını düşündü ve 16 Aralık 1946'da İran ordusuna teslim oldu. Böylece Mehabad Cumhuriyeti son buldu. Gazi Muhammed, başka bazı sivil ve askeri yöneticiler idama mahkûm edildi ve 30 Mart 1947'de asıldılar. Onlarca kişi ise hapse mahkûm edildi.

Bu ilk Kürt Cumhuriyeti kurulduğunda, büyük ilgiyle karşılandı ve bundan çok ümit bekliyorlardı. Hatta bugün de, bu ilk Kürt Cumhuriyetinden, Kürt tarihinin şanlı bir sayfası gibi söz ediliyor.

Bu Kürt devleti sadece 11 ay sürdü, çünkü Kürt eşrafı, Batılı devletlerin verdiği bir bağımsızlığı tercih ettiler ve hedeflerinden vazgeçip İranlı halk kitleleriyle mücadelelerini birleştirme yolu aramadılar.

Kürt önderlerinin yaptığı bu seçenek bir sınıf seçeneğidir. Böyle bir seçenek, Mehabad Cumhuriyeti'nden önce ve sonra, devamlı yapılan bir seçenekti. Bu önderler, Kürt özerkliğinden yana olmalarına rağmen genellikle gericiydiler. Öyle ki pazarlık yaptıkları devletlerden daha iyi pay almak ümidiyle Kürtleri ezen bu devletlerin birkaç kez kirli işlerini üstlendiler. Fakat İran, Irak ve Türk devletlerinin yöneticileri ve hele hele emperyalist yöneticiler, Kürt eşrafına karşı hiç de dostluk hisleri taşımıyorlar. Tıpkı Kürt eşrafının, Kürt halkına karşı taşıdığı hisler gibi.

Mehabad Cumhuriyeti'nden sonra milliyetçi Kürt hareketi hemen hemen yok edildi. Gazi Muhammed'in kurduğu, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) gizlice varlığını sürdürdü. İranlı Kürtler, tüm muhalefete karşı İran şahı rejiminin gittikçe artan baskısına ve vahşi zulmüne maruz kaldılar.

195l'de bir politika değişikliğiyle, solun destek verdiği milliyetçi Mussadık'ın hükümete katılmasıyla İranlı Kürtlere yeni bir ümit doğdu. Ama Mussadık hükümeti, hiçbir demokratik özgürlük tanımadığı gibi grev hakkını da ortadan kaldırıp, yok etti. Devletin tüm baskı organları aynen yerinde kaldı. 1952'de yapılan seçimde KDP adayı, oyların yüzde 80'ini aldı. Ama seçim iptal edilip, bir din adamı şehrin milletvekili tayin edildi. Yine 1952'de bu bölgede, köylülerin büyük toprak ağalarına karşı ayaklanması oldu ve ezildi.

Mussadık, yabancı şirketlerin kontrolünde olan İran petrolünü devletleştirince KDP'nin aktif desteğini aldı. 19 Ağustos 1953'te CIA'nın düzenlediği bir hükümet darbesiyle Mussadık düşünce, tüm umutlar sona erdi. Tüm muhalif örgütler yasaklandı. Yüzlerce militan öldürülüp, binlercesi hapse atıldı. Şubat 1956'da Irak hükümetinin desteğiyle hava ve zırhlı kuvvetlerin saldırıları sonucu bölgedeki tek özerk kalan bir Kürt aşireti de, dağlara sürüldü. Bu yardımlaşma, yeni bir anlaşmanın meyvesiydi.

1955'de Bağdat'ta -yine bir anlaşma- İran, Irak, Türkiye ve Pakistan'ın imzaladığı İngiltere ve ABD'nin de desteklediği bu anlaşma, aynen 1937'deki anlaşma gibi, Kürtlere karşı işbirliğini amaçlıyordu.

Irak: 1958 darbesi sonrası

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ertesindeki aynı dönemde, Irak'ta da, İran'dakine oldukça paralel olaylar gerçekleşti. Savaş sonrası yıllarda Irak'ta da KDP'nin, Kürt Demokrat Partisi'nin kuruluşuna tanık olundu. İran ve Irak Kürt liderleri arasında, belirli bir ilişki olmasına rağmen, Irak Kürt Demokrat Partisi, İran KDP'sinin aynısı değildi. Her biri şanslarını, cetvelle çizilen sınırların oluşturduğu devletler çerçevesinde denemeyi yeğliyorlardı.

Başında belli bir sayıda milliyetçi aydın ve subay bulunan Irak KDP'si, İran Kürdistanı'nın özerkliğinden ayrı olarak, tarım reformu, işçi hakları, kamulaştırma gibi belli sosyal talepleri savunarak, kendini ilerici bir parti olarak sunmaya çalışıyordu. Bu durum, KDP'nin başkanlığına, Irak ordusuna karşı direnişinden prestij kazanan Mustafa Barzani'nin yerleşmesini engellemedi.

Irak KDP'si, modern üslubuna, hatta bazen kendine Marksist süsü vermesine rağmen, sonuçta her zaman için aşiret şefi Barzani'nin kişisel politika aracı olarak kalıyordu.

Mustafa Barzani 1947'den itibaren, on bir yıl boyunca SSCB'de sürgün olarak kaldı. Irak'a ancak 1958 yılında, General Kasım tarafından, Kral Faysal'in İngiliz yanlısı rejimi, bir darbe ile devrildikten sonra dönebildi.

Özellikle nefret edilen bu rejimin yıkılması, Irak halkının coşkusunu ve politik kaynaşma dönemini doğurdu. Kasım, bütün demokratik muhalefetin desteğini kazandı. Cumhuriyet ilan edildi. KDP dahil, geçmiş rejim tarafından tüm partilere uygulanan baskı kaldırıldı. Kürtçe yayın yapan bir basın ortaya çıkabildi. İlk defa bu dönemde, geçici anayasa resmi olarak Kürtlerin "Ulusal Hakları"nı tanıdı.

Fakat bu coşku dönemi kısa sürdü. İlk zamanlarda Kasım, Arap ağına karşı Komünist Partisi'nin ve özerklik isteyen KDP'li Kürtlerin desteğini aradı. Fakat sonraları, rejim, Kâsım'ın diktatörlüğü etrafında hızla sertleşmeye başladı. Baskının ilk kurbanı, Irak Komünist Partisi oldu. Çünkü bu parti, özellikle de köylülerin, toprak sahiplerinin evlerini yakmaya başladıkları Musul'un Kürt bölgesindeki toprak işgalleri hareketinin gelişmesinde önemli rol oynuyordu. Kasım, komünistleri ve köylü hareketini bastırmak için Mustafa Barzani'nin Kürt milislerinin ve KDP'nin desteğini aldı.

Sol kaygısı böylelikle ustaca savuşturulduktan sonra Kasım, rejimi, özellikle Kürt bölgelerini yeniden ele alarak sağlamlaştırmak istedi. Kürt gazeteleri birbiri ardına yasaklandı. Rejim, Irak Kürtlerinin saf ve yalın bir biçimde asimilasyonu politikasını uygulamaya başladı. Daha sonra 1961 yılı sonunda, Irak ordusu, Barzani'nin sığınmış olduğu bölgeleri bombalamaya başladı.

Bu, Irak ordusunun Mustafa Barzani'nin Kürt milislerine karşı yürüteceği gerçek bir savaşın başlangıcı oldu. Bu savaş, tekrar patlak vererek yıllar boyunca sürecekti. Böylece, 1963 Şubat'ında, Bağdat'ta yeni bir darbe gerçekleşti. General Kasım, Baas Partisi, yani Irak Komünist Partisi'ne karşı eşi benzeri olmayan bir baskı gerçekleştiren, komünist militan avı başlatarak milislerine genellikle sorgusuz ve sualsiz bir biçimde binlerce kişiyi öldürten, Milliyetçi Arap Partisi tarafından devrildi. Bu arada Mustafa Barzani ve yeni rejim arasında birkaç ay boyunca yeni bir anlaşma olanaklı gibi göründü. Fakat Kürtlere karşı savaş, 1963 Haziran'ından itibaren tekrar başlatıldı.

Bu defa savaş, dağlara sığınmış olan Mustafa Barzani'nin birliklerine ve aynı zamanda özellikle Kürt halkına karşı, hemen hiç kesintisiz bir biçimde, gerçek bir savaşın bütün araçlarıyla; tanklar, ağır toplar, yangın ve napalm bombalarıyla sürecekti.

Aynı zamanda, Mustafa Barzani'nin aşiret yöntemleri, KDP bağrında yaygın uygulamalara dönüştü. KDP yönetiminin bir bölümü, parti içinde önemli bir şahsiyet olan, "genç kurt" olarak anılan, Kürt entelektüeli Celal Talabani etrafında toplanarak KDP'den koptu. Talabani, Mustafa Barzani'yi aşiret reisi yöntemlerinden, kararları tek başına veya ailesi içinde almasından, bir gün Bağdat hükümeti, diğer gün başka bir güçle uzlaşma eğiliminde olmasından dolayı eleştiriyordu.

Bağdat ve Tahran arasında sıkışmış olan Barzani

Mustafa Barzani, gerçekte Bağdat'a karşı, diğer yerel güçler arasından müttefikler arıyordu. Bunu, Irak rejimini zayıflatacağı için, onlara gerekli silahı sağlamada çıkarı olan ve bunu tasarlayan Şah rejiminin İran'ında buldu. Bu desteğin bir bedeli vardı. Mustafa Barzani, Şah'ın yanında yer alarak, geçmişte kendisine çok değerli bir destek sağlamış olan İranlı milliyetçi Kürtlere hiçbir destek vermemeyi, hatta onlara karşı savaşmayı bile kabul etti. Kendisini örnek alarak, İran Kürdistanı'nda, Şah'a karşı gerilla hareketi başlatma niyetinde olan özerklik yanlısı Kürtleri tutuklayıp, öldürmeye başladı.

Ekleyelim ki, Mustafa Barzani temel kirli işlerini gerçekleştirmek için Parastin adı altında, Kürdistan'da varlıklarına katlanamadığı Kürt militanların, sempatizanların ve ayrıca Iraklı komünist militanların avını sürmede, işkenceci ve katil olarak görevlendirilmiş, kendi özel istihbarat servisini kurdu.

11 Mart 1970'de Barzani ve o dönemde yalnızca Saddam Hüseyin'den başka bir şey olmayan Bağdat'ın Baas rejiminin lideri arasında bir uzlaşma imzalandı. Bu uzlaşma, Kürdistan'ın özerkliğinin kabulü, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde Arapçanın yanında Kürtçenin de kullanılmasını, ülkenin yönetici organlarında Kürtlerin de eşit oranda temsil edilmelerini ve genel bütçeden Kürt bölgeleri için adaletli bir bölümünün ayrılmasını içeriyordu. Bu uzlaşma, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgelerde özerkliğin uygulanmasını öngörse de, bunun ancak bir sayım ile belirlenebileceğini de belirtiyordu. Bu sayım, hiçbir zaman gerçekleşmedi. Sonuç olarak Iraklı yöneticiler uzlaşma maddelerini tek yanlı olarak, Irak petrol üretiminin yüzde 70'ini gerçekleştiren, Kerkük petrol alanlarını, Kürt "özerk bölgesi"nin dışında tutma avantajı içeren, eski sayım temelinde uygulama kararı aldılar.

1970 uzlaşmasından sonra, 4 yıllık bir ateşkes uygulaması oldu. Irak rejimi, Kürt özerk bölgesine en fakir dağlık bölgeleri bırakmayı gözeterek en önemli bölgelerin Araplaştırılmasını sürdürüyordu. Mustafa Barzani tarafına bakılacak olursa, o da yeniden, İran şahının, hatta CIA'nın da desteğini sağlıyordu. Irak henüz çok yakın bir geçmişte, Sovyetler Birliği ile yardım anlaşmasını imzalamıştı. ABD bu koşullarda Bağdat rejimine sıkıntı ve güçlük yaratmaya katkıda bulunmayı yararlı buluyordu. Mustafa Barzani ise, İran şahına güvenmiyordu. CIA'yı bir çeşit ABD'nin resmi tanıması olarak ve ek bir garanti gibi görüyordu.

Irak rejimi 1974 baharında, Kürt bölgesini denetimi altında bulunduran Mustafa Barzani'nin birliklerine karşı savaşı yeniden başlattı. 1974 yılı sonunda, Barzani'nin birlikleri Irak birlikleri karşısında tutunamayarak, İran sınırında yer alan bir vadiye doğru geri püskürtüldüler. Ayakta ancak, İran'ın sağladığı ağır silahlarla durabildiler, ta ki 6 Mart 1975'te gerçekleşen beklenmedik olaya kadar.

O gün Cezayir'de Iraklı Saddam Hüseyin ile İran Şahı arasındaki anlaşma, sınır uyuşmazlıklarının varlığına son veriyordu. Ayrıca sınırların "yıkıcı ve bozguncu nitelikteki sızmaları" önlemek için sıkı bir biçimde kontrolünü de öngörüyordu. Bu açık bir üslupla, İran'ın, Barzani'nin Kürt hareketine yaptığı askeri yardımın kesilmesi anlamına geliyordu. Bu yardım ona, Saddam Hüseyin'le olan anlaşmazlıkların giderilmesi arayışında bir koz olarak hizmet etmişti. Tahran ile Bağdat arasındaki durumun normale dönüştürülmesinden sonra Şah, Kürtleri bırakıyordu.

6 Mart akşamından itibaren İran ordusu, ihtiyatla kontrol altında tuttuğu ve Kürtlere doğrudan emanet etmediği ağır silahları ve uçaksavarlarını toparladı. Hatta erzak kamyonlarını bile geri çekti. Bundan sonra Irak ordusu, birkaç haftada Kürtlerin bütün direnişini kırdı. Şahın bu "ihanetini" gören Mustafa Barzani, CIA'ya ve Amerikan Devleti'nin başkanı olan Kissinger'e başvurdu. Ama onlar da hiç ortalarda görünmüyorlardı.

1975'de Cezayir'de imzalanan bu uzlaşma, Bağdat rejimine karşı 14 yıl savaşan Mustafa Barzani'nin, bütünüyle askeri bozguna uğramasına yol açtı. Üstelik bu, bütün hesaplarını Amerikan, İran finans ve askeri desteği üzerine yapan aşiret reisinin, politik anlamda tümden iflası da oldu.

Bu politika, İran Kürdistanının özerkliğinden vazgeçmeyi, Arap ve Kürt yönetici sınıfların çıkarlarını garantilemek için şuna ya da buna, iyi niyet gösterisinde bulunmak üzere, anti-komünist baskıyı içeriyordu. Gerçekçilik bahanesiyle sürdürülüyor olsa da bu politika aslında, ezilen Kürt halkını devletin istemlerine göre bölen, onun Irak Arap halkı ile olabilecek ittifakını gerçekleştirmesini engelleyen, sonuç olarak da, Irak diktatörlüğünün kendini güçlendirmesine kolaylık sağlayan, ufku olmayan bir politikaydı... Ta ki ne Saddam Hüseyin'in ne de İran şahının Mustafa Barzani'ye gereksinimleri kalmayıp, ondan ortak bir uzlaşma ile kurtulmalarına değin.

Bu 1975 bozgunu, Irak Kürt halkına pahalıya mal oldu. Binlerce "peşmerge"nin -bu sözcük "ölüme kadar" gitmeyi göze alan Kürt savaşçılarına verilen isimdir- İran'a sürülmesine tanık olundu. Bu süre boyunca, Irak ordusu on binlerce mülteci yaratarak, Irak'ın büyük şehirlerindeki gecekondu bölgelerini büyütmekten başka çare bulamayarak, kendi nüfusunun yaşadığı sınır bölgelerini boşaltıyordu.

Bununla birlikte bu durum, Irak rejiminin, Kürt halkının sınırlı bir kesiminin desteğini almasına ve onlar içinde bir yandaşlar topluluğu yaratmasına engel teşkil etmiyordu. Rejim, Irak'ın gelirlerinin nispeten önemli bir bölümünü sağlayan petrol fiyatlarının yükseldiği bir dönemde, halkın belirli bir kesimini zenginleştiren, Kürt bölgelerinin geliştirilmesi projesine yatırım yapabildi. Bununla birlikte Kürt halkı arasında, gerillaya karşı mücadele için eğitilmiş hükümet yanlısı bir milis hazırlıyordu.

Mustafa Barzani'ye gelince, politikadan çekildi ve 1979 Mart'ında ABD'de öldü. Fakat mücadeleyi oğulları, İdris ve Mesut Barzani'ye devretti. Bugün Irak KDP'sinin lideri Mesut Barzani'dir. Böylece Irak-İran sınırındaki Kürt aşiretleri arasında yürürlükte olan aşiret törelerine göre, babadan oğla devredilen yönetim hakkı gereğince, bu politik hareketin yönetimini, miras olarak Mesut Barzani almıştır. Aynı zamanda, 20 yıl sonra bile olsa babasından hiç de farklı olmayan, yeni yıkım ve felaketler getiren politikayı da miras olarak üstlenmiştir.

Aslında, Irak Kürt Partisi olarak sadece Barzani ve oğullarının partisi söz konusu değil. Celal Talabani -1964'de Barzani'den ayrılan onun teğmeni-, Barzani'nin politikasının bütünüyle iflası sonucuna varmıştı. Talabani, 1975'den itibaren, birkaç örgütün bir araya gelmesinden oluşan yeni bir partinin yaratılmasına yöneldi ve KYB'yi (Kürdistan Yurtseverler Birliği) kurdu. Ne var ki KYB, KDP'nin "aşiretsel" yöntemlerini eleştirse de, belli belirsiz Marksist görünse, hatta KYB ve KDP'nin peşmergeleri sık sık kanlı çatışmalarla karşı karşıya gelseler de, aralarında pek bir farklılık yoktur. Talabani ve KYB'nin politikası, aynı yöntemden doğan, Saddam Hüseyin'e hizmet etmeye varan, Suriye, İran veya Türkiye tarafına destek ya da uzlaşma arayışları arasında gidip gelen bir politikadır. Barzani'nin KDP'sinin eleştirilen aşiretsel karakterinin aynısına KYB de sahiptir. Sadece Talabani, yandaşlarını aynı bölgelerden toplamamaktadır.

Şahın devrilmesinden, İran-Irak Savaşma...

Kürt milliyetçi hareketi, Irak'taki 1975 bozgunundan sonra ilk olarak, 1979 sonunda Şah rejiminin yıkılışına ve Ayetullah Humeyni'nin iktidara gelmesine kadar varacak olan, giderek büyüyen Şah karşıtı muhalefetin kendisini göstermeye başladığı dönemde İran'da yeniden umut kazandı. İran Kürt örgütleri de mücadeleye katılmışlardı.

İran KDP'sinin lideri (İKDP-İran Kürdistan Demokrat Partisi) Abdurrahman Kâsımlo, Şah'ın devrilmesinden çok az bir süre önce İran'a dönmüştü. Programı, demokratik bir İran çerçevesinde Kürdistan için özerklik olan İKDP, bu kargaşa döneminde İran Kürdistanı'nın büyük bir bölümünü denetimi altına aldı. Humeyni'ye, 1979 Şubat'ında iktidara geldikten sonra bazı Kürt aşiret şefleriyle ittifaklar yaparak, özerklik yanlısı savaşçı silahlı grupları hizaya getirmesi için, sadece birkaç ay yeterli oldu.

Humeyni, 1979'un Ağustos ayından itibaren, resmi olarak, dinsizlikle suçlanan Kürt örgütlerine karşı kutsal savaş ilan etti. Daha sonra 1980'de Kürdistan'a, köyleri bombalayarak, muhalifleri yok ederek 3 yıl sürdürülecek olan, gerçek bir savaşı yürütmek üzere ordu gönderdi. 1983 yılı sonunda Humeyni, İran Kürdistanı'nın denetimini eline almıştı bile.

Humeyni, İran Kürtlerine karşı savaş yürütse de, bu, Irak'la İran'ı karşı karşıya getiren kanlı ve uzun savaş boyunca, Irak Kürtlerinin milliyetçi örgütleri arasında kendine yeni ittifaklar aramasını engellememişti.

İran-Irak Savaşı, 1980 yılında başladı. Uzun, acımasız ve tüyler ürperten bu savaş, 1988'de son buldu. İran için Kürtler, Irak ordusuna güçlük yaratmaya bir ek araç oldu. Mesut Barzani'nin KDP'si, Talabani'nin KYB'si, Humeyni'nin sunduklarını kabullendiler. 1986'da Tahran'da, İran rejimi ve Irak milliyetçi Kürt örgütleri arasında imzalanan bir anlaşma ile uzlaşma sağlandı. Birlikte gerçekleştirilen bu operasyonlar, İran ordularının, Irak içinde ilerlemesini sağlıyorlardı. Kürt yöneticilerin, İran'la gerçekleştirdikleri bu yeni ittifak, yeni bir yıkıma doğru yöneldi. Irak ordusu, askeri operasyonlara korkunç bir şekilde karşılık veriyor, köylere karşı zehirli gaz kullanıyor, Kürt halkına acımasızca saldırıyordu. 1988 Mart'ında Halepçe şehri üzerine zehirli gaz bombası atılarak, binlerce sivil Kürt, tüyler ürpertici bir biçimde öldürülüyor, panik yaratılıyor, halkın bir bölümünün kaçmasına yol açılıyordu.

Daha sonra 1988 Ağustos'u, ateşkesin gerçekleştiği dönem ve İran ile Irak arasındaki savaşın sonu oldu. Kürt gerillalarına yapılan İran yardımı, Irak ordusunun kendini yeniden tümüyle Kürt cephesine verinceye kadar, kesintiye uğradı. Bu, yeni bir soykırım oldu. Yüz binlerce insan, yüzlerce yakılmış köyden kaçmak için yollara düştü. Kürt nüfusunun büyük bir bölümü Irak'ın sınır bölgesinden, diğer bölgelere doğru akıtıldı... Irak Kürtlerinin trajedisi tekrarlanıyordu.

Türkiye: 1960 ve 1970'li yıllardaki yeniden yükseliş

Türkiye'de, 1930'lu yıllardaki şiddetli baskı, milliyetçi hareketin uzun süre ortadan yok olmasına yol açmıştı. Fakat İran ve Irak'taki gelişmelere paralel olarak buradaki hareket de gelişecekti.

Öncelikle, diktatörlük ve tek parti rejimi olan Türk rejimi, bir takım özgürleştirmelere girişti. 1950'deki seçimler, eski Kemalist parti ile rekabet halindeki Demokrat Parti'yi zafere götürdü. Bu parti kâra susamış liberal burjuvazinin özlemlerini temsil ediyordu fakat yine de, zaferin ertesinde, sürgündeki Kürtler yurtlarına geri dönme olanağını, önemli sayıdaki Kürt ise, yerel seçimlerde ya da milletvekili seçimlerinde çeşitli görev ve mevkilere seçilme yolunu buldular.

Diğer taraftan, ülkenin sanayileşmesi, özelliklede 1960 ve 1970'li yıllarda ortaya çıkan, önemli işçi mücadelelerini yürüten işçi sınıfının gelişmesine yol açtı. Sol örgütler ve sendikalar 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerinden sonra açık diktatörlüklere dönülmesiyle yakın takibe alınıp, özgürlükleri kısıtlanacak olsa da birbirleri ardına ortaya çıktılar.

Kürt halkı, solun bu yükselişine uzak kalamazdı. Sol örgütler önemli sayıda Kürdü kabul etti. Özellikle de 1960'da kurulan Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) çalışmaları bu yöndeydi. Bu parti 1965 seçimlerinde 4 Kürt milletvekili çıkardı. Hatta 1969 yılındaki başkanı Kürt idi. Sonuçta 1970'de büyük tartışmadan sonra, TİP "Kürt halkı"nın varlığını tanıyan ve bu anlamda bir kararı oylayan ilk Türk partisi oldu. Bu onun derhal yasaklanmasına ve "bölücü eylemleri" nedeniyle yöneticilerin tutuklanmasına mal oldu.

Kendinden ve özellikle de ABD'nin sunduğu destekten emin Türk hükümeti, Kürt milliyetçilerine taviz verme eğiliminde değildi. Soğuk savaşın başından beri Türk rejimi, Batılı güçlerin Sovyetler Birliği'ne karşı uyguladıkları stratejinin temel bir parçasıydı. Türkiye çok değerli bir müttefik olduğu için, Kürtlerden kaynaklanan ve Ankara generallerine problem yaratacak herhangi bir soruna ABD'nin destek vermesi söz konusu olamazdı. Böylece generaller, keyiflerinin istedikleri gibi hareket edebilirlerdi.

Türk rejiminin demokratikleştirilmesine gelince, çok sınırlı kaldığı söylenebilir. Ordu, polis ve devlet aygıtı, aşırı sağ tarafından kangrenleştirilmiştir. Rejimin iyice sertleşmesi, Kürt bölgelerinde zorunlu olarak Kürt karşıtı bir karakter kazanmıştır. Milliyetçi militanlar ya da bir solcu Türk partisine üye olmayı seçen Kürtler, kendilerini aynı cezaevinde buluyorlardı.

PKK'nın doğuşu

Eğer 1980'li yıllarda Kürt gençliğinin büyük bir bölümü, şiddete şiddet ile cevap verme yolunu seçtiyse, rejimin şiddetine karşı mücadelede yeniden gelişmeye başlamış olan silahlı mücadele hareketini tek çıkar yol olarak gördüyse, buna şaşırmamak gerekir. Bugün bu hareketlerin en önemlisi PKK (Kürdistan İşçi Partisi), lideri ise "Apo" adıyla anılan Abdullah Öcalan'dır. Bu hareket, 1984 yılında Türkiye Kürdistanı'nda gerilla mücadelesini başlatmış ve bugüne değin de sürdürmektedir.

Öcalan, PKK'nın temellerini 1974 yılında, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde öğrenci olduğu dönemde, küçük gençlik ve öğrenci grupları oluşturarak, kendini Marksist olarak sunan radikal milliyetçi bir program yayarak atmaya başladı.

Bununla birlikte, grubun faaliyetlerinin büyük bir bölümü hızla, rakiplerini ya da en basitinden hareketi terk edenler, düşünceleri liderin politikası ile uyuşmayan militanları saf dışı bırakmaya dönüştü. Öcalan hızla, muhaliflerini, aynı zamanda diğer Kürt politik partilerinin militanlarını el çabukluğuyla tasfiye etme ve ortadan kaldırma alışkanlığı kazandı. PKK, Türkiye Kürdistanı'na yerleşmek ve buradaki tek parti olmak istiyordu.

PKK lideri, 1980'de Türkiye'de gerçekleştirilen askeri darbenin biraz öncesinde, rejiminin kendisine gerilla kampları kurması için yardımda bulunduğu ve PKK militanlarının gerilla operasyonları gerçekleştirmek üzere, buradan Türk topraklarına sızdıkları, Suriye'ye kaçtı. PKK komandoları polise ve orduya saldırıyorlardı, fakat aynı zamanda işbirlikçilikle suçladıkları köylere karşı da cezalandırma operasyonları düzenliyor, hatta bazen kadın ve çocukları bile öldürüyorlardı.

PKK'nın ve Apo'nun hesaplan çok açıktı: Kürtlerle Türkler arasında bir uçurum yaratmak, Kürtleri, taraflarını seçmeye ve PKK'yı desteklemeye zorunlu kılacak bir durum yaratmak söz konusuydu.

Bu açıdan Türk devletinin ve ordusunun tepkileri, kendilerine gerçekten de hatırı sayılır derecede hizmet etti. Bu tepki, bir terör politikasından ibaretti ve büyük bir oranda köylerin cezalandırma amacıyla boşaltılması, tanınmış kişi veya militanların katledilmesi için "ölüm komandoları" örgütlenmesi ve halkın sürgün edilmesi biçiminde yürütülüyordu.

Yavaş yavaş gerçek bir savaşın dişli çarkları Türkiye Kürdistanı'na yerleştirildi. Askeri varlık, "PKK'nın kökünü kazımak" ve ondan kurtulmak için durmaksızın artıyordu. Ordu, Kürt özerklik taleplerine karşı en ufak bir ödünden söz edilmesini duymak bile istemiyordu. Fakat, kendi öz eylemleriyle Kürt halkının, özellikle Kürt gençliğinin bir bölümünü PKK tarafına itti, böylece de onun savaşçılarını kendisi üretti.

Peki, PKK ve Abdullah Öcalan, Türkiye'deki Kürt halkına ne öneriyordu? İsminin de belirttiği gibi, "Kürdistan İşçi Partisi", Apo, kendisini işçilerin ve sosyalizmin yanında olan birisi olarak sundu. Çünkü başvurduğu halk kitlesi, Kürdistan'ın ileri gelenleri, yani Kürt burjuvaları ile eşraf takımından değil, çoğunlukla emekçilerden ve dar gelirlilerden oluşuyordu.

Fakat Apo, Üçüncü Dünya ülkelerindeki milliyetçi kurtuluş cephelerinin deneylerinden ve bu ülke liderlerinin, kendilerini halklarının başına tek ve vazgeçilmez temsilci olarak kabul ettirmek için uyguladıkları taktiklerden esinleniyor. Adına mücadele ettiğini iddia ettiği öz halkına karşı en ufak bir demokratik kaygısı bile yoktur.

Başka bir deyişle, onun demokratik çıkarları için kafa yormuyor. Kullandığı yöntemler, eğer başarılı olup da iktidara gelirse, bu iktidarın ne tipte olacağının belirtilerini sunuyordu: Açıkça, hiçbir zaman "Kürdistan Emekçileri"nin değil ama Kürt burjuvalarının ve toprak sahiplerinin bir diktatörlüğü olacaktır.

Çünkü gerçekte o, bu sınıflar için çarpışıyor ve bu sınıflardan destek arıyor. Köylülerin toprak işgallerine başladığı Botan bölgesinde PKK, kendisine para veren büyük Kürt toprak sahiplerinin desteğini yitirmemek için buna karşı çıkmıştı.

Apo aynı zamanda arada bir Türk yöneticilerine anlaşma çağrısı da yapıyor. Artık partisinin Marksist bir parti olmadığını belirtmiştir. Yakın bir geçmişte Türkiye'nin başına, başbakan olarak dinci Refah Partisinin yöneticisi geçtiğinde, PKK liderinden kutlama mektubu bile aldı.

Eğer bu koşullarda PKK Türkiye'deki Kürt halkı içinde geniş oranda destek buluyorsa, bu onun iki kötü arasında seçim yapmaya zorlanmasından, yani bir tarafta Türk Devleti, onun ordusu ve polisi ile diğer tarafta Apo ve eğer ileride başarırsa kuracağı rejim ve devlet için hiç de iyi olmayacağı belirtileri vardır.

1991 Körfez Savaşı ve onu izleyen yıllar

Irak'a karşı bütün emperyalist ülkelerin koalisyonuyla yürütülen Körfez Savaşı Kürtlerin özellikle de Irak Kürdistanı'ndaki Kürtlerin durumu üzerinde önemli ölçüde etkide bulunacaktı.

1990 yılının Ağustos ayında Saddam Hüseyin'in ordusu Kuveyt'i zorla işgal ettiği zaman, başta ABD olmak üzere emperyalist yöneticiler, Irak'a karşı bir koalisyon toparlayabilmek için her çareye başvurdular. ABD'nin amacı, Kuveyt'in ve Batılı emperyalistlerin tasarlayarak yarattıkları bu emirliğin petrol kuyularının korunmasıydı. Saddam Hüseyin'in, Kuveyt'in önceden belirlenmiş sınırlarına ve buradan doğan petrol zenginliklerinin paylaşımına dokunmaması gerekiyordu.

Fransa gibi ikinci planda bulunan emperyalist güçlerin yanında yer alan ABD, Irak'la savaştı ve sadece Kuveyt'teki büyük petrol şirketlerinin çıkarlarını korumak için değil, Ortadoğu'da bütün bu şirketler arasındaki etki alanlarında dengeye saygılı olunmasını sağlamak için, Irak halkına karşı korkunç acılara yol açtı. Ek olarak, Kuveyt Emiri'nin zenginliklerini de korudular.

Fakat Batılılar, bu savaşı kabullendirmek için kendi kamuoylarını, Irak'ta Saddam Hüseyin' in diktatörlüğü ile savaştıklarına inandırdılar. Bu yalanı, Saddam'a Irak'ta sorun yaratabilmek için, Irak Kürtlerine de sundular.

1991'in Şubat ayında, Saddam Hüseyin'in ordusu, Kuveyt'i boşaltmaya zorlandı. Irak halkının büyük bir bölümü, Batılı yöneticilerin Saddam'ın devrilmesine yardımcı olacağını ve rejimin son bulacağına inanmıştı. Öncelikle ülkenin güneyinde Şii Müslüman halkın olduğu bölgede, daha sonra da, kuzeydeki Kürt bölgesinde, ayaklanmalara tanık olundu.

Bu ayaklanmalar, çeşitli milisler kontrolü ele geçirmeden çok önce, kitleler tarafından başlatılmıştı. Güneyde İran'da duran Şii muhalefetin milisleri, Irak'a ancak, direniş, güney illerine yayılmaya başladığı zaman girdiler. Halk, hükümet kurumlarının genel merkezlerine saldırıyor, askerlerin büyük bir bölümü ise, halkla dayanışmaya giriyordu.

Kuzeyde, Kürdistan'da, protesto gösterileri 6 Mart 1991'de, Ranieh şehrinde başladı. Kitleler, askeri kışlalara ve polis karakollarına saldırdılar. Buralardaki askerler, hemen teslim oldular. Daha sonra direniş, Irak Kürdistanı'nın büyük şehirlerinden olan Süleymaniye'ye yayıldı. Burada da askerler, göstericilere hiç direnmeden teslim olmaya başladılar. Irak emniyet teşkilatları, halkın belleğine yer eden zulüm yıllarının bağışlanmayacağının bilincinde olarak uzun süre dayandı, ancak boyun eğmek zorunda kalıp teslim oldular. Daha sonra ayaklanma, Süleymaniye'den Kürdistan şehirlerinin tümüne doğru yayıldı.

Bu kitle hareketi, bu ana kadar Suriye ve İran sınırlarında kendi saatlerinin gelmesini bekleyen Kürt milislerini ve partilerini şaşırttı. Milis üyeleri, hızla bu isyana katıldılar ve ona ek bir askeri güç taşıdılar. Fakat, Kürdistan Cephesi'nin yönetimi, yani Mesut Barzani ve Celal Talabani, bu halk hareketine kuşkuyla bakıyorlardı.

KDP ve KYB'nin şeflerinin Kürdistan'a girmelerinin nedeni, denetleyemedikleri ve hatta kendi milislerinin bir bölümünün denetimini yitirdikleri durumu, yeniden ele geçirmek içindi. Bu isyanı, ne Mesut Barzani ne de Celal Talabani hazırlamışlardı, fakat onu kendi çıkarlarına alet etmeye çalışıyorlardı.

Güneydeki olaylardan sonra gerçekleşen Kürdistan'daki olaylar, Irak ölçüsünde kendiliğinden gelişen devrimci bir durum tehlikesinin, çok açık bir gerçek olduğunu gösteriyordu. Batılı yöneticileri kaygılandıran ve onların Irak'a karşı düzenledikleri askeri operasyonları durdurmalarını ve alanı, Bağdat rejimine bırakmalarını sağlayan şey bu gerçekçilikti.

Saddam Hüseyin, Kuveyt sınırı üzerine tüm birliklerini göndermek konusunda çok ihtiyatlı davranmıştı. Birliklerini, emperyalist orduların yarattığı bütün kaygılardan kurtarmış olarak, Kürt ve Şii isyanlarını ezerek, kendi iktidarını korumak ve sağlamlaştırmak için kullandı.

Bu olayların üzerinden beş yıldan fazla bir sürenin geçmiş olduğu bugün bile, birçok gazeteci ve politikacı, Saddam Hüseyin'in, Bağdat'taki iktidara sağlam bir şekilde iyice yerleştiğini saptamakta, dönemin devlet başkanı George Bush'un, Bağdat rejimini yerinde bırakmasını da büyük bir "hata" olarak yorumlamaktadırlar. Fakat bu kuşkusuz, önceden kararlaştırılmış ince bir hesaptı.

Batılı yöneticiler, Irak'taki rejimin yıkılmasıyla oluşacak devrimci bir duruma karşı, Saddam Hüseyin'e duyduklarından daha fazla kaygı duyuyorlardı. ABD tabii ki, örneğin eğer bir askeri darbe aracılığıyla Saddam'ın yerine herhangi bir Batı yanlısı generali koyabilseydi, bunu daha çok tercih ederdi. Fakat ABD'li yöneticiler, iki tehlikeli durum karşısında, yani halk hareketinin zorlaması altında, rejimin düşmesiyle oluşacak bir belirsizlik durumu ile Saddam Hüseyin'i iktidarda tutmak arasında, onlar için çok uygun ve sakıncasız olmasa da, bu sonuncuyu tercih ediyorlardı. Hiçbir şekilde, devrimci birlikler tarafından sarsılan bir ülkeyi, askeri olarak işgal edip, orada bizzat savaşmak zorunda kalacakları bir duruma düşmek istemiyorlardı. Böyle bir görevi, Saddam Hüseyin'e ve ordusundan geri kalanlara bırakmayı yeğliyorlardı.

Batılı yöneticiler ayrıca, Irak'ın askeri olarak yenilenmesine yardım edeceğini düşündükleri zaman, Irak Kürtlerine yardım etmek için söz vermeyi sakıncalı bulmuyorlardı. Ancak, Körfez Savaşı ve devamında, hatta 75 yıldan beri olduğu gibi, bir Kürt devletinin yaratılmasını kolaylaştırmak niyetinde de değillerdi.

Irak, temeli sağlam olmayan, sömürgeciliğin yarattığı iğreti bir devlettir ki bunu, her şeyden önce Batılı yöneticiler biliyor. Irak'taki bir parçalanmanın bütün bölgedeki istikrar sorununu yeniden gündeme getirebileceğini, yine en başta Batılı yöneticiler biliyorlar. Irak'ın kuzeyinde kurulacak bir Kürt devleti Türkiye'deki, İran'daki ve Suriye'deki Kürtleri de cesaretlendirecekti. Bu devletlerin, birbiri ardına istikrarsızlaşmaları bir tehlike olacaktır.

Eğer ABD, şu anda Irak'ın kuzeyinde bir Kürt devletinin kurulmasını desteklerse, bu, ABD'yi ve Batılı devletleri hoşnut etmeyecek, onlarla olan ilişkilerin yeniden düzenlenmesine ya da Irak, İran, Suriye ve Türkiye gibi devletlerin aralarındaki ilişkilerden doğan güç dengesinin düzenlenmesine veya benzeri konularda herhangi bir katkıda bulunmayı istemediklerindendir. Körfez Savaşından sonra, silahları indirip, sakin sakin Irak ordusu tarafından, Batılı yöneticilerin konuşmalarına inanıp, onların diktatörlüğe sona vereceğini düşünme talihsizliğine uğrayan Kürtlerin ezilmesini seyrettiler.

Batılı yöneticilerin bu davranışları önceden çok iyi kestirilebilirdi ve bu nedenledir ki, kendi halklarına güçlü devletlerin kendi yararlarına müdahalede edecekleri üzerine hesap yapmaktan başka bir politika sunmayan Kürt yöneticilerinin izledikleri politikaları, başarısızca yürütülen, aynı dramların, aynı acıların sonsuz kez tekrarından ibaret olan cani bir politikadır.

Kuzey Irak'taki "küçücük Kürt bölgesi"

Bununla birlikte, Batılı yöneticiler, 1991'de, kendilerini kaygılandıran kargaşalığı tamamen engelleyemediler. Saddam Hüseyin'in birlikleri tarafından zorla bastırılan Kürt ayaklanması, Türkiye ya da İran'a sığınmak isteyen Kürt göçmenlerini, akınlar halinde yollara döktü. Fakat özel olarak kendi Kürdistanı'ndaki PKK'lı gerillalarla uğraşan Türkiye, eğer Türk topraklarına yerleştirilirlerse, belki de PKK'ya destek olabilecek bu göçmen Kürtleri istemiyordu.

Böylece Türkiye, Irak tarafından gelen Kürt mültecileri reddetti ve geri gönderdi. Batılı yöneticiler, onları geldikleri yerlere dönmeye ikna etmek için Irak birliklerinin müdahalesini engellemek, daha çok da sınırlamak sözü vermek zorunda kaldılar. Acil yardım birlikleri yola çıkarıldı ve bir kararname ile Irak'ta, 36'ncı paralelin kuzeyinde, yani Kürt bölgesinde, bir hava sahası yaratıldı.

Batılılar, Irak topraklarının bütünlüğüne dokunmayı ve bir Kürt Devleti'nin kurulmasını öngörmeyi reddediyorlardı. Fakat yine de kendilerini, en azından geçici olarak, Irak ordusunun, Kürt bölgesinin kontrolünü tümüyle eline almasını engellemeye zorunlu hissediyorlardı. Bu, Kürt yöneticilerine politik yer veren bir durumdu. Mesut Barzani'nin KDP'si ve Celal Talabani'nin KYB'si, Irak birlikleri karşısında gerilemek zorunda kaldıktan sonra, Batılı askeri güçlerin koruması altında, milisleriyle birlikte geri gelip, Irak'ın bu kuzey bölgesinde, fiili bir iktidar uygulayabildiler.

Barzani ve Talabani değişmediklerini gösterdiler. Her şeyden önce, iktidarı Saddam Hüseyin ile paylaşma anlaşması sağlamak için Bağdat'ta girişimde bulunmaya sabırsızlanıyorlardı. Saddam Hüseyin ile Talabani arasında kucaklaşmaya tanık olundu. Açık, kesin bir anlaşma yoktu, fakat Irak ordusu, bölgeye gerçek bir ekonomik abluka uygulayarak, meydanı Kürt yöneticilerine bıraktı. Buna Batılıların desteklemeyi iddia ettikleri, Kürt bölgelerinde bile hiçbir zaman yumuşamayan, Birleşmiş Milletler Örgütü'nce kararlaştırılmış, Irak'a karşı ambargo da ekleniyordu.

Şu bir gerçekti ki, ABD, CIA aracılığıyla, Saddam Hüseyin'e karşı olanları örgütlemek için fonlar ayırdı. Böylece 100 milyon dolar, fon aktarılacaktı ve bunun önemli bir kısmı da Barzani ve Talabani'nin kasalarına gitti. Bu fonlar, Barzani ve Talabani tarafından, kendi milislerini beslemek ve silahlandırmak için kullanıldı. Kürt halkı, Irak halkının geri kalan kısmı gibi tümüyle sefalet içinde bulunuyordu.

Fakat Mesut Barzani ile Talabani'nin milislerinin paraları ve silahları vardı. Toprakları aralarında paylaşmışlardı, kendi aralarında ve PKK ile savaşmayı da geciktirmediler.

Sadece Irak rejimini değil, Türk rejimini de kaygılarından arındırmak, rahatlatmak gerekiyordu. Talabani ve Barzani, Ankara'ya gittiler. Burada Türk yöneticiler, onları zorunlu bir seçenekle karşıladılar. Ya onlar sınır polisi görevini üstleneceklerdi ya da Türkiye, bunu kendisi gerçekleştirecekti. Talabani ve Barzani buna boyun eğdiler. 1992'nin sonundan itibaren, Irak'taki Kürt milislerinin, PKK'nın Irak topraklarındaki üslerine karşı askeri müdahalelerde bulunduğu, sınırları kapamak ve PKK gerillalarının Irak Kürdistan'ından Türkiye'ye sızmalarını önlemek için her şey i yaptıkları görüldü. Ayrıca bu, Türk ordusunun da, Irak topraklarında gerçekleştirdiği bazen kitlesel olan, askeri hareketleri arttırmasını engellemedi.

Mesut Barzani ve Celal Talabani, 1992 baharında bir seçim düzenleyerek, Irak Kürdistanı'nda kurdukları bu iğreti iktidara, meşru bir görünüm kazandırmayı denediler. Üyelerinin yarısı KDP, diğer yarısı KYB'den oluşan, 100 üyeli bir parlamento seçildi ve bir hükümet atandı. Ama gerçekte iktidar milislere, Talabani ve Barzani'ye ait olmaya devam etti. İki parti, kendilerini finanse edebilmek için, ambargo devam etse de, İran ve Türk sınırlarından kaçak olarak geçen petrol dahil, diğer mallar üzerinden gümrük vergisi alıyorlardı. İki milis arasında, toprak paylaşımı ve finans kaynaklarını ele geçirme konularında çelişkiler doğdu.

Bu durum, 1994'de Barzani ve Talabani milisleri arasında, açık savaşın patlak vermesine yol açtı. KDP ve KYB, birbirleri arasında ve ikisi birlikte, PKK'ya karşı savaşıyorlardı. İşte, Irak'ın kuzeyindeki Kürt bölgesinde tanık olunan gösteri bu idi!

Buna bütün sonuçlarıyla ittifak oyunları da ekleniyor. PKK, kendisinin Lübnan'da eğitim kampları kurmasına izin veren Suriye'nin desteğine sahiptir. Fakat Suriye bu desteği, Türk rejimiyle olan ilişkilerinde kozlarını paylaşmak için kullanmaktadır. Aksine, Mesut Barzani'nin KDP'si, CIA'nın hatta Saddam Hüseyin'in bile desteği kadar, en çok da Türkiye'nin desteğini, onun tarafsızlığını istemektedir. Son olarak, Talabani'nin KYB'si, Suriye'nin, özellikle İran'ın desteğinden yararlanmaktadır.

Böylece, 1996 yazında, Talabani ve KYB, Irak sınırında yerleşik İranlı mülteci Kürtlerin kamplarını bombalamaya giden İran müfrezesine, kendi topraklarından geçme izni vermiştir. Tahran rejimi, Talabani'den sadece İran Kürt hareketini desteklememesini değil, kendi Kürtlerine karşı baskı operasyonlarında yardımcı olmasını da istemektedir.

Gerçekten de, İran askeri yardımı Talabani'ye varmış görünüyor. 1996 yılının Ağustos ayında, İran ağır topları, Mesut Barzani'nin milislerince kazanılmış mevzileri bombaladı. Barzani, önce Amerikan yardımını istedi. Yardım gelmeyince bu defa, ona göre İran'ın yardımını isteyerek ihanet eden Talabani'nin milislerine karşı savaşmak üzere, Saddam Hüseyin'e yöneldi.

Talabani ve Barzani, Kürt halkının bu sözde temsilcileri, İran, Irak, Suriye, Türkiye rejimlerinin veya CIA'nın hesaplarına göre davranmayı sürdürmekte, böyle çok yanlı oynamayı başardıkları zaman, kimi kez sadece birazcık bağımsızlık bulmaktadırlar.

Sundukları tek politika ise, ABD'nin veya bölgesel bir gücün, öz çıkarlarını Talabani, Barzani veya kendi himayeleri altında bulunacak maşa bir Kürt devletinin kurulmasında görmelerini ümit ederek, desteklerini aramaktır.

Bugünkü bilânço

Emperyalist devletlerin isteğiyle farklı parçalara bölünmüş olan kitleler, gerçekten zor durumdalar. Her şeyden önce, yaşadıkları ülkelerdeki tüm yoksul kitleler gibi onlar da sefalet içerisinde. Kürt kitleleri, tüm kitlelerin yaşadığı baskılara ek olarak, ulusal bir baskı da yaşıyorlar.

Örneğin, Türkiye'de Kürt dilini konuşma yasağı ancak 1991 yılında kaldırılmıştır. Irak ve İran'da ise, durum biraz farklıdır: Kürtçe okutuluyor ve Kürtçe yayınlar vardır. Fakat bu ülkelerdeki diktatörlükler, Türkiye'deki rejimden daha da kötüdür. Bu rejimlerin en küçük demokratik özgürlüklere bile tahammülleri yoktur. İran ve Irak rejimleri, tüm siyasi muhalefete karşı acımasızca mücadele ediyorlar. Bu muhalefet, Kürt halkından geldiğinde de, yine acımasızca eziliyor.

İran'daki Kürt halkı, İslâm Cumhuriyeti rejiminin terörünü yaşıyor. Türkiye'de ise, Kürtlerin yaşadığı bölgeler, ülkenin en yoksul bölgeleridir. Buna ek olarak Kürt kitleleri, ordunun, PKK'nın gerilla hareketini ezmek için sürdürdüğü savaşın baskısını yaşıyorlar.

Irak Kürdistan'ındaki kitleler ise, yıllarca İran'a karşı savaşan, Körfez Savaşı ve onun getirdiği ambargonun altında yaşayan bir ülkenin feci sonuçlarını yaşıyorlar. Ek olarak, Saddam Hüseyin'in ordusunun, Kürt kitlelere karşı uyguladığı askeri cezalandırma, bombardıman ve katliamlara hedef oluyorlar.

Suriye'de ise, şu anda Kürtlerin durumunun biraz daha az kötü olmasının tek nedeni, hem daha az kalabalık olmaları hem de şu anki rejimin bir azınlığa, yani Alevi toplumu temellerine bağlı olduğu için, diğer azınlık yöneticilerinin desteğini alabilmek için belirli tavizler vermeye yatkın olması sebebiyledir. Fakat bir rejim değişikliği olursa, bu durum değişebilir.

Bir de şu vardır: Kürtler de, tüm diğer Suriye halkı gibi, bir polis rejimini yaşıyorlar ve diğer komşu ülkelerden çok az farkı olan bir yoksulluk içerisindeler.

Bu durum karşısında, farklı milliyetçi Kürt akımları ve yöneticilerinin siyasi bilançoları çok kötüdür.

Kimileri, örneğin Mustafa Barzani ve Mesut Barzani gibileri, aşiretlerinin ve aşiret reisliğinin sınırlarını aşamadılar. Uyguladıkları siyasi yöntemler de, aşiret seviyesinde kalmıştır. Talabani gibi bazı milliyetçi aydın yöneticiler, Barzani'nin aşiret siyasetini eleştirip koparak, modern siyasi örgüt kurma iddiasında bulundular. Türkiye'de ise Öcalan, birçok Üçüncü Dünya ülkesinde, milliyetçi temellerde başarılı olan bir örgüt modelini seçmiştir.

Fakat bu yöneticilerin tümü, kendi hareketlerini geliştirmek için, Kürtleri ezen, şu veya bu devlete dayanmışlardır. Bu önderlerin kimileri Türkiye'deki, kimileri Irak ve İran'daki rejime karşı silahlı mücadele yürüttüklerinde bile, yardım bekledikleri güç, diğer ülke devletleri oluyor. Bu ülkelerde mücadele eden Kürtlerle dayanışma göstermiyorlar. Bu siyaset, bazen diğer ülkelerde yaşayan Kürt kitlelerin ezilmesine katkıda bulunuyor.

Bu önderlikler, böyle bir siyaset izlemekle hem bölgedeki rejimlerin hem de emperyalizmin maşası oluyorlar. Çünkü mevcut sınırları çizen emperyalizmdir.

Kürtlerin ittifak kurabilecekleri güçler de vardır

Tarihi bir şanssızlık olarak niteleyebileceğimiz bu durum, Kürtler için olumlu bir olguya dönüşebilir.

Kürt halkı o kadar da yalıtılmış değildir. Şu anda yalıtılmış olmalarının nedeni, yöneticilerinin izlediği siyaset nedeniyledir. Kürt halkı, yaşadığı devletler üzerinde meydana gelen birçok tarihi olayın içinde yer almıştır. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra, Ortadoğu'yu sarsan alt üst oluşlar içerisinde yer almıştır. İran'da İkinci Dünya Savaşından sonra yaşanan krizin merkezinde yer almıştır, Irak'ta 1958 devriminden sonra yaşanan olaylarda, belirleyici en büyük güçlerden biri haline gelmiştir. 1960 ve 1970'li yıllarda Türk solundaki örgütlerin büyümesinde rol almış; 1979 yılında Şahın devrilmesine yol açan olaylarda yer almıştır. Körfez Savaşından sonra Irak'ta gelişen krizin önemli etkenlerinden biri olmuştur. İran, Irak ve Türkiye'de yaşanan her siyasi alt üst oluşta ve tüm kitle hareketlerinde, Kürt halkı yerini almıştır.

Kürt halkı, bu farklı ülkeler arasında dağılmış olmasına rağmen, toplumsal yapısı değişmiştir. Bundan 50 veya 60 yıl önce olduğu gibi, özellikle kırsal alanda yaşayan, sınırları sadece aşiretlerin kapladığı alanlarla belirlenen ve doğal önderleri aşiret reisleri olan feodal yapı, artık Kürt halkının temelini oluşturmuyor. Bugün Kürt halkının çoğunluğu şehirlerde yaşıyor ve artık belirleyici olan işçi tabakalarıdır. Kırlardan şehirlere doğru gerçekleşen doğal göçe ek olarak, farklı devletler, kırlarda yaşayan Kürt kitlelerini göçe zorladıkları için, köylü kitleleri, büyük şehirlerin taşralarını doldurdular. Örneğin Irak Kürdistanı'nda Erbil, Kerkük, Musul ve Süleymaniye gibi, aynı zamanda da Türkiye Kürdistanı'nda da büyük şehirler oluşmuştur. Durum, bununla da sınırlı değildir.

Tahran (İran), Şam (Suriye), Bağdat ve Basra'da (Irak) belirli semtler, Kürt mahallelerine dönüşmüştür. En kalabalık Kürt nüfusuna sahip Türkiye'de ise, göçler nedeniyle Kürt kitlelerin önemli bir kısmı Adana, İzmir ve İstanbul gibi işçi şehirlerine yerleşmiştir.

Türkiye'nin ekonomik başkenti olan İstanbul'un nüfusu 10 milyonu geçmiştir ve Kürt nüfusu 1 milyondan fazladır. Bu Kürt kitleleri, işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturuyorlar. Çoğu zaman, en bilinçli ve siyasi unsurlar arasında yer alıyorlar. Kürt işçileri, bölgede en kalabalık, en merkezi ve en mücadeleci olan Türkiye işçi sınıfının merkezinde yer alıyorlar. Türk devletinin ve milliyetçi örgütlerin uyguladıkları siyasetlere rağmen, Kürt ve Türk işçileri arasında siyasi bir kopukluk oluşmamıştır.

Kürt halkı, uzun bir süreden beri, kendisine karşı yapılan baskılara, yöneticilerin dönekliklerine ve ihanetlerine rağmen, mücadeleci konumunu devam ettiriyor. Kürt kitleleri, çok zor şartlarda bile, bağrından, silaha sarılma cesareti gösteren, yeni kadın ve erkek kuşaklar yaratmıştır. Fakat bu cesaret, hangi siyaset için gösterilmiştir?

Kürtlerin Ortadoğu'da farklı uçlara dağıtılmış olmaları, Kürt işçi sınıfı içerisinde devrimci bir siyaset izlemek isteyenler için büyük bir olanağa dönüşebilir. Çünkü Kürt işçi sınıfı, Türk, Arap, Irak ve hatta İran işçi sınıfı karşısında, belirleyici bir rol üstlenebilir. Kürt işçi sınıfı, şimdiki yöneticileri gibi kendini ve siyasetini, emperyalizmin uyguladığı bölünme ve sınırlara hapsetmesi için bir neden yoktur.

Bölgedeki tüm halkların ortak bir özelliği vardır: Hepsi diktatörlük rejimleri altında eziliyorlar ve emperyalizm tarafından talan ediliyorlar. Kürt işçi sınıfı, bu bölgedeki tüm ülkelerin işçi sınıflarıyla doğrudan ilişkili olduğu için, tüm işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin çıkarına bir siyaset izleme olanağına sahiptir.

Çünkü işçi sınıfının etrafında da yoksul veya topraksız köylü kitleleri, tarıma kapitalizmin girmesi nedeniyle veya ordunun göçe zorlama siyaseti nedeniyle, kökleri sökülen köylü kitleleri, büyük şehirlerin gecekondu veya yoksul semtlerinde bir araya gelmiştir. İşte işçi sınıfı, hem kendisi için hem de tüm bu kitleler için, toplumsal dönüşüm taleplerini içeren bir program oluşturmalı ve kendini burjuva özel mülkiyeti veya büyük toprak sahiplerinin özel mülkiyetiyle sınırlamadan, sınıf mücadelesini sonuna kadar götürmeye kararlı olmalıdır.

Tabii ki, Kürt, Türk, Arap ve İran işçi sınıfı, tüm baskı yöntemlerine karşı mücadeleye paralel olarak programına, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını gerçekten koymalı ve en başta Kürtlerin ulusal devletlerini oluşturma, dillerini kullanma, yazma ve öğrenme haklarını kabul etmelidir. Fakat devrimci bir işçi hareketi her şeyden önce, işçi kitlelerin Türkiye, Irak, İran, Suriye ve tabii ki Kürdistan'da, kendi öz iktidarlarını oluşturabilmeleri için mevcut baskı rejimlerini yıkmalıdır. Emperyalizmin denetimi altında olan tüm Ortadoğu rejimleri yerine, bölgedeki halkların sosyalist federasyonunu oluşturmalıdır.

Her ne kadar, bölgedeki dört devlet, kendi aralarında birbirlerine rakip olsalar da, emperyalist düzeni farklı yöntemlerle savunmaktadırlar. Bu devletlerin baskıcı sistemine karşı, işçi sınıfının devrimci mücadelesinden başka hiçbir yol yoktur. Kürt halkının, baskı rejimlerine en çok hedef olduğu için, bu hâkimiyet sistemini parçalamaktan başka bir çıkış yolu yoktur. Kürt halkının tek seçeneği, yaşadığı devletler içinde yer alan işçi sınıfıyla birlikte, yerel burjuva ve emperyalist hâkimiyete karşı ve hatta şu anda kendilerini Kürtlerin yöneticileri olarak ileri süren, burjuva ve feodal önderliklere karşı da mücadele etmektir.

Bu yol ise, ancak ve ancak işçi hareketi temelleri üzerinde mücadele eden, devrimci işçi örgütlerinin inşa edilmesiyle olabilir. Kürt halkının ezilmesine neden olan bölünmüşlüğe son verecek tek yol, işçi sınıfının devrimci yoludur.

Son yıllarda, Ortadoğu'da yaşanan siyasi alt üst oluşlar şunu göstermiştir: Bu bölgede yaşanan sürekli kriz nedeniyle, işçi sınıfı ve halk kitleleri, çok kısa bir zamanda harekete geçebilirler. Bunu, İran ve Irak'ta ve bir yönüyle de Türkiye'de görebildik. Bu alt üst oluşların benzerleri, kaçınılmaz olarak yeniden yaşanacak. Çünkü bölgedeki iktidarların durumu, hiç de sağlam değildir. Yaşadıkları kriz çok derindir ve bu nedenle, gelişmelerin başka türlü olması beklenemez. Gerek Kürtler, gerek İranlılar, Iraklılar ve Türkler için esas sorun şudur: Hem proleter hem toplumsal bir devrimi savunacak, hem kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olan krizlerde, kitlelere çıkış yolu çizecek, hem de bu kriz ortamlarını kendi çıkarları için kullanabilecek milliyetçi önderlikler karşısında durabilecek, gerçek işçi militanların ve partilerin ortaya çıkıp çıkmayacağıdır.

Böyle bir siyaset, yani devrimci işçi siyaseti, hem mümkündür hem de mutlaka gereklidir. Eğer böyle bir siyaset oluşturulamazsa, eskiden yaşanan facialar, yeniden tekrarlanacak ve hatta daha da acı olarak tekrarlanacaktır.

(8.11.1996)