Kapitalizme ve sömürüye son verebilecek tek sınıf uluslararası işçi sınıfıdır

Yazdır
1 eylül 2012

Bu broşür, Fransa'da Troçkist bir parti olan Lutte Ouvriere'in Exposes Du Cercle Leon Trotsky isimli broşür dizisinin 124 numaralı Le prolétariat international, la seule classe capable de mettre fin au capitalisme et à l'exploitation isimli broşürünün çevirisidir.

Giriş

Son zamanlarda gözlerimiz Arap dünyasına çevrilmiş durumda. Bu ülkelerde kitlelerin birkaç hafta içinde ayaklanmasının, onlarca yıldır süregelen diktatörlükleri sarsması ve bir orman yangını gibi Tunus'tan Mısır'a, Libya'ya kadar yayıldığını görmek bizim gibi devrimcileri heyecanlandırdı.

Uzun zamandan beri görülmeyen bu başkaldırı dalgası, uluslararası bir devrimin mümkün olduğunu gösterdi. Bütün gücümüzle bu olayların yeni bir mücadele dönemine ve hatta bir devrim dönemine dönüşmesini diliyoruz.

Bu isyan dalgasında en çok göze batan, işçi sınıfının yokluğu. İşçi sınıfının yokluğu fiziki değildi. Tunus'daki ya da Mısır''ın Tahrir Meydanı'ndaki göstericilerin arasında, Libya'daki sokak çatışmalarında hiç kuşku yok ki işçiler vardı. Bu olaylarda işçi sınıfı fiziki olarak değil siyasi olarak yoktu. Hiçbir parti, hiçbir örgüt, işçi sınıfı için bir siyaset belirlemeye ve bu siyaseti yaymaya çalışmadı.

Günümüzde artık işçi sınıfının çıkarlarını temsil eden büyük partiler yok. Hatta işçi sınıfının, onlarca yıldır siyasi arenada görünmediğini, dünya çapındaki olaylarda ağırlığını koyamadığını da söyleyebiliriz. Ayrıca çok sayıda aydın, artık işçi sınıfının olmadığını bile ileri sürebiliyor.

Tüm bunlara rağmen, biz devrimci komünistler, işçi sınıfının, dün olduğu gibi bugün de kapitalizme karşı devrimi sürdürme gücüne sahip tek sınıf olduğunu, insanlığı baskıdan, şiddetten, sömürüden kurtarma yeteneğine sahip tek güç olduğunu görüyoruz.

Neden Marksistler, bu görevi sadece işçi sınıfının gerçekleştirebileceğine inanıyorlar? İşçi sınıfının bu tarihi rolünü neden oynayamadığı nasıl açıklanmalı? Ayrıca işçi sınıfı bugün, yeniden güçlenen bir güç mü yoksa çökmekte olan bir sınıfı mıdır?

İşçi sınıfının tarihi, işçi örgütlerinin tarihinden ayrı düşünülemez. İşçi sınıfı, sosyal bir sınıf olarak 19. yüzyıldan beri gelişmesini devamlı olarak sürdürüyor. Ancak çıkarları ve kurtuluş olanaklarıyla ilgili bilinci tarihsel sürecin akışı içinde farklılaşıyor.

Sınıf mücadelesi, işçi sınıfının doğuşundan beri, hiçbir zaman durmadı. Bazen şiddetli ve açık bir biçimde, bazen sessiz ve tamamıyla yer altından, bazen de baskı ve şiddete maruz kalanların insiyatifiyle devam etti. Ancak işçi sınıfının mücadelesi genellikle burjuvazinin saldırılarına karşı sürdürülen yenilgileri ve zaferleri içerir. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın bir kısmında, işçi sınıfının sayısal ve coğrafi olarak yaygınlaşmasına, işçileri bilinçlendirmeyi amaçlayan partilerin ve militanların ortaya çıkması ve gelişmesi eşlik etti. İşçi sınıfının maruz kaldığı yenilgiler Marx, Rosa Luxembourg, Lenin ya da Troçki tarafından; önder komünist devrimciler tarafından analiz edilip açıklandı. İşçi sınıfı, hatalarından dersler çıkarıp öğrenerek siyasi anlamda güçlendi.

1920'li yıllarda, sosyal demokratların ihanetinden ve Stalinizmin iktidar olmasının ardından gerileme başladı. İşçi hareketinin partileri, artık, emekçilerin siyasi bilinçlerinin yükseltimesi için çalışmamaya başladılar. Sosyal demokratların doğrudan burjuvaziye, Stalinistlerinse Sovyet bürokrasisine bağlı örgütleri güçlendirmesi, kapitalist düzenin dünya üzerinde varlığını sürdürmesinin temel faktörlerinden biri oldu. Bu partiler, daha ileriye götürmeye çalışmak yerine işçi mücadelelerini frenlediler. Emekçilere doğrulardan söz etmek yerine yalan söylediler, yenilgileri analiz edip anlamak yerine büyük zaferler gibi gösterdiler. Bu partilerin yürüttüğü işçi hareketi, aslında o zamandan beri, işçi sınıfına karşı mücadele ediyor. Bugün bizler bu partilerin bu hale dönüşümünün faturasını ödüyoruz.

İşçi hareketinin güçlü yükselişi

18. yüzyılın sonundan başlayarak, 19. yüzyıl boyunca yani Sanayi Devrimi'nin en başlarında, genç işçi sınıfı, kendisine dayatılan yaşam ve iş koşulları tarafından tamamen bunalmış, şaşkına dönmüş durumdaydı: İş aletlerine, makinelere, toprağa, hiçbir şeye sahip olmayan eski özgür köylüler, eski zanaatkârlar, fabrikaya girip çalışmakla, açlıktan ölmek arasında seçim yapmak zorunda kaldılar. Toplumun bu kesimi, yeni fabrikaları için el emeğine ihtiyacı olan yükselen burjuvazi tarafından mülksüzleştirildi. Hiçbir şeye sahip olmaması, hayatını devam ettirebilmek için iş gücünü, bir ücret karşılığında bir patrona sunmak zorunda olması işçi sınıfını tanımlar.

Böylece burjuvazi, millyonlarca kadını, erkeği ve çocuğu üretim araçlarına dönüştürdü. Bu insanların yaşamaları ya da ölmeleri, burjuvazi için hiçbir önem taşımıyordu: Bu emekçiler özgürdü. Onların saatleri, günleri ya da haftaları bir ücret karşılığında kiralanıyordu. Ölseler bile yerlerini alacak başkaları olacaktı. Antik çağlardaki köle sahipleri için köle bir maldı. Köle sahibi, satın aldığı bir köle için bir bedel ödediğinden, bu bedeli köleden çıkarmak istediği için belli ölçüde kölesini korumak zorundaydı. Kapitalist patron için ise durum böyle değil: Bir işçi ölse ya da sakatlansa bu durumun patrona hiçbir maliyeti olmaz. Engels, 1840'lı yılların başında, gördüğü sakat insan sayısı karşısında Manchester kentini tasvir ederken şöyle yazmıştı: "İnsan kendini, savaştan dönen bir ordunun ortasında yaşıyor hissine kapılıyor" ayrıca "İşçi dünyası için yaşamak, ölmemektir" diye de ekliyordu.

Bu işçiler, fabrikalarda işe girerek, hızla mutlak bir yoksulluğa gömüldüler. Köylülerin ya da zanaatkârların göreceli özgürlüğünden toplama kampı koşullarına geçtiler. Sanayi devriminin ilk yıllarında, bir bütün olarak işçilerin koşullarının kötüye gitmesi, işçi mücadelelerinin gelişmesini engelledi. Mücadeleler dağınık, rastgele ve sert ortaya çıkıyordu. İşçi sınıfının ilk mücadeleleri, sömürenlere karşı nefret; atölyelerin tahribi hatta bazen patronun öldürülmesi gibi olaylarla, kendini gösteriyordu. Bu öfke patlamaları, işçi sınıfının sanayi devrimi öncesi duruma geri dönme isteğini yansıtıyordu. Onlara göre makineleri kırmak, fabrikaları yakmak, onları mülksüzleştiren makinalaşmaya son vermeyi ümit etmekti. 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılda, insanlar henüz makinalaşmanın bir ilerleme olduğu fikrini, işçilerin bunu, yeni bir toplum kurmak için kendi yararlarına kullanabileceklerini dile getirmiyordu.

Ütopik sosyalizmden ilk mücadelelere

İlk sosyalist düşünceler aynı dönemde doğdu, ancak onlarca yıl sonra dönüşecekleri biçimlerden çok farklıydılar. İlk sosyalistler, karşılık beklemeden veren, insancıl ve iyiliksever burjuvalardı. İşçilerin korkunç koşullarından çok etkilenmişlerdi ve henüz, işçi sınıfının kurtuluşunu kendisinin sağlayacağını anlamamışlardı. Bu iyiliksever kişiler için işçi sınıfının sefaleti ancak yukarıdan aşağı, kültürlü ve zengin katmanlar tarafından çözülebilirdi. Bu sosyalistlerin en samimi olanları, bir yandan ideal toplumlar kurmak için projeler geliştirirken diğer yandan da zenginleri, bu projelere katılmaya ve mali olarak desteklemeleri için ikna etmeye çalışıyorlardı. Bunların hepsi, doğal olarak, boşunaydı. Örneğin Sosyalist Fourier'in, bütün hayatı boyunca her gün, Luxembourg Parkı'nda, gelecek topluma mali katkıda bulunacak bir milyonerin verdiği randevuya gelmesini beklediği biliniyor.

Marks'ın daha sonra "Ütopik Sosyalizm" olarak adlandırdığı bu harekete paralel olarak aynı zamanda, işçi sınıfının bilinci gelişmeye başlamış ve ilk militanlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Sınıf bilinci, işçi sınıfının varlık koşullarından doğdu. Burjuvazi emekçileri mülksüzleştirdi, onları tek başına kurtuluş olanaklarından bütünüyle yoksun bıraktı, az çok ataerkil olup çok eskiden beri meslek gruplarında usta ile çırak arasında süren eski toplumsal ilişkileri kırdı. Burjuvazi bunu yaparak, gerekli olan dayanışma bilincinin doğmasını sağladı. İşte bu dayanışma bilincinin aracılığıyla deneyimsiz işçi örgütleri ortaya çıktı. Bu örgütler, patronun herkese tek başına, asla vermeyeceği şeyleri elde etmek amacıyla birleşmeye çalıştı. 19. yüzyılın başından itibaren ilk dayanışma sandıkları böylece doğdu.

Aynı dönemde, amaçları sadece makinaları kırmak olmayan ilk mücadeleler gelişmeye başladı. Fransa'da ve İngiltere'de 1830'lu yıllarda, derinliği ve kitleselliğiyle çok daha farklı öneme, büyüklüğe sahip işçi mücadeleleri patladı. Böylece Lyon'daki ipek işçilerinin ayaklanması, 1832'de İngiltere'de Chartist Hareket, işçi sınıfı için siyasi haklar isteyen ilk örgütlü işçi hareketleri oldu. İşçi sınıfının doğuşundan Marksizmin doğuşuna kadar, kendilerini her şeyleriyle işçi sınıfının koşullarının iyileştirilmesine adayan, emekçilerin hizmetinde, aydın insanlar, ilk militanlar ortaya çıktı.

1848: Komünist Manifesto

1848 yılı, iki konuda, bu genel durumdan temel anlamda ayrıldı. Çünkü 1848, Marks ve Engels'in Komünist Manifesto'yu yayımlandığı ve işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak devrim sahnesine çıktığı yıldı.

İşçi sınıfının kurtuluşunun bir başka sınıf tarafından değil işçi sınıfının kendisi tarafından gerçekleştirileceği fikri, ilk kez, Komünist Manifesto'da ifade edildi. İşçi sınıfı, artık zavallı, kurban, acı çeken, kaderinin değişmesini sadece insancıl, yardımsever ve aydın kişiler tarafından gerçekleştirilmesini ümit eden bir sınıf olarak değil, daha bilinçli hareket eden ve bütün insanlığın geleceğini bağrında taşıyan, devrimci bir sınıf olarak ele alınıyordu.

Komünist Parti Manifestosunu yazdıkları sırada Marks 28, Engels ise 30 yaşında genç devrimcilerdi. Onlardan önce başka aydınlar da o ana kadar tarihin gördüğü en gösterişli allak bullak oluşun, en derin değişimin, yani Fransız Devrimi'nin üzerinde düşünmüşlerdi. Bu devrimin, soylularla burjuvazi olmak üzere iki sosyal sınıf arasındaki mücadelenin meyvesi olduğu sonucunu çıkarmışlardı. Marks, 1789 burjuva devrimindeki gibi kendi çağında hangi sınıfın devrimci rolü oynayabileceğini anlamaya çalıştı.

Marks gençliğinden beri ilk örgütlü işçi hareketlerinin militanlarıyla ilişki kurup görüşüyordu ve ütopik sosyalistlerin yazılarını yutarcasına okuyordu. Engels'e gelince, İngiliz işçi sınıfının içinde yaşamıştı ve bu sınıfın temsil ettiği sosyal gücün bilincine varmıştı. Sadece gözlerinin önündeki gerçeklere dayanarak değil aynı zamanda yaşadıkları toplumdaki farklı sosyal tabakaların konumlarını, evrimlerini ve rollerini anlamayı başararak devrimcilere bir program vermek amacıyla çalışma yürüttü.

Manifesto'nun temel fikirlerinden biri, gelişen tek sınıfın işçi sınıfı olduğu, diğer sosyal sınıfların kaçınılmaz olarak yok olmaya mahkum olduklarıydı. Kapitalizmin gelişimi, makinalaşma; zanaatkârları ve küçük patronları her geçen gün daha da fazla yıkıma götürüyor ve onları işçi sınıfının saflarına katılmaya zorluyordu. Bu zanaatkârlar ve küçük iş adamları, kuşkusuz Marks'ın zamanında, hala toplumda büyük oranda çoğunluğu teşkil ediyorlardı. Ancak bu sosyal tabakanın ne bir geleceği ne de topluma sunacağı bir bakış açısı vardı. Kapitalizme karşı mücadelesi ilerlemek için değil, gerilemek için yani büyük sanayinin gelişimini engellemeye çalışmak içindi. Bu ise kelimenin gerçek anlamıyla devrimci amaçlar için değil kendi çıkarları içindi.

Burjuva toplumun işçi sınıfına hiçbir şekilde bireysel kurtuluş olanağı vermemesi, işçi sınıfını devrimci bir sınıf yaptı. Zanaatçı veya küçük patron olan bir emekçi, sadece kendisinden daha zengin ve dolayısıyla da daha iyi donanımlı patronların rekabeti sonucunda iflas edip fabrikaya dönmekten başka bir şeyi ümit edemez. Emekçilerin, üretim araçlarının bir kısmının, makinaların veya fabrikaların bir bölümünün mülkiyetini bireysel olarak elde etmek için mücadele etmelerine gelince, açıkçası bu saçma ve hayal bile edilemeyecek bir fikir. Emekçilerin uzun vadede ortak mülkiyet için yani fabrikaların özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması için mücadele etmekten başka bir seçenekleri yoktur. 18. yüzyılın devrimci burjuvazisi ile işçi sınıfı arasındaki en büyük fark, bir yanda burjuvazinin yani önceki devrimde ayrıcalıklar elde eden ve bu ayrıcalıkları korumak için mücadele eden bir sınıf olması öte yanda ise işçi sınıfının hiçbir ayrıcalığı olmayan bir sınıf olmasıdır. Marks işçilerin kapitalist toplumda "kendilerine ait, kurtarıp koruyacakları hiçbir şeyleri yoktur ancak sömürü ilişkilerini tamamen yıkarak değiştirebilirler"diyordu. İşte bu fikir, işçi sınıfını insanlığın bugüne kadar asla görmediği kadar devrimci, kapitalistlere doğrudan karşı bir sınıf yapıyor.

İşçi sınıfı, kendisini, daha sanayi devriminin başlarından itibaren, aynı yaşam koşullarını paylaşan, giderek daha da büyüyen kentlerde yoğunlaşan bir sınıf olarak buldu. Çok büyük teknik ve kültürel karışım ortasında kentlere dağılmış olan emekçiler, sadece yaşam tarzlarını değiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Marks'ın dediği gibi "kırsal kesimdeki yaşamın aptallığından koparıldıktan" sonra düşünce tarzını da değiştirmiştir. Makinelerle karşı karşıya kalan ve modern yaşamın bütün gelişmeleri ile başa çıkmak zorunda olan kent emekçileri, köylülükten, daha duyarlı ve tepki veren yeni bir sömürülen tabakayı oluşturdu. Bu durumu 19. yüzyılın en büyük Fransız kapitalistlerinden biri olan Édouard Schneider, "...Öküzleri ve pulluğu ile çalışan kişi yavaş düşünür. Buhar ile çalışan adam daha hızlı düşünür ve hareket eder" diyerek ifade ediyordu. Bu ayrıca, devrimci fikirlerin işçi sınıfı içinde neden bu kadar hızlı yayıldığını ve onun nasıl bu kadar hızlı örgütlenip mücadeleye atıldığını da açıklar.

Kapitalistler tarafından işçilere dayatılan yaşam şartları, işçi sınıfının varlık koşullarını tümüyle allak bullak etti. Silezya demiryolu işçileri, 1844 yılında, bir mektupta durumu şöyle ifade ettiler: "(bu durum) bizim için bir avantaj. Buraya binlerce kişi olarak geldik, bir birimizi tanımayı öğrendik ve derneklere gidip gelişimiz bir çoğumuzun ufkunu genişletti, bilincini geliştirdi. Aramızda geleneksel fikirlere inanan hiç kimse kalmadı. Kendi kendimize çok mütevazı bir biçimde evde bile düşünmeye cesaret edemediklerimizi şimdi yüksek sesle söyleyebiliyoruz: Zenginlerin yaşamasını biz sağlıyoruz. Bizler istersek, eğer çalışmayı istemezlerse açlıktan ölürler."

"Zenginlerin yaşamasını biz sağlıyoruz." Bu mektupta böylesine sade bir biçimde ifade edilen bu fikir, bu algılama gücü, daha sonra Marks tarafından bilimsel olarak ifade edildi. Marks'ın temel katkılarından biri, kapitalist sistemde işçi sınıfının, hangi nedenle toplumun zenginliklerini üreten sosyal sınıf olduğunu anlamak oldu. Marks, burjuvazi tarafından yayılan her şeyin mükemmel olduğu fikrini yıktı. Bu mükemmellik fikrine göre emekçiler, emeklerinin karşılığında ücret biçiminde adil bir tazminat alıyorlardı. Eğer ücretler para olarak emekçilerin ürettiklerine gerçekten eşit olsaydı, burjuvazi nasıl zenginleşebilirdi? Aslında emekçiler ücret olarak, ürettiği zenginliğin sadece bir kısmının karşılığını alır. Marks'ın artı değer olarak ifade ettiği diğer bölüm ise kapitalistler tarafından cebe indirilir. Bu artı değerin bir kısmı daha sonra yatırım ya da vergi biçiminde toplum içinde dolaşacak ve büyük ölçüde daha genel olarak, bütün toplumun işleyişini finanse edecektir.

Marks'ın bu keşfi, işçi sınıfının, zenginlikleri yarattığı için bütün olarak, kapitalist toplumunun dayandığı sınıf olduğunu ortaya koydu. Elbette her zaman, hatta Antik çağlarda bile el emeğine dayanan emekçiler ve hatta ücretliler vardı. Ancak o dönemlerin, Sanayi Devrimi sonrası modern çağdan farkı, o dönemlerde sistemin temelinin işçi sınıfının emeğine dayanmıyor olmasıydı. Milyonlarca kadın ve erkekten oluşan işçi sınıfının yaşamak için sadece emek gücü var ve sonuç olarak da kapitalizmin tüm sosyal yapısı bu sınıfa dayanıyor.

Marks, Komünist Manifesto'dan itibaren işçi sınıfının potansiyel olarak devrimci bir sınıf olduğunu öngördüyse de onun otomatik olarak devrimci bir sınıfa dönüşeceğini hiçbir zaman düşünmedi. Onun devrimci bir sınıf olabilmesi için, bilince, fikre, teoriye ihtiyacı vardı. Ancak sınıfının bilince sahip olan işçi sınıfı "bir güç oluşturmak" üzere gelişebilir.

Ancak fikirlerin var olması, yaşaması gerekiyor. Bu ise etiyle kemiğiyle var olan militanlar tarafından gerçekleştirebilir. Sözünü ettiğimiz metnin Komünist Parti Manifestosu olduğunu hatırlatalım. Marks, daha bu dönemden itibaren, işçi sınıfının devrimci bir sınıfa dönüşebilmesi için bir bilince sahip olması gerektiğini ve bu bilincin ise ancak bir parti aracılığıyla ifade edilebileceğine derin bir biçimde ikna olmuştu. Marks ve Engels, işçi sınıfının oynadığı rolü, Komünist Manifesto'da bir cümleyle ifade ediyorlardı: "Komünistler, işçi sınıfının çıkarları ve acil amaçları için mücadele ederler ama aynı zamanda hareketin geleceğini de temsil edip savunurlar". Bu cümle, komünistlerin militanlık görüşlerini tümünü özetler. Marks'ta güncel program ile yarının programı ve acil taleplerle işçi sınıfının tarihi çıkarları arasında bir kopukluk yoktur. Biri, diğeri olmadan olamaz. Bir komünist militan, her gün, işçi sınıfının en küçük maddi hakkı, en ufak bir ücret artışı, çalışma koşullarının en düşük düzeyde bile iyileştirilmesi için mücadele etmesi gerektiği fikrini savunur. Ancak aynı zamanda da işçi sınıfının kurtuluşunun kapitalistlerin mülksüzleştirilmesiyle gerçekleşebileceği ve sadece işçi sınıfının kendisinin bunu yapabileceği fikrini savunur. Günlük çıkarlar için mücadele, tarihi çıkarlar konusundaki bilinci besler. Bu nedenle bir komünist bu iki yönü birbirinden ayıramaz.

Komünizmin ilkeleri, Komünist Manifesto'da açık açık ifade edilir: "Toplumu dönüştürebilecek ve sömürüyü ortadan kaldırabilecek tek sınıf işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının bunu yapması için sınıf bilincine sahip olması gerekir. Parti, bu bilincin hem koşulu hem de sonucudur. Militanlar, onlarca yıldır, bu fikri işçi sınıfına kabul ettirme görevini canla başla, kararlı bir biçimde üstlendiler. İşçi sınıfı içinden çıkacak olan binlerce isyancı, onlarca yıl, bu militanlarla karşılaşma ve onlardan etkilenme olanağına sahip olacaklar."

... ve devrim!

Komünist Manifesto'nun 1848'de yayınlanması bir rastlantı değil. Komünist Manifesto'daki fikirler, emekçilerin kafalarında yeşermeye başlayan fikirleri siyasi olarak ifade ediyordu. Çünkü 1848, bütün Avrupa'yı saran bir devrim yılı ve burjuvazi ile işçi sınıfının derin bir biçimde birbirinden koptukları bir yıl oldu. Özellikle Fransa'daki olaylar, o tarihten itibaren tekrarlanan hatta günümüzde de hala kendini gösteren berlirli bir tarihin ilk bölümünü oluşturdu: 1848'in Şubat ayında bir ayaklanma patlak verdi. Ayaklanma, ilk başta "kutsal ittifakın" bayrağını taşıdı. Bu bayrak altında, işçiler, burjuvazinin bir kısmıyla ve küçük burjuvaziyle bir araya gelmişti. Ancak kısa sürede, 3 gün içinde, kral devrildi ve cumhuriyet ilan edildi. Devrimden sonra burjuvazinin işçi sınıfından istediği tek şey işlerinin başına dönmeleri ve daha önemlisi de artık siyasete karışmamalarıydı.

Şair Lamartine'in dediği gibi, yeni hükümetin şefi, "halkın üzerine göz kamaştırıcı cumhuriyet sözcüğünü atmıştı". Ancak bu cumhuriyet sözcüğüyle "halkın" ne gözleri kamaşmış ne de cumhuriyetçilerin, "bütün sınıflar için evrensel kardeşlik" üzerine yaptıkları nutuklara kanmıştı. İşçiler, 1848 Şubat'ını izleyen aylarda, cumhuriyetin aynı zamanda ekmek ve iş olanaklarını da içermesini istediler. Şubat'ta kurulan hükümet, işçilerin yoksulluğu konusunda yetersiz kalınca, işçiler, haziranda tekrar sokağa döküldü. Bu ayaklanmada, ilk defa, kendi çıkarları için ve burjuvazinin tüm eğilimlerine karşı savaşan bir sınıf vardı sokaklarda. 23 Haziran 1848'de barikatların arkasında 7 bin işçi toplandı. Bu işçilerin karşısında ise ateş etmeye hazır bir ordu vardı. Cumhuriyetçi Arago, bir konuşma yapmak, bütün bunların bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu, işçilerin de cumhuriyeti savunmaları gerektiğini işçilere anlatmak üzere barikatların üstüne çıktı. Barikatlardaki işçilerden biri şöyle haykırdı: "Arago Bey, siz hiçbir zaman aç kalmadınız ki." Bu sözle birlikte ateş başladı.

1848 Haziran ayaklanması, burjuvazi tarafından vahşice bastırıldı. Paris'teki çatışmalar bir hafta sürdü ve 3 bin kişi öldü. Katliamın büyüklüğü bile, Marks'ın Komünist Manifesto'da yazdığı gibi "zincirlerinden başka kaybedecek hiçbirşeyleri olmayan" bu yeni sosyal sınıfın yaratabileceği tehlikeyi burjuvazinin ne kadar iyi anlamış olduğunu gösteriyordu. Burjuvazi, Paris'te işçileri kurşuna dizdirirken, bir an için işçi sınıfına dayanmayı isteyen Avrupa'nın diğer ülkelerindeki liberal burjuvazi korktu. Liberal burjuvazi, iHaut du formulaire

itaatkar, uysal piyade askeri rolü oynamaya giderek daha isteksiz olan işçi sınıfına dayanmak yerine, var olan rejimlerle uzlaşma yoluna gitmeyi tercih etti.

Devrimcilerin en bilinçli olanları, 1848 olaylarından itibaren, burjuvazi ile işçi sınıfının temel çıkarlarının tamamen birbirine karşıt olduğunu, toplumun, sınıfların birliğiyle değil aksine sınıf mücadelesi ile değişeceğini anladılar. İşçi sınıfının artık bağımsız partilerde siyasi olarak örgütlenmesi için mücadele etmesi gerekliydi.

İşçi partilerinin kurulması

Bu olayları izleyen yarım asırda işçi partileri kuruldu. Rus Devrimi'ne kadar süren bütün bu tarihi dönem boyunca, işçi sınıfının sayısal olarak güçlü bir şekilde artışını, onun örgütlerinin gelişmesi, emekçi ya da aydın binlerce militanın harekete katılması izledi. Bütün bu devrimci militanlar, bir gün filizleneceğini görme şansını elde etmek için devrimci fikirlerin tohumlarını işçi sınıfına serpmek gerektiğine ikna olmuşlardı.

1848'deki devrimin işçi sınıfında yol açtığı gerileme, kapitalistler için ekonomik gelişmeyi ve refah dönemini, işçi sınıfı içinse örgütlenme ve fikirlerde bir gerilemeyi beraberinde getirdi. Devrim yenildiği için diğer sosyal tabakalara ve başka yöntemlere başvurmak gerekmiyor muydu? Bu yıllar, devrimci militanlarla diğer bütün akımlar arasında şiddetli ve yoğun fikir çatışmalarının yaşandığı yıllar oldu. Bu fikir savaşı, bir taraftan sınırlı sayıda Marksistlerle, diğer taraftan işçi partilerinin yararlı olacağına inanmayan Anarşistleri, büyük sanayiye karşı zanaatkârlığın yeniden yaygınlaşmasını isteyen ve grevleri reddeden Proudhoncuları ve işçi sınıfının yenilgisine bağlı olarak işçi kitlelerinin eylemlerinin yerine anarşist bombalamaların geçirilmesi gerektiğini düşünen Bakunin taraftarlarını karşı karşıya getirdi. Bazı akımlar, devrimin işçiler tarafından değil köylüler tarafından yapılacağını ümit ediyorlardı.

Köylülerin parçalanmış ve değişik tabakaların bir araya gelmesiyle oluştuğunu, her üyesinin diğerlerinden daha yalıtılmış biçimde yaşadığını, kentlerin işçi sınıfına kazandırdığı yoğunluğun sağladığı homojenliğe asla sahip olamayacaklarını anlamıyorlardı. Her şeyden önce, yoksul köylülerin devrimci işçi sınıfı tarafından yönetilmezlerse bir parça toprak elde etmekten başka bir amaçlarının olmadığını, başka bir değişle de sadece burjuva bir program uygulayabileceklerini, özel mülkiyete saldırmaktansa onu güçlendireceklerini kavrayamıyorlardı.

19. yüzyılın bütün bir ikinci yarısı boyunca, sonuç olarak ekonomik gelişmenin kendisi ve işçi sınıfının mücadeleciliğinin boyutları bu tartışmaların içeriğini kesin bir biçimde belirledi.

Ekonomik gelişme belirleyiciydi çünkü bu dönemde sanayide çalışan işçi sınıfı sayısal (niceliksel) ve sınıf bilinci (niteliksel) yönlerden gelişti. Marks'ın Komünist Manifesto'yu yazdığı dönemde, büyük fabrikalarda çalışan işçiler azınlıktaydı ve emekçilerin büyük bir bölümü hala zanaatkâr, makinacı, marangoz, matbaa dizgisi gibi işlerde çalışıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında, fabrikalarda çalışan işçilerin sayısının artmasıyla bu zanaatkârların iflas süreci hızlandı. Kapitalizm uygun adım ilerliyor, gelişiyor, korkunç büyüklükte kentleri ve devasa fabrikaları ortaya çıkarıyordu. İşçiler, yıllar geçtikçe grevler aracılığıyla, ortak güçlerini keşfettiler. Ayrıca mücadelelerini birleştirmek ve patronların grevleri kırmak amacıyla yabancı ülkelerden işçi almalarını önlemek için 1864'de Birinci Enternasyonal kuruldu.

Eugène Varlin'ın yaşamı, başlangıçta çok uzak olduğu sosyalist fikirleri, hem işçi sınıfının, hem de işçi örgütlerinin etkinliklerinin artmasıyla, mücadele sürecinin nasıl benimsendiğini gösteriyor. Eugène Varlin, 1853 yılında 14 yaşında, ciltçiliği öğrenmek üzere, köyünden Paris'e geldi. O, yaşam koşulları nedeniyle sosyalizmden başka fikirlere yönelen genç işçilerin tipik örneğiydi. Varlin, ciltçi zanaatçılar topluluğu içinde yaşıyordu. Önce yok olmakta olan küçük zanaatların yeniden kurulmasını ve usta ile çırak arasında ataerkil ilişkilere yeniden dönülmesi fikrini yani Proudhon'un savunduğu fikirleri benimsedi. Ancak 1864'deki ilk grev, onun, sınıf mücadelesini keşfetmesini sağladı. Varlin komünist değildi ancak militan bir işçiydi. Yoldaşlarından biri, onu, şöyle tanımlıyordu: "Gece çalışıp ekmeğini kazandıktan sonra büyük kentin bir ucundan diğer ucuna koşarak şu ya da bu yoldaşı veya grubu bir atölyenin çıkışında, ucuz bir lokantada, süt ürünleri satan bir mağazada yakalıyordu. Onları dinliyor, aydınlatıyor, onları harekete çekmeye çalışıyor, en isyankarlarını işçi örgütlerine katılmaya ve bu örgütlere yardım etmeye ikna ediyordu."

Varlin 1865 yılında, Birinci Enternasyonal'e katıldı ve burada Marksist militanlarla karşılaştı. Bütün grevlere katıldı. Fransız işçi sınıfısının mücadeleciliği aynı zamanda da Enternasyonal'deki yoldaşlarıyla yaptığı çetin tartışmalar, onu eski fikirlerinden uzaklaştırdı. Bir yıl cezaevinde kaldıktan sonra küçük patronlarla işçiler arasında yapılacak işbirliğine güvenmek yerine, kapitalist toplumun yıkılması gerektiğine tamamıyle ikna oldu.

1871: Paris Komünü

Birkaç yıl sonra 1871'de, işçi hareketi tarihte yeni bir dönem yaratacak olan olağanüstü bir olay gerçekleştirdi: Paris Komünü. Komün sırasında, işçiler iktidarı aldılar ve kendileri tarafından denetlenen yeni bir devlet biçimini kurabileceklerini gösterdiler. Birkaç yıl içinde epeyce yol katettiler. 19. yüzyılın başındaki sömürüyle ezilip yıpranmış işçi sınıfı, toplumun işleyişini ve sömürü mekanizmasını anlamasını sağlayan bir teoriyi sahiplenmişti. İşçi sınıfının saflarından, iktidarı almak için burjuvaziye kafa tutma cesaretine sahip militanlar çıktı. Hatta burjuva toplumunun siyasi kalıntılarını birkaç günde silip süpürerek, devletle dinin bir birinden ayrılmasını dayatarak, seçilenlerin yerlerinden alınabilmesini yürürlüğe koyarak ve çocuklar için zorunlu eğitimi getirerek, bu iktidarı doğrudan kendisi uyguladı.

Varlin -ve onun gibi kim bilir kaç kişi Komün'e inandı. Bu ayaklanmanın başka ayaklanmalara yol açacağını düşünen burjuvazinin Komün'ü ezmek için başvurduğu şiddet, Komün'den ne kadar çok korkuttuğunun göstergesiydi. Patron ile işçi arasında işbirliği olabileceği fikrinin eski savunucularından olan Varlin, tutuklanıp öldürülüşünden bir gün önce bir yoldaşına şöyle diyordu: "Evet bizleri canlı canlı doğrayacaklar. Ölülerimizi çamurlarda sürükleyecekler. Ancak tarih her şeyi açık bir biçimde ortaya koyacak, aydınlatacak." Bir papaz tarafından ihbar edilen Varlin, burjuvazinin askerlerinin dipçik darbeleriyle öldürüldü. İşçi sınıfının hizmetinde geçen militan bir yaşamdan sonra geriye kalan cesedinden, sahip olduğu tek şey olan kol saatini çaldılar.

Komün, işçi hareketinin bütün Varlinlerine, işçi sınıfının, sadece üreten bir sınıf değil aynı zamanda yönetebilecek bir sınıf olduğunu da ispatladı. Marx, onda yaratıcılık ve özveri açısından sınırsız bir kapasite görmekle yanılmamıştı.

Komün'ün 40 bin ölüsü gömüldükten ve bu korkunç katliam sindirildikten sonra, işçi hareketi bir defa daha yeni bir güçle ileri atıldı.

Sosyal demokrasinin doruk noktasından ihanetine

Paris Komünü'nden birkaç yıl sonra, 1889'da, Birinci Enternasyonal'den daha fazla yayılan İkinci Enternasyonal kuruldu. İşçi sınıfı bu andan itibaren, sosyal alanda olduğu kadar siyasi alanda da ağırlığını koyacaktı.

Sosyal alanda ağırlığını koyuyordu. Çünkü kapitalizm büyük sanayiyi geliştirmeye ve aynı zamanda da tüm dünya üzerinde yayılmaya, kök salmaya devam ediyordu. Burjuvazi zanatkarlara karşı sürdürdüğü mücadeleyi kesin olarak kazanmıştı. Tekstilden sonra demiryolları, 19. yüzyılın sonlarına doğru da otomobil sanayisi gelişti. Zanaatkâr etkinlikler, 20. yüzyılın ilk yıllarında, şaşılacak bir hızla sanayileşti. Bu duruma en iyi örnek, 1898'de Boulogne-Billancourt'da 6 makinacı istihdam eden küçük bir işletmedir. Bu 6 makineciden her biri, 6 ayda 1 otomobil üretiyordu. Dört yıl sonra Renault'nun 500 işçisi vardı ve 6 altı ayda 500 araba üretiyordu. 1935'de bu sayı 33 bine yükseldi. Kapitalizm, Polonya'dan Balkanlar'a kadar fabrikalar kurarak Doğu Avrupa'yı, daha sonra da yüzyılın çalkantıları içinde feodalizmden yeni çıkmış olan engin Rusya'yı fethetmeye çıktı. Kapitalizmle aynı zamanda sömürgecilik de gelişti. Özellikle Afrika'da ve Asya'da milyonlarca köylüyü ve zanaatkârı, demiryolu yapımında, madenlerde çalışan işçilere, gemi, liman işçilerine ve büyük tarım işletmelerinde kakao ve kauçuk üreten tarım işçilerine dönüştürdü. Bu işçilerin çalışma koşulları, günümüzde bu ülkelerdeki fabrika işçilerinin çalışma koşullarından farklıydı. Çünkü sanayinin temeli büyük şehirlerde yoğunlaşmıştı. Ancak daha o dönemde emekçi olmuşlardı.

İşçi sınıfı 19. yüzyılın ortasında çok açık bir biçimde geleceğin sınıfı olarak beliriyordu. İşçi hareketi o dönemde, çalışma saatinin azaltılması, dini ve Yahudi karşıtı önyargılara karşı, kadın hakları, halkın eğitilmesi, emekçiler arasında uluslararası birliğin kurulması ve savaşa karşı mücadele gibi ilerici fikirleri savunuyordu. O dönemin militanları, kapitalizmin gelişmesinin, işçi sınıfına her gün yeni kitleler eklediğinin bilincinde olarak, insanları bu mücadeleye kazamak ve eğitmek için tükenmez bir enerji sarf ediyorlardı. Emekçilerle buluşmak, onları örgütlemek üzere taşraların en ücra köşelerine, İsveç'in kuzeyindeki köylülerden Amerika'nın vahşi batısındaki ormancılara kadar gidiyorlar, bazen taşlanıyor, bazen linç ediliyorlardı ama genellikle yeni militanlar kazanıyorlardı.

İşçi hareketi, 1880 ve 1914 yılları arasında, hiçbir zaman olmadığı kadar savaşçı ve örgütlüydü ve bunun karşılığı olarak birçok zafer kazandı. Patronlardan en iyi ücretleri, en iyi yaşam koşullarını koparıp aldı. İşçileri, burjuvazinin kutsal yeri olan meclise soktu. Bütün burjuva toplumlarına devrim korkusunu saldı. Burjuvaziyi uzlaşmaya zorladı. Sonuçta burjuvazi, toplumda ve militanlar arasında çeşitli yanılgıları yaymaya çalıştı. Birçok militan, burjuvazinin kalelerini yıkmanın, ondan tavizler koparmanın etkisiyle, toplumu değiştirmek için belki de devrim yapmanın gerekli olmadığı düşüncesine kapıldı. Burjuvazinin bütün kalelerini, günlük mücadelelerle bir biri ardına yıkmanın olanaklı olabileceğini düşündüler. Hatta 20. yüzyılın başında, işçi hareketinin başarısının sonunda, işçi sınıfının bağrında, reformist yanılgı, yani dünyayı devrim yapmadan değiştirme düşüncesi doğdu.

Hareketin barışçıl geleceğine aşırı güven duyan bazı sosyalistler tarafından açıkça ortaya konan basit bir sapma, birkaç yıl içinde kangrene dönüştü ve sosyalist hareketin bütün yönetimine bulaştı. Bu sapma, burjuvazinin emperyalist burjuvaziye dönüştüğü, sömürgeleri aracılığıyla zenginleştiği, büyük şehirlerdeki emekçilere her zamankinden biraz daha fazla pay verip işçi aristokrasisini yarattığı dönemde yaygınlaştı. Bir yüzyıl önce, fabrikada çalışan çocukların ücretleri komik düzeydeyken reformizm düşüncesi gelişemezdi. 20. yüzyılın başında, gelişmiş zengin ülkelerin işçi sınıfı açlık yaşamıyordu. Uygun koşullardaki konutlarda kalıyorlardı. Böylece de bu yanılsama yeşerecek bir zemin bulabilirdi.

20. yüzyılın başındaki büyük sosyalist partiler öylesine gelişmişlerdi ki yüzlerce milletvekilleri, memur, avukat, gazeteci, devrimci olduğu için değil kendilerine sosyal bir istikrar sağladığı için harekete katıldılar. 1880'li yıllardaki sosyalist işçi militanlarla, Birinci Dünya Savaşı'nın arifesindeki sosyalist milletvekilleri arasında dünya kadar fark vardı. Bir tarihçi şöyle yazıyordu: "Bir militan, yaşamak için gerekli olandan nadiren fazlasına, genellikle de çok azına sahipti. Her gün, güneşin doğuşundan batışına kadar çalışıyordu. Propoganda ve ajitasyona adadığı her saat, zaten yetersiz olan uykusundan bir saat çalıyordu, merkezi ya da yerel iktidarlar onu sürekli olarak hapishaneyle veya zorunlu çalışmayla, işsizlikle, sömürgelere göndermekle tehdit ediyorlardı." "Sosyalist milletvekili", "sosyalist avukat", "sosyalist gazeteci" gibi meşhur kişilere dönüşebiliyorlardı ve parti için değil parti sayesinde yaşıyorlardı. Konumlarını koruyabilmek için fikirlerini ve sınıflarını feda etmeye hazırdılar. 1914 yılında, kapitalizm dünyayı savaşa soktuğunda, uluslararası sosyalist hareketin yöneticilerinden birçoğu yerlerini korumayı seçip burjuvaziyle çatışmayı reddetti. İşçi sınıfını, kuzuyu kasaba gönderirir gibi, cepheye göndererek burjuvaziye yardım ettiler. Sosyalistlerin bu ihanetleri son değildi. Kısa bir süre sonra burjuva hükümete bakan olarak giren sosyalistler, özellikle Almanya'da, savaşın ardından doğan devrimin ezilip yok edilmesi görevini üstlendiler.

Bu ihanet, devrimci işçi hareketinin gelişmesini durdurdu. Emekçiler kendi saflarındakilerin ihanetine uğramıştı. Sosyalistler, emekçilerin doğal düşmanları değillerdi. Sınıf düşmanları, emekçilere bir darbe vurmuştu ve gerçekte emekçileri savunması ve temsil etmesi gereken sosyalistler de aynı darbeyi vurmuşlardı. Eğer militanlardan oluşan küçük bir çekirdek, o dönemde, enternasyonalin bayrağını dalgalandırmaya devam etmiş olmasaydı, Rusya'da bir işçi partisi olmasaydı, belki de bugün, bu konuları tartışamayacaktık.

1917 Rus Devrimi

Neyse ki tarihin evrimi böyle olmadı. Çünkü savaşın korkunçluğu işçilerin mücadeleciliğini yeniden arttırdığında, Rusya'da emekçilere hedef göstermek ve onları, iktidarın alınmasına kadar götürmek üzere mücadele eden devrimci militanlar vardı. Bu devrimci militanlar, o ana kadar hiçbir zaman gerçekleşmemiş olanları yapma cesaretine sahiptiler. Gerçek bir devrimci partinin rehberlik ettiği kararlı ve silahlı bir işçi sınıfı söz konusu olduğunda Blanqui'nin "engellerin, karşı direnişlerin, olanaksızlıkların, hepsi yok olur" diye yazdığı gibi tüm engeller yok oldu.

Eğer Paris Komünü'nü "gök gürültüsü"ne benzetirsk, Rusya'daki 1917 Ekim Devrimi'ni "fırtına"ya benzetmek gerekir. İşçi sınıfı bilinçli bir biçimde, sadece bir şehirde değil, dünyadaki toprakların altıda birini oluşturan bir ülkede, üstelik de nüfusunun %90'ının köylü olduğu, işçilerin büyük ölçüde sayıca azınlıkta olduğu bir ülkede, Rusya'da, iktidarı ele geçirdi. Rus devrimi, bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfının, sayıca azınlıkta bile olsa, küçük burjuvazi ve köylülük de dahil, toplumun diğer bütün ezilen tabakalarını peşinden sürükleyeceğinin somut göstergesi oldu.

Rus devrimi, işçi hareketinin1848'de başlayan yükselişinin doruk noktası oldu. İşçi sınıfının, geleceğin devrimci sınıfı olduğu fikrini güçlendirdi. Rus devrimi, kendinden önce ve sonra yapılan hiçbir devrime benzemiyordu. Çünkü bu devrim, sadece kanlı bir zalimi, bir tiranı devirmekle yetinmedi aynı zamanda, 1848 Haziran Devrimi'nin başaramadığı bir şeyi başardı ve tirandan sonra iktidara gelen burjuva cumhuriyetçilerini de devirdi. Ülkenin yönetiminin başına silahlı işçileri yerleştirdi ve onların yönetimleri altında, toplumu, üretim araçlarının özel mülkiyetinden farklı bir biçimde, tamamıyle baştan şekillendirmeye girişti.

İlk günden itibaren, tüm dünyadaki emekçileri kazanma, bir dünya devrimine dönüşme ve dünyanın her köşesinde kapitalizmin kökünü kazıma amacı güttü.

O, yeni bir Enternasyonal'i, gerçek uluslararası devrimci partiyi yarattı. Yöneticileri, sosyal demokrasinin iflasını incelediler, dünyanın bütün emekçilerine umut verip hedef göstererek devrimci partiler inşa etmek için yeni yollar gösterdiler.

Burjuvazinin sadece devrim karşısındaki tepkisi bile, bu devrimin diğer bütün devrimlerden ne kadar farklı ve ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Burjuvazi, tarihin hiç bir döneminde bir devrimi ezmek için bu kadar çok enerji sarfetmedi. Hiçbir devrimden bu kadar nefret etmedi. Birinci Dünya Savaşı'na katılan bütün devletlerin, Rus Devrimi'ni ezmeye çalışmak için birden bire uzlaşmalarının nedeni, bu devrimin bir işçi devrimi olması ve tarihte ilk kez, işçiler tarafından yönetilen bir devletin kurulmasıydı. Burjuvazi, gelecekteki kurtuluşunun ve refahının bu devleti yok etmeye bağlı olduğunu biliyordu.

Bugün burjuvazinin bu görevi kısmen başardığını biliyoruz. Genç Sovyet devletine karşı sürdürülen savaş, ayaklanan halkları ezerek Rus Devrimi'ni tamamen yalnız bırakması, bütün bunlar, genç işçi devletini sefalete sürükledi. Bu sefalet, işçi sınıfına karşı zor kullanan bir yönetici kastın, Stalin tarafından yönlendirilen bürokrasinin, ortaya çıkması için bir zemin oluşturdu.

Bu broşürde ne bu bürokrasinin ortaya çıkışını, ne de buna izin veren süreci inceleyeceğiz. Ancak, 1917 ve 1920 yılları arasında işçi sınıfı tarafından uluslararası çapta yürütülen büyük saldırının başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilir. İşçi sınıfı, özellikle Almanya, Finlandiya ve Macaristan olmak üzere, onlarca ülkede, gerçek devrimlere ulaşacak düzeyde mücadelelere girişti. İnsanlık, o güne kadar, işçi devriminin sesini hiç bu kadar yakından duymamıştı. Rusya dışında hiçbir ülkede, işçi sınıfının, kendisine rehberlik edecek, Bolşevik Parti ile kıyaslanabilecek bir partisi olmadı. Böylece devrimin Rusya'dan başka bir ülkeye yayılması başarısızlığa uğradı. İşçi sınıfının bu tarihi yenilgisinden sonra burjuvazi tekrar saldırıya geçti ve bugün bu saldırının sonuçlarını hala ödüyoruz.

İşçi hareketinin düşmanı Stalinizm

Stalinizm, işçi hareketine hakim olduğu andan itibaren, işçi sınıfının siyasi durumu köklü bir biçimde değişti.

İşçi sınıfının tüm dünyada gelişimi, toplumdaki ağırlığının artışı durmadığı gibi aksine daha da gelişti ve farklılaştı. Değişen, kendilerini işçi sınıfının partisi olduğunu iddia eden partilerin, yavaş yavaş işçi sınıfının kurutuluşu için mücadele etmeyi bırakmalarıydı. Komünist Manifesto'dan beri, sadece, devrimci bir partinin işçi sınıfı içinde kök salması gerektiği değil aynı zamanda da bu partinin çıkarlarının, işçi sınıfının genelinin çıkarlarından farklı olmaması gerektiği fikri de gelişti. Sosyal demokrasinin yozlaşması, daha sonra Stalinizmin gelişmesi, sosyal yapılanları bakımından kuşkusuz işçilerden oluşan ama bundan böyle çıkarları, işçi sınıfının çıkarlarından farklılaşan partilerin doğmasına yol açtı. Daha da kötüsü, bu partiler, işçi sınıfını diğer sosyal sınıf ve tabakaların çıkarlarına hizmet etmede kullanmaya hazırdılar.

19. yüzyılın militanları, hataları, yanlışları ne olursa olsun, işçi sınıfından gelen işçi militanlardı. 20. yüzyılın başındaki ilk reformistlerin birçoğu samimi militanlardı. İşçi hareketinin ve kapitalizmin gelişmesi, sosyalizme belki de barışçıl yoldan geçişin mümkün olabileceğine ikna olmalarını sağlayarak, ilk reformistleri yollarından saptırmıştı.

Sosyal demokrasinin yöneticileri, 1914'ten, Stalinizmin hakimiyetinden itibaren tamamen bambaşka bir yapıya büründüler. Sosyal demokrasi, savaş ilan edildiği zaman, bütün silahları ve birikimleriyle burjuvazinin saflarına geçti. Sosyal demokrat yöneticiler, 1917'den sonra, hala Rus Devrimi'ni takip ederek onun yanında yer alabilirlerdi. Ancak Fransa'da Leon Blum'un yaptığı gibi, bunu yapmadılar. Bunun yerine burjuvazinin saflarına geçmeyi seçtiler. Grevleri bastırarak, sömürge savaşlarını devam ettirerek, devrimci işçi hareketiyle gerekirse silahla mücadele ederek, hızla burjuva düzeninin sadık hizmetkarlarına dönüştüler.

Karşı devrimci bir akım

Stalinizm, sonuç olarak daha da zararlı bir rol oynadı. Görünüşte devrimci bir geleneğin ardına saklanarak, bu geleneği miras aldığını iddia ederek ona ihanet etti.

1930'lu yıllardan itibaren işçi sınıfının saflarından gelen birçok militan, karşısında, onları kazanmak, eğitmek, mücadeleye katmak üzere sadece Stalin yanlılarını buldu. Yani kızıl bayrağın ve orak çekicin ardında, Sovyetler Birliği'nin her koşulda savunulması adına aslında Stalin'i, onun siyasetini ve onun bürokratik kastını savunan yöneticileri. Sovyet bürokrasisi, dünya devrimi başarısızlığa uğradığı için iktidarda kalabildiğini gayet iyi biliyordu. Ancak eğer dünya devriminin ateşi başka bir yerde yeniden yanarsa ne olacaktı? Ateşi yeniden tutuşturmak ve Stalin ile onun kliğini silip süpürmek üzere Rus işçi sınıfında küçük bir kıvılcım yaratmayacak mıydı?

İşte bu korku Stalin'i, devrimci hareketin bütün dünyada yeniden canlanma tehlikesine karşı savaşmaya itti. Stalin yanlıları giderek Komünist Enternasyonal'in devrimci fikirlerini farklı fikirlerle değiştirdiler. Militanlarına, kitlelerin yolunu nihai belirleyici savaştan çevirmek için, sahtekarlık, yalan ve şiddet kullanmayı öğrettiler. Onlarca yıl boyunca, işçi sınıfının bağrında doğacak yeni militanların, kendi fikirlerinden farklı fikirlerle karşılaşmalarına olanak tanımadılar ve kendilerinden daha solda hiçbir muhalefete müsamaha göstermediler. Gözdağı, dayak ve hatta cinayet de dahil bütün yöntemleri kullandılar. Troçkist militanlar, Fransa'da, Amerika Birleşik Devletleri'nde ve İtalya'da sistemli bir biçimde dövüldüler. Troçkistler, İspanya'da, daha sonra da Hindiçin'de katledildiler. Hatta Sovyetler Birliği'nde bile, devrimi yaşayan bir nesil acımasızca katledildi.

Stalinizm ihanet ettiği devrimci koşullar

1930'lu yıllardan günümüze kadar olan yıllarda birçok devrimci olay oldu. İşçi sınıfının, bu olayların hepsinde Bolşevik Parti'nin 1917'de Rusya'da oynadığı rolü oynayacak bir partiye ihtiyacı vardı. Bu rol, her gün devrimci durumu inceleyip değerlendirmek, emekçileri burjuva partilerine karşı korumak, onlara kendilerinin yani emekçilerin adına hareket ettiklerini iddia edenlere karşı meydan okumayı öğretmek, onları silahlanmaları için yüreklendirmek ya da daha önceden silahlandılarsa hiçbir şartta silahlarını bırakmamalarını sağlamak, iktidarı; kendilerine özgü yönetim organları ile kendilerinin sahiplenmeleri gerektiği fikrine hazırlamak ve iktidara gidecek yolu açık ve net biçimde çizmek olarak özetlenebilir.

Emekçilerin karşısında böylesi "devrimci" partiler yerine, ellerinde sadece, kendilerini diğer güçlerin peşine takan, mücadelelerini engelleyen, onları bütün bağımsız siyasetlerden yoksun bırakan, kısacası devrimleri bütün güçleriyle frenleyen Stalinist komünist partiler vardı. Komünist Enternasyonal, daha önce 1925 Çin Devrimi sırasında, Çin Komünist Partisi'ni milliyetçi burjuvaların peşine takmıştı. 1933'de yine Stalinistler, Hitler'in sunduğu ölümcül tehlikeyi azımsayarak ve işçilere, faşistlerle savaşmaktansa sosyalistlerle savaşmanın daha iyi olacağını açıklayarak, Nazilere karşı savaşmayı reddettiler. 1936'da bir yandan İspanya'da silahlanmış olan işçileri, burjuva cumhuriyetini savunan Halk Cephesi'nin saflarına katılmaya zorlarken diğer yandan da devrimci militanlara işkence edip onları öldürüyordu. Aynı zamanda Pireneler'in (Fransa-İspanya arasındaki sıradağlar) diğer tarafında Stalin yanlısı yönetici Maurice Thorez, tam da genel grev ortasında işçilere "bir grevi bitirmeyi bilmek" gerektiğini açıklıyor ve mücadele içindeki emekçileri kendisi için "kapitalizmin sadık yöneticisi" diyen Léon Blum'a güvenmeye teşvik ediyordu. Bu sırada, birkaç bin kilometre daha doğuda, Sovyet toplama kamplarında, Stalin yanlısı serseri ayak takımı, mitralyözlerle, binlerce Troçkist militanı katlediyordu.

Stalinizm, işçi sınıfının bir asır boyunca sabırla inşa ettiğini birkaç yılda yok etti. Uluslararası devrim fikrinin yerine şövenizmi (ulusalcılığı) getirdi. İşçi sınıfının protesto gösterilerinde mavi, kırmızı beyaz renkli ulusal bayrağı açtırıp, Fransız milli marşını yeniden söyletti. Marks, Engels ve Lenin'in bütün militan yaşamlarının merkezi, ana fikri olan işçi sınıfının mutlak örgütsel bağımsızlığı yerine, işçi sınıfını bazen milliyetçilerin, bazen sosyal demokratların peşine takarak içler acısı bir kuyrukçuluk siyaseti izledi. İşçi sınıfının kurtuluşunun sadece devrimci mücadele ile elde edilebileceği temel fikrinin yerine, işi, işçilerin seçimlerde iyi oy kullanmalarına, yani sosyal demokratlar için oy kullanmalarını istemeye kadar götürerek "parlementarizmi" savundular.

Stalin yanlıları, İkinci Dünya Savaşı'na karşı bütün devrimci direniş imkansız kıldıktan sonra, demokrasinin faşizme karşı "adil savaş" efsanesini yeniden canlandırdılar. "Demokrasi" saflarının, milyonlarca işçiyi, yüz milyonlarca sömürge köleyi egemenliği altında tutan emperyalist ülkelerden oluştuğunu hatırlatmayı da özenle unuttular.

Stalin yanlıları, savaş bitince, bütün güçlerini, savaşla yıpranan ekonomileri, kapitalist düzene göre yeniden yapılandırmada yoğunlaştılar. Stalin, Churchill ve Roosevelt'le birlikte kardeş kardeş dünyayı nasıl paylaşacaklarını tartışırken, Stalin yanlısı yöneticiler, dünyanın her yerinde, işçileri, daha yeni 100 milyon insanı katletmiş bulunan bu sistemi yıkmaları için yönlendirecekleri yerde aksine onları susmaya, üretmeye, hiç bir talepte bulunmamaya ve grev yapmamaya zorlamak üzere ulusal birlik hükümetlerinde yer aldılar.

Sömürgecilik karşıtı devrimler: Kaçırılan fırsatlar

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, kapitalizmi yeni bir istikrarsızlık dalgası sarstı. Bu dalga, bir anlamda Stalin yanlılarının gösterdiği özen ve sınıflar arası işbirliği siyasetiyle az sayıda emperyalist ülkeyi etkiledi. Ancak aynı zamanda, Japon kentlerinin üzerine iki atom bombası atarak halklara yapılan terör hakkında son sözü söylemeden önce, emperyalist güçlerin önlem olarak Almanya'nın işçi kentlerini bombalayarak ezmeyi seçtiklerini de hatırlayalım.

Bu yeni devrimci dalgadan, bu defa da sömürge imparatorlukları etkilendi. Özellikle Çin, Vietnam, Orta Doğu ve Kuzey Afrika'yı kapsayan ülkelerde, kırsal kesimler hala ağırlıktaydı. Fakat kapitalizm bu ülkelerde, Almanya ve Fransa'daki işçi sınıflarıyla ortak hiç bir yanı bulunmasa da sonuç olarak en azından 1917 öncesinin Rusya'sındaki işçi sınıfıyla kıyaslanabilecek bir öneme sahip işçi sınıfı geliştirmişti.

Mao ve Ho Chi Minh başta olmak üzere bu sömürge karşıtı devrimlerin yöneticileri, Stalinci okullarda yetişmişlerdi. Bu Stalinci okullar onları, ülkelerinin kurtuluşundan başka hiçbir amaçları olmayan, başka bir deyişle, ülkelerinde emperyalizmden bağımsız bir ulusal burjuvazinin geliştirilmesi amacını güden milliyetçilere dönüştürmüştü. Bu, Stalinizmin işlediği suçların en hafifi değildi. Mao, Ho Chi Minh ve onların yandaşları köken olarak gerçek militanlar, içten, kendilerini mücadeleye adamış cesur devrimcilerdi. Çevrelerinde işçi sınıfının içinden çıkmış binlerce "Varlin" vardı. Stalin ve onun hizmetkarları, onların yollarını Marks ile birleştirmek yerine onları yozlaştırıp kendi ulusal burjuvazilerinin kucağına gönderdi.

O dönemde, komünist düşünceler öylesine saygındı ki kitleleri peşinden sürüklemek isteyen herhangi bir milliyetçi lider, Marksist düşüncelere sırt çevirse bile, komünist kılığına bürünüyor, komünizmin bayrağını kullanıyor, mecburen komünist adını alıyordu. Bütün bu insanlar, şu ya da bu biçimde en azından adlarıyla uyumlu bir içeriği ifade eden "Ulusal Kurtuluş Cephesi" kurdular. Bu bir ulusal birlik örgütlenmesi, sınıflararası işbirliğiydi, işçi sınıfının bağımsız örgütlerinin tam karşıtıydı.

Hatta bu insanlar, devrimlerinin küçük piyade erleri olarak bile işçi sınıfına güvenip dayanmayı bilinçli bir şekilde reddettiler. Harekete geçmiş, silahlı, zafer kazanan bir işçi sınıfının sadece sömürgeciliğe son vermekle kalmayıp ardından ülkenin ulusal burjuvazisine de saldırmasından çok korkuyorlardı.

Stalin, artık uzaklaştığı Bolşevik geçmişiyle, işçi sınıfının bir defa savaşa giriştiğinde nelere kadir olduğunu en iyi bilen kişiydi. Böylece, bu milliyetçi liderler, Marks'ın Komünist Manifesto'da sorunu açıkça ortaya koymasından bir asır sonra, Marks'ın mirasçıları olduklarını ilan ettiler. Diğer yandan da, yeni devrimci sınıfın köylülük olduğu teorisini geliştirdiler. Tamamen yanılmamışlardı! Bu ülkelerin yoksul köylüleri gerçekten de gereken bütün cesaret ve kahramanlıkla devrimci oldular. Ancak devrimci olmakla komünist olmak arasında fark vardır. Aslında, köylülüğe dayanmak, milliyetçi yöneticilere, emperyalizmle savaşmak için gerekli kitleleri sağlıyordu. Ayrıca bu kitlelerin, burjuva mülkiyetini sorgulama tehlikesi olmaması nedeniyle de köylülüğe dayanılıyordu. Bolşevik Parti, 1917 yılında Rus işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine önderlik etmişti. Bundan 32 yıl sonra 1949'da Mao'nun komünist denilen partisi, Çin'de bütün sınıfların oluşturduğu birlik adına iktidarı aldı. Bu iktidarın çıkardığı ilk kararname, "işçilerin makinalarının başında kalmaları" emrini içeriyordu.

Kararlı mücadeleler, bütün 1950'li ve 1960'lı yıllar boyunca, kapitalist dünyayı sarstı. Çin'den Vietnam'a, Küba'dan Mısır'a, Endonezya'dan Filistin'e, komünist etiketli olsun ya da olmasın yeni örgütlenmeler ortaya çıktı. Ancak bu mücadelelerin hiçbiri asla işçi sınıfının bayrağı altında olmadı. Üstelik her zaman, işçi sınıfının kesinlikle ayrı, bağımsız örgütlenebileceği ve örgütlenr gerektiği fikrine de düşmanca yaklaşıldı. Bu örgütler, isyan etmiş, genellikle kentlerdeki yoksulların yoğun olduğu mahallelerden gelen on binlerce genci kendisine çekiyordu. Bu gençler kentlerden koparılıyor, kırlara, ücra köylere, dağlık, ormanlık bölgelere, kısacası kentlerden, işçi sınıfından uzak olabilecekleri bölgelere gönderiliyorlardı. Devrim için canlarını feda etmeye hazır genç işçi nesiller, böylece yollarını şaşırdılar, yozlaştılar.

Aydınların ihaneti

Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Henüz yeni biliçlenmeye başlamış olan bu genç işçiler, kendilerini yönetenlerin gerçekten komünist olmadıklarını nasıl tahmin edebilirlerdi? Belki de Stalinizm ve onun değişik milliyetçi biçimlerini Marksizmden ayıran uçurumun derinliğini ölçen ve açıklayan Marksist aydınların yardımından yararlanabilirlerdi. Ama hayır, böyle olmadı. Çünkü o dönemde, aydınların ezici bir çoğunluğu bu ihanetle işbirliği içindeydi ve işi Mao veya Castro'nun fikirlerinin, Marks ve Engels'in fikirlerinin yerini alabileceğini söylemeye kadar götürdüler.

Şunu ifade etmek pek de hoş olmasada da birçok Troçkist akım, Üçüncü Dünya ülkelerinde artan başkaldırılarla heyecana kapıldılar. Ancak fırsatçılıkları nedeniyle milliyetçi örgütlerden farklılaşmakta aciz kaldılar. Bu örgütlerde Bolşevik faziletler buldular ve hatta kendilerini feshederek onların içinde eridiler.

Aydınların, iş işten geçtikten sonra, önceki sayfalarda özetlenen dönemlere ne kadar kolay uyum sağladıklarını görmek şaşırtıcı. Aydınlar 19. yüzyılda işçi sınıfının yükselişinden çok etkilendiler. Bu işçi hareketleri Marks, Rosa Luxembourg, Lenin ve Troçki gibi liderlerin yetişmesini sağladı. Hatta aynı işçi hareketi, sanat ve edebiyat dünyasından Anatole France, Gorki gibi aydınları da kendine çekmeyi başardı.

İlerleyen dönemlerde aydınlar, işçi hareketinin gerilemesine seyirci kaldılar. 1950'de Aragon, Picasso, "Stalin bizim için yarının temsilcisidir, o mutsuzlukları yavaş yavaş yok ediyor, güven onun sevgili beyninin meyvesidir" satırlarını yazan Éluard gibi sanatçılara kadar hepsi seyirci kaldılar. Aydınlar, 1956'dan sonra Stalin'in "sevgili beynindeki" güven, etkisini yitirdiğinde bu defa da Mao, Che Guevara gibi liderlere yöneldiler. Mao'nun cahilce sözlerini bir araya getiren küçük kızıl kitabının, yeni bir Komünist Manifesto olduğunu bile ileri sürdüler. Örneğin Fransa'da Serge July'nin, Sorbonne Meydanı'nda, Correze'de köylü gerillalar tarafından kızıl üsler oluşturulması çağrısında bulundu. Jean-Paul Sartre, Çin'deki "kültür devriminin" yol açtığı milyonlarca ölümden birkaç yıl sonra, gazetesinde şöyle yazmıştı: "Mao, Stalin'in aksine hiçbir hata yapmadı." Emekçilere yalan söylemek, onları hiçe saymak, işte zengin ülkelerin aydınlarının, en iyilerinin bile, yakın geçmişin on yılında yaptığı sadece buydu.

Toplumun üzerinden, öncelikle işçi sınıfının mücadelelerini ezmek, onu engellemek ve işçi sınıfının oynayacağı hiçbir siyasi rolün olmadığını zorla dayatmak için, onlarca yıl boyunca gerçek bir buldozer geçti. Bu buldozer amacına ulaştı. İşçi hareketinin, temellerini attığı sınıf ruhunu, söküp attı. İşçi sınıfı, 1970'li yılların sonunda yeniden, diğer sosyal tabakaların mücadelelerinin tamamlayıcı gücü gibi görüldü. 1980'li yıllarda işçi mücadelesinin yeniden yükselmesi, bu defa da, sınıf bilincinin azaldığının belirtisiydi. Örneğin 1980'de Polonya'da, Sovyetler Birliği'nin bu ülkeye el koymasına tepki duyan güçler, güçlü bir genel greve dayanmaktan korkmadılar. Siyasi bağımsızlığın gerektiği bilincinden yoksun olan Polonya işçi sınıfının, kendi çıkarı için mücadele etme gibi bir kaygısı yoktu ve gerici katolik sendikası için etkili iyi bir destek oluşturdu.

İşçi hareketinin 60 yıllık gerilemesi ve ihanetler, işçi sınıfının bilincini tahrip etmişti.

Günümüzün işçi sınıfı

Günümüze dönecek olursak...

İşçi sınıfının siyasi olarak ağırlığını koyamaması, kapitalizmin bütün savunucularına, onun sadece siyasi olarak değil hatta ne kadar saçma olursa olsun, toplumsal olarak da yok olduğunu söyleme fırsatı verdi. Günde kaç defa "artık işçi sınıfının var olmadığı" sanayileşme sonrası dönemin "hizmetler toplumu" çağına girildiği ifadelerini duyuyoruz! O halde ortaya çıkan soru, günümüz toplumunda işçi sınıfı ne anlama geliyor?

Çoğunluğu oluşturan sınıf: İşçi sınıfı

Bunun cevabı basittir: Bugün dünya işçi sınıfı, sosyal bir güç olarak çok daha güçlü, sadece zengin ülkeler çapında değil diğer ülkelerde de hiçbir dönem olmadığı kadar gelişmiştir.

Marks'ın tahmin ettiği gibi kapitalizmin genel eğilimi, işçi sınıfı dışında diğer sınıfları, dönüşü olmayan bir gerilemeye doğru sürükledi. Kuşkusuz zanaatkârlar, tüccarlar, küçük patronlar, esnaf ortadan yok olmadı ancak bugün sadece, iş dünyasının, büyük sanayinin rekabetine dayanmakta güçlük çeken, küçük bir azınlığı temsil ediyor. Sadece Fransa örneğini ele alacak olursak, serbest meslek sahibi emekçiler, 1856 yılında aktif olarak çalışan her iki kişinin birinden fazla iken bugün on aktif çalışandan birine karşılık geliyorlar. Sonuç olarak, kapitalizm, komünist devrimcilerin yapabileceğinden daha fazla sayıda küçük mülk sahibini mülksüzleştirdi!

Köylülük sorununa gelince, bu sorun zengin ülkelerde uzun süre önce çözüldü. Köylüler Fransa'da çalışan nüfusun sadece %3'ünden biraz fazlasını, Amerika Birleşik Devletleri'nde ise % 1,4'ünü oluşturuyor.

Üçüncü Dünya ülkelerinde köylülük kuşkusuz, yoksul nüfusun çok büyük bir bölümünü oluşturuyor. Dünyada 1,3 milyar kişi, sadece kol gücüyle çalışıyor. Tüm dünyada köylülük oranı, on yıllar içinde, azalmaya devam etti ve bu eğilim gittikçe hızlanıyor. Tüm dünyada şehirlerde yaşayanların sayısı 1950'de %30'dan biraz az iken bu oran, 2007'de %50'yi aştı.

Sanayisi gelişme kaydeden bütün ülkelerde, kırsal göç, diğer ülkelere göre daha kitlesel. Brezilya'da, köylülerin aktif nüfus içindeki oranı, 1985 ve 2009 yılları arasında % 29'dan % 19'a gerilemiştir. Çin'de ise bu oran %60'dan %44'e düşmüştür.

Tabii ki bu, kentleşme eğiliminin sanayi işçi sınıfını otomatik olarak geliştireceği anlamına gelmez. Çünkü büyük metropoller, Meksika, Hindistan ve Afrika'nın devasa gecekondu bölgelerinden, güvencesi olmayan, geçici işlerde çalışan, bin bir iş yapmak zorunda kalan emekçileri, işsizleri, aç dilencileri barındırmaktadır. Ve hiç kimse gelecekteki ayaklanmalarda bu işçi sınıfının alt katmanlarının hangi saflarda yer alacağını önceden söyleyemez. Sonuç olarak, kapitalizmin genel eğiliminin dünyadaki köylü sayısının mutlak olarak azalmasıyla parelel olduğu kesin.

İşçi sınıfı, yani ücretli emekçilerin bütünü, mutlak olarak sayısı en fazla olan sınıf durumuna gelmektedir.

Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) yaptığı bir araştırmaya göre, işçi sınıfına dahil olanların sayısı, 2005'te, yaklaşık olarak iki milyara ulaştı. Çalışma Örgütü'ne göre bu sayının 600 milyonu sanayi, 450 milyonu tarım, 1 milyar kadarı da hizmet sektöründe çalışıyor.

Yaygın olarak kabul edilen rakamlara göre dünyadaki aktif nüfus 3 milyar. O halde bu sayının üçte ikisini işçi sınıfı oluşturuyor. Eğer sadece kentlerdeki işçi sınıfı ele alınırsa, işçi sınıfı bu sayının yarısını oluşturuyor. "Yok" olduğu iddia edilen bir sınıf için bu sayının hiç de fena olmadığını itiraf edelim.

Ancak Marksizmi eleştirenlerin, ona kara çalanların birçoğu, hizmet sektöründe çalışan ücretlilerin, emekçilerin çoğunluğunu oluşturduğunu ve sanayideki işçi sayısının azalma eğiliminde olduğunu söylüyorlar. Bu doğru olsa bile, pek kanıtlanmış değil. Bununla birlikte kuşku götürmez biçimde gerçeğe aykırı.

Birleşmiş Milletler'in yakın bir zamanda yayımlanan bir raporunda "genellikle sanayi etkinliklerinin azaldığının ve günümüzdeki üretime hizmet sektörünün hakim olduğu" ifadesi yer alıyor. Raporun yazarları, biraz daha sağduyulu bir biçimde, "hizmet sektörü ekonomide giderek daha büyük ve önemli bir rol oynasa da bütün maddi malların kaynağı olan sanayinin, ekonominin temel elemanı olarak kaldığına" dikkati çekerek, bu sonucun koşullara bağlı olduğunu söylüyorlar. Rapor, hizmet sektörünün sadece zengin ülkelerde güçlü bir biçimde geliştiğini gösteriyor. Bunun aksine, Üçüncü Dünya ülkelerinde ise sanayi etkinliklerinin net bir biçimde arttığı görülüyor. Otuz yıl önce, sanayi sektöründe çok az işçisi olan bu ülkelerde, o döneme göre çok fazla değişiklik var.

Üçüncü Dünya ülkelerindeki işçi sınıfı

Uluslararası Çalışma Ögrütü'ne göre, Filipinler'de sanayide çalışan işçi sayısı son otuz yılda 2 milyon 600 binden, 5 milyona yükselerek iki katına çıktı. Aynı şekilde, Meksika'da 6 milyon 500 binden, 11 milyon 200 bine, Endonezya'da ise üç kat artarak 6 milyon 700 binden, 19 milyon 200 bine yükseldi.

Tabii ki, yüzde olarak olmasa da, mutlak işçi sayısında en gösterişli, en muhteşem artış Çin'de oldu. 1960'da 20 milyon emekçi istihdam eden bu sanayi, 1980'de 77 milyon emekçi istihdam ediyordu. Bu, o döneme göre azımsanacak bir sayı değil ve bugün bu sayı 210 milyon civarında! Bu sayı, zengin ülkelerin tümündeki toplamın iki katından fazladır.

1970'li yıllardan beri, yoksul ülkelerde gerçek bir sanayi patlaması olduğuna tanık oluyoruz. Önceden, uluslararası iş bölümünde sadece hamal ya da tarım işçisi işlevi gören bu ülkelerin işçi sınıfı, fabrikalarla tanıştı.

Üçüncü Dünya ülkelerindeki fabrikaların ortak özelliği, genellikle, tekstil ya da elektronik alanlarında tüketim malları üreten ve çok az makinalaşmış fabrikalar olmaları. İşçi ücretlerinin düşük olduğu bu ülkelerdeki patronlar, neden teknoloji harikası pahalı makinalara yatırım yapsınlar ki? Son zamanlarda çok sayıda makale ve araştırma Çin'deki bilgisayar, Bengladeş ve Mısır'da tekstil fabrikalarındaki koşulları detaylı bir biçimde anlattılar. Bütün bu araştırmalar, Sanayi Devrimi öncesindeki yaşam ve çalışma koşulları ile günümüz arasında fazla bir fark olmadığını gösteriyor. Üstelik artık 1820'de değil uzayın fethedildiği, genetik mühendisliğinin geliştiği bir dönemde olduğumuz için bu koşullar utanç vericidir.

Yoksul ülkelerin bu hapishane gibi fabrikalarında, kanunların uygulanmadığı, patronların vergi ödemediği bu bölgeler, modern kapitalistler için küçük bir cennet. Bugün Asya'da, Güney Amerika'da, Kuzey Afrika'da, 30 milyon emekçi istihdam eden 850 "serbest bölge" var. Gap, Zara, Nike, Pierre Cardin gibi çok ünlü markalar, işçileri, özellikle de kadın işçileri buralarda, sanki çok normal, insaniymiş gibi sessizce sömürüyor. Küreselleşme karşıtı yazar Naomi Klein, bu serbest bölgeler hakkında şöyle yazıyor: "Yerleştikleri yer neresi olursa olsun, buralardaki emekçilerin tanıklıklarında büyüleyici bir benzerlik bulunuyor. Günlük çalışma saati, Sri Lanka'da 14, Endonezya'da 12, Güney Çin'de 16, Filipinler'de ise 12 saat. Emekçilerin büyük çoğunluğu her zaman taşeron firmalar için çalışan kadınlar ve hepsi de genç. Korku kendini bu bölgelerde her zaman hissettiriyor."

Korku, sadece işyerleriyle de sınırlı kalmıyor. Bu bölgelerde hukuk diye bir şey yok. Öyle ki suç oranı, özellikle de kadınlara karşı işlenen suçlar doruk noktasına ulaşıyor. Ciudad Juarez, Meksika'daki serbest bölgenin korkunç tarihinde, burada son 15 yılda 2.000-2.500 civarında kadın işçinin, kaçırılıp tecavüz edilerek öldürüldüğünü ifade ediyor. 18-20 yaş arasındaki binlerce kadın işçinin kaderi ne Meksika hükümetinin ne de kapitalistlerin umrunda. Onlar zenginleşmeye devam ediyorlar. Dehşete düşen bir gazetecinin anlattığı gibi, bazı fabrikalarda kadınların işten çıkarılarak cezalandırılmamak için her ay ustabaşlarına hamile olmadıklarının delilini sunmak zorunda olduklarını anlattığı yerde, kadınların hiçe sayıldığına şaşırmamalı.

Bu bölgelerdeki katiller belki de bölgenin yoksul, çılgın insanları ancak gerçek sorumlular, böylesi ahlaki ve maddi sefaleti yaratanlardır. Onlar şık kostümleriyle, bu dünyanın en büyük tröstlerinin yönetim konseylerinde yer alıyorlar.

Bu son aylarda, dünyanın en büyük sanayi bölgelerinden biri, bir dizi greve sahne oldu. Burası Çin'deki Şhenzen kenti ve bu kentte 1976 yılında 30 bin kişinin yaşadığı tespit edilmişti. Bugün ise bu kentin nüfusu 16 milyon. Bütün bilgisayar devlerinin çalıştığı Tayvanlı taşeron fabrikasının 200 bin işçisi var. I-Phone, Ipad ve Neufbox (internet, telefon ve televizyon kutuları) gibi malları üreten Foxconn Grubu bu kentte üretim yapıyor. Shenzen'deki Foxconn'da sendika yasak. Ücretler komik derecede düşük, işgünleri ise genellikle 12-14 saat arasında, haftada 6 gün çalışılıyor. Bu fabrikada, geçen yıl 18 işçinin intihar etmesiyle küçük bir skandal patlak verdi. Bilindiği gibi her zaman kravatsız, "cool" yani rahat görünüşlü, bir tavır takınan Apple'ın patronu "dahi" Steve Jobs, bu intiharların sebebini anlayamadı! Foxconn fabrikasını ziyaret ettikten sonra, buranın "oldukça iyi, sempatik bir yer" olduğunu açıkladı. Biraz daha adil olmaya çalışırsak, Apple, Foxconn'a işçilerinin intihar etmemesi için önlem almasını dayattığını söyleyebiliriz. Bu söylenir söylenmez gereği yapıldı: Foxconn, fabrika binalarına güvenlik ağı gerdirdi.

Brother marka yazıcı üreten firma buraya çok uzak olmayan "oldukça sempatik bir yerde" üretim yapıyor. Li adlı 16 yaşındaki genç bir Çinli ile yapılan ropörtaj oldukça ilginç: Bu genç kız "benim yaşamım fabrikadır" diyor. O ve 5 bin iş arkadaşı, günde 12- 14 saat, haftada 6 gün, devasa montaj bantlarının önünde, bütün gün ayakta ve konuşma hakkı olmadan, bir birleriyle bir kelime bile etmeden çalışıyorlar. Li, günde 3 defa fabrikada yemek yiyor ve yılın 355 günü fabrika yatakhanesinin 10 kişilik odalarında uyuyor. Ve bütün bunlar ayda 50 avro için!

İşte Üçüncü Dünya ülkelerinin emekçilerinin yaşam koşulları! Üstelik Çin, işçilerin en düşük ücretle çalıştırıldığı ülkelerden biri değil. Şhenzen'de kısa bir süre önce yapılan son grevler, bazı Batılı kapitalistleri, fabrikalarını, üretim maliyetlerinin Çin'den daha az olduğu Vietnam ve Bengladeş gibi ülkelere taşımaya itiyor.

Bu arada Avrupa burjuvazisinin yaptığı propogandanın en çarpıcı ve şok edici yönü ise Çin gibi ülkeleri, ne pahasına olursa olsun, Ortaçağ koşullarını aratmayan çalışma koşulları dayatan ve böylece Avrupalı ve Amerikalı işçilerin işlerini çalmaya çalışan ülkelerden biri olarak sunması ve bu fikri kabul ettirmeye çalışması. Bu siyasetin başlıca sorumluları, sanayileşmişt ülkelerin kapitalistleri. Bu fabrikalarda olup bitenlerden haberleri yokmuş gibi davransalar da aslında olup bitenleri bizden daha iyi biliyorlar. Çünkü bu koşulları onlar yaratıyor!

Bir örnek: Disney Grubu tarafından teorileştirilmiş bir strateji. Bu stratejinin düşünürleri, bunu "bütün köprüleri yık ve çekip git" olarak tercüme edilebilecek olan "cut and run" ile ifade ediyor. Disney Grubu (bilindiği gibi Miki Fare, Mini Fare, Pluto...) alt ürünlerini asgari ücretin ayda 25 dolar olduğu ve buna nadiren uyulduğu Bengladeş'te üretiyor. Bir "insancıl" örgütün anlattıklarına göre "Shah Makhum fabrikasının işçileri 8 yıl boyunca korkunç kötü koşullarda çalıştılar. Sabah 8'den akşam 22'ye, hatta gece yarısına kadar, haftasonları dahil haftada 7 gün, fiziki darbeler ve aşağılayıcı laflarla dayatılan bir sessizlik içinde ne bir günlük tatil ne de doğum izni olmaksızın çalıştılar." Ancak 2001'de emekçiler ayaklandı ve bu insanlık dışı koşulların artık değişmesini talep ettiler. Aslında sadece, haftada 1 gün tatil, doğum izni ve yasalara uygun ücret istiyorlardı. Disney aniden siparişleri durdurdu ve ortadan kayboldu. İşte gerçek "cut and run" yani "bütün köprüleri yıkıp çekip gitmek" budur. İşçiler talep etmeye başlar başlamaz, bir sendika kurulması tehdidi ortaya çıkar çıkmaz, siparişler durur ve fabrikanın kapanmaktan başka çaresi kalmaz.

Başka bir Vietnamlı işçinin tanıklığna göre ücretleri azaltan ve yaşam koşullarını giderek daha da kötüleştirenler emperyalist ülkelerin kapitalist grupları. Bu ifade edilenler, Hanoi yakınlarındaki Thang Long sanayi bölgesini anlatıyor. Bu bölgede çalışan 50 bin işçiden 11 bini, Canon'da çalışıyor ve fabrikanın müdürü Japon Shinji Onishi. Onishi coşkuyla "burası dünyanın düşük maliyetle üretim yapılabilecek en iyi yer" diye açıklamada bulunuyor. Canon'da çalışan Hein adlı bir işçi şunları anlatıyor: "Yabancı fabrikalar genç ve güçlü iken, kısa bir süre için iyi oluyor. Çünkü buralarda bütün gün ayakta duruyoruz ve kısa bir süre sonra kötü kan dolaşımı nedeniyle ağrılarla acı çekmeye başlıyoruz. Birçoğunun sağlık sorunları var. Asla duramıyoruz, ellerimiz yoruluyor ve ağırıyor. Ne mutlu ki 30 yaşından sonra iş temposunun daha yavaş olduğu Vietnam fabrikalarına gidilebiliyor."

İşçiler, iki yıldır, Çin'de Bengladeş'te, Vietnam'da ve Mısır gibi diğer birçok ülkede yıllardır unutulmuş olan mücadele geleneğini yeniden yeşerttiler. Foxconn ve Honda işçileri, Şhenzen'de %20 oranında ücret artışı elde etti. Bengladeş'te tekstil işçilerinin bulunduğu mahallelerdeki isyanlardan sonra asgari ücret arttırıldı.

Üçüncü Dünya ülkelerinin bu devasa işçi sınıfı, mücadele etmeyi çok çabuk öğrendi. Onun varlığı, gelişmiş ülkelerin işçi sınıfının saflarını da güçlendiriyor. Bu nedenle, onları bize düşman ya da rakip gibi gören işçilerin önyargılarına karşı bütün gücümüzle mücadele etmeliyiz. Onlar, "biz", bizim mücadele kardeşlerimiz. Gelecek yıllarda, onların mücadelelerinden öğreneceğimiz çok şey olacağı kuvvetle muhtemel!

Zengin ülkelerin işçi sınıfı

Sosyologlar, ekonomistler ve çeşitli yorumcular, "işçi sınıfının yok olması"ndan söz ederken emperalist metropolleri kastediyorlar. Tabii ki ne sanayisizleşme ne fabrikaların, maliyetin az olduğu yerlere taşınmasının ne de bu ülkelerdeki hizmet sektörünün payının önemli bir derecede artması yadsınamaz bir gerçek. Ancak bu gerçekler, işçi sınıfının artık var olmadığı sosyal bir gücü temsil etmediği fikrini doğrular mı? Tabii ki hayır!

Öncelikle zengin ülkelerde sanayide çalışan emekçilerin sayısının azalışı, bizlere inandırılmaya çalışıldığı gibi çok fazla değil. Bu azalma, 1980'den 2009'a kadar farklı ülkelerde %5 ile %18 arasında değişiyor. Bu sayı Amerika Birleşik Devletleri'nde %18. Ancak bu rakam, Amerika Birleşik Devletleri'inde hala 24 milyon işçinin çalıştığı gerçeğini değiştirmez. Bu dönemde Fransa'daki sanayi emekçindeki azalma oranı %5 ve sanayideki istihdam sayısı 6,1 milyondan 5,7 milyona düştü.

Üstelik sanayide çalışanların sayısıyla ilgili rakamlar cımbızla çeker gibi seçiliyor ve yeterince dikkatli değerlendirilmiyor. İstatistikler bu sektördeki emekçilerin gerçek sayısını, var olduğundan daha az gösterme çabasına büyük oranda katkı yapıyor. Patronlar da önceden fabrika içinde yapılan birçok işi, fabrika dışında taşeron şirketler aracılığıyla yaptırarak bu çabaya ortak oluyor.

Önceden, bakım, denetim, temizlik, lojistik (depolama-nakliye) gibi işler, sanayi ücretlisi kategorisinde yer alan fabrika çalışanları tarafından gerçekleştiriliyordu. Bugün bu görevler, taşeron firmalar tarafından gerçekleştirilirken, bu taşeron firmalarda çalışanlar, meslek değiştirmeseler de işçi tulumlarını değiştirip, hizmet sektörü çalışanları oldular! Bu biçimde ne kadar emekçinin istatistiklerden çıkarıldığını bilmek olanaksız. Ancak muhtemelen, birkaç yıl önce Financial Times'da açıklama yapan, tamamen patron yanlısı, İngiltere Metal Sanayi Federasyonu'nun sözcüsüne güvenebiliriz: "İmalat sanayisi, faaliyetlerini taşeron firmalara vererek hizmet sanayisinin büyük bölümünü yarattı. (...) Sanayi, eğer uygun istatistik tanımlamalarıyla ölçülebilseydi, ekonominin, genelde % 20 olarak kabul edilen oranı yerine %35'ine kadar ulaşan bir bölümünü denk gelebilirdi."

Kuşkusuz, işçi sınıfı sadece sanayi işçilerinden oluşmuyor. Ancak artık işçi sınıfının kalmadığını iddia etmek de çok saçma.

Ayrıca, Fransa gibi bir ülkede, örneğin çelik ve tekstil gibi belirli bazı sektörleri ortadan kalktı. Diğer sektörlerin de yarın ortadan kalkmayacağının garantisi yok. Tabii ki, Alcatel gibi işçi yükünü üstlenmek istemediği için kendi yönetim metodlarını yeniden bütünüyle gözden geçiren büyük kapitalist gruplar var. Alcatel'in patronu Serge Tchuruk "fabrikasız bir grup" kurmakla böbürleniyor. Buna hemen hemen ulaştı, ancak en basitinden, Alcatel'in eski işçileri artık üretmiyorlar ama şimdi onların üretmediklerini başka taşeron firmalar üretiyor.

Fransa'da, İngiltere'de, Japonya'da ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki sömürü, milyonlarca fabrika işçisi için hala geçerli. Üretim bantlarındaki hızın baş döndürdüğü, emekçilerin enerjisini tükettiği kimya, otomobil gibi büyük fabrikalar, büyük gruplar var. Ancak bu fabrikaların koşulları ne kadar zor olursa olsun, en kötü koşullar değil. Çünkü bu fabrikalarda hala asgari bir örgütlenme, buralarda hala patronların aç gözlülüğünü biraz da olsa frenlemeyi sağlayan sendikalı militanlar var. Bu ülkelerin en azından işçilerin yarısına denk gelen bütün bir sanayi dokusunu, tek bir şeyi gözden kaçırmanın para kaybı anlamına geldiği küçük fabrikalar, mezbahalar, peynir kutuları üretilen, iş kazaları nedeniyle hiç bir işçinin parmaklarının tam olmadığı mobilyacılar, sabahın 3'ünde 4 derece sıcaklıktaki havada, marul yapraklarını torbalayan işçilerin bulunduğu fabrikalar var. Bu ülkelerin işçi sınıfının çoğunluğu sendikalı değil ve onların patronları, iş kanunu kitaplarını, masayı dengede tutmak için takoz niyetiyle kullanıyor.

Fransa'daki işçiler hızla yaşlanıyorlar, erken ölüyorlar ve genellikle hastalar. Onların çocuklarının sağlığı, zenginlerin çocuklarıyla kıyaslamasak bile, yönetici kadroların çocuklarının sağlığından da daha kötü. Bu çocukların ezici çoğunluğu üniversiteye gidemiyor.

Burjuva basının gazetecileri belki de onları asla göremiyor ama buna rağmen işe dinlenemeden, yorgunluktan bitkin bir vaziyette giden, Roissy'deki uçakların temizliğini yapmak üzere geceyi havaalanında geçirdikten sonra evlerine dönen Pakistanlı göçmenleri, işyerlerini temizlemek üzere sabah erkenden yola çıkan Afrikalı kadınları görebilmek, bu işçilerle karşılaşmak için sabah çok erken saatlerde toplu taşıma araçlarına binmek yeterlidir. Ah evet, bazıları onları görmüyor, asla da görmeyecekler! Çünkü bu onların işlerine geliyor. Onlara şair Jacques Prévert'ın mısralarını hatırlatıyoruz: "...mahzenlerde kalem üretenler için diğerleri açık havada bu kalemlerle her şey iyi gidiyor diye yazacaklar"

İşçi sınıfının bir parçası olan büro çalışanları

Şaşırtıcı olan başka bir nakarata gelince: "Hizmet sektöründe çalışanlar, işçi sınıfının saflarında sayılmaz". Bu gülünçtür.

Sadece fabrika işçilerinin işçi sınıfı olduğunu düşünmek Marks'ın gelişigüzel okunduğunu ortaya koyar ki Marks asla böyle bir şey söylememiştir. Daha da kötüsü, ona böylesi komik fikirleri atfetmek, onun fikirlerini çarpıtmanın, saptırmanın bir başka yöntemi. Çünkü rakipleri Marks'a, ücretli emekçilerin sadece bir bölümünün, yani sadece fabrika işçilerinin potansiyel olarak devrimci olacağını söyletiyorlar. Devamını da rahatça tahmin edebiliriz: Bu ücretli kesim azalma eğiliminde olduğu için Marksistler bir biçimde tarih tarafından yalanlanmış oluyor.

İlk olarak bu iddia, sosyal gerçekliği çarpıtıyor. Çünkü görüldüğü gibi işçilerin oranı dünya çapında artmaya devam ediyor. Aynı zamanda Marks'ın fikirlerini de iki kat çarpıtıyor.

Kuşkusuz Marks Kapital'de gerçekten de "üretken" diye adlandırdığı artı değer üreten emekçilerle, "üretken olmayan" artı değer üretmeyen emekçiler arasında bir ayrım yapar. Ancak bu ayrımın onların mücadeleciliği, siyasi ağırlıkları, devrimci nitelikleri üzerinde herhangi bir sonuç doğurup doğurmadığı konusunda hiçbir yerde hiçbir şey yazmamıştır.

İkinci olarak, Marks asla "üretken" emekçilerin mutlaka sanayi işçileri olduğunu da söylemedi. O açık ve net bir biçimde mal üreten bütün ücretlilerin, üretilenler maddi olsun ya da olmasın birer "üretken" emekçi olduğunu yazdı. O üretim sürecinin "kol ve kafa emeğinin ayrılamaz bağlarla birbirine bağlanmış olduğu" birçok kol ve kafa emekçisinin işbirliğini içerdiğini açıklar.

Bir araba üretmek için nasıl işçiler gerekiyorsa, aynı zamanda tartışmasız bir biçimde mühendisler de gerekiyor. Marks için, üretilen mallar tek başına emekçilerin emeklerinin ürünü değil onun adlandırdığı biçimiyle "ortak emeklerinin" ürünüdür. Marx, "üretken" emekçiler, "ortak emeğe dahil olan" herkestir diye ifade ediyor. Ve sürdürüyor; "sermayeyi verimli kılan bütün emekçiler (...) üretkendir". Bu tanımlamanın içine özel bir klinikteki hemşire ve özel bir okuldaki öğretmen de girer. Yani bir kapitalistin kâr etmesi için sermayesini yatırdığı işletmelerde çalışanlar da buna dahildir. Bir emekçinin artı değer üretmesini, onun üretiminin doğası değil, onun sermaye ile olan ilişkisi belirler. Marx ayrıca, özel bir okulda çalışan öğretmen "öğrencilerinin ufkunu genişlettiği onlara bir şeyler öğrettiği için değil patronuna para kazandırdığı için üretken emekçidir. Patronunun sermayesini bir sosis fabrikası yerine, ders yapılan bir yere yatırmış olması sadece onu ilgilendirir" diye yazıyor.

Tek bir dünya işçi sınıfı

Aslında, dünyanın bir ucundan diğer ucuna, ortak çıkarlara sahip sadece tek bir sınıfın var olduğu fikrini inatla, yılmadan savunmak gerekir. Çıkarlar ortaktır ancak aynı zamanda bu sınıfın her üyesi, birçok nedenle diğerlerine bağlı. Kapitalist toplum, başı sonu belli olmayan devasa bir insan emeği zinciri yarattı. Kim üzerinde oturduğunuz sandalyenin demir ayakları gibi basit bir nesnenin üretimine kaç işçinin katıldığını söyleme yeteneğine sahip? Sadece fabrikalarda parçaları üreten işçilerden söz etmiyoruz. Demir parçası ona biçim verecek baskı makinasından geçmeden önce bile fabarikayı inşa edenler, fabrikanın inşa edileceği malzemeleri üretenler ve makinaları üretenler gibi geri kalan işleri yapan işçiler de var. Hammaddelerin fabrikaya ulaşabilmesi için topraktan demir bulup çıkaran maden işçileri, onları gemilere yükleyen liman işçileri, gemiyi çalıştıracak gemiciler de gerekiyor. Gemiyi ve vinci üreten işçilerden sözetmesek bile gemi limana vardığında vinçleri çalıştıran işçileri, bütün bunları taşımak için kullanılacak petrolü işleyerek, benzin ve mazot üreten petrol işçileri de gerekiyor! Bu şekilde sürüp gidiyor. Demir, fabrikaya gelmeden önce bunları getirecek kamyon şöförlerinin olması gerekiyor ve kamyoncuların kamyonlarını, kamyon lastiklerini üretecek, yol yapacak işçiler, bundan önce asfalt üreten işçiler gerekiyor. Üstelik bütün bu işçileri beslemek, giydirmek için çalışan, üreten işçilerden de söz edilmiyor. Hasta olduklarında ya da herhangi bir iş kazası söz konusu olduğunda, işe dönmeleri için onların tedavilerini yapan hemşireler, onlara okuma yazma öğreten öğretmenler, muhasebeciler, sekreterler. Bütün bunların işlemesi için bir iletişim şebekesi, cep telefonu, bilgisayar ve bütün bunlar için de hala ve her zaman insan emeği gerekiyor.

O halde, bu açıdan bakıldığında, oturulan basit bir sandalyenin milyonlarca emekçinin çalışmasının sonucu olduğunu söylemek kesinlikle abartı değil. Burjuvazi işi bölerek sonuçta dünyayı birleştirdi! Marks, kendi çağında "büyük sanayinin, her ulusu, her bireyi, bütün dünyaya bağımlı kılarak dünya tarihini yarattığını" çok iyi anlamıştı.

Öyleyse işçi sınıfının yok olduğunu iddia etmek bütün bunları unutmak ya da unutmuş gibi yapmak anlamına geliyor. Çünkü gerçekten de küçük burjuva çevrelerde, kullandıkları kalemi kimin ürettiğiyle ilgilenmeyen birçok kişi var. Burjuvazi, kendi zenginliğinin nerede üretildiğini çok iyi biliyor. Ancak birçok yönden, kamuoyunu etkileyip biçimlendirenler burjuvalar değil gazeteciler, ekonomistler, sosyologlar gibi aydınlardır. Bu küçük burjuvazinin aydınlarının birçoğu, işçi sınıfının varlığını bile bilmiyorlar ve bu bilinçsizlikleri, onları, bütün iyi niyetleriyle işçi sınıfının var olmadığını ispatlamak ve açıklamak üzere bilgiçce yazılar yazmalarını sağlar.

Bu insanlar, her gün matkaplarıyla asfaltı delen Afrikalı işçilerin yanından geçer, her gün etiyle kemiğiyle var olan kadın ve erkek işçiler tarafından temizlenen, kullanılan trenlere, metroya binerler ama onları görmezler. Ayrıca yine birçok aydın için işçiler, gerçek bir görünmez sınıftır. Belki de bu aydınlar, toplu taşıma araçlarına binmiyorlar. Belki de Velib (belediyenin kente yerleştirdiği bisikletler) ile dolaşmayı tercih ediyorlar? Bu durumda onlara, bu bisikletlerin Macaristan'daki bir firmanın ayda 400 € ücret alan işçileri tarafından üretildiklerini hatırlatalım. Aynı zamanda da eğer evlerinin hemen yakınlarındaki bisikletler için hazırlanmış özel bisiklet istasyonlarında hazır bir bisiklet buluyorlarsa, bunu her gece bisikletleri tamir eden ve bozulanların yerine yenilerini koyan, bin 400 emekçiden oluşan küçük bir orduya borçlu olduklarını da belirtelim.

Sonuç

İşçi sınıfı, sınıf önyargılarıyla körleşmiş kişiler için görünmez olsa da her zaman toplumun işleyişi için kaçınılmaz olan ve her zaman dünya çapında sayısı hızla artan bir sınıfı oluşturuyor. Ancak yıllardır emekçileri birleştirecek, onlara bilinç verecek, 19. yüzyıldaki militanların yürüttüğü temel görevleri yerine getirecek siyasi partilerin eksikliği şiddetle hissediliyor.

Devrimciler, Marks'tan beri, bir devrimden yeni bir toplumun doğabilmesi için üç koşulun gerekli olduğunu biliyorlar: Üretici güçlerin gelişmiş olması, işçi sınıfının toplumdaki ağırlığının ve etkisinin artması ve Marks'ın "öznel koşullar" diye isimlendirdiği, işçi sınıfının siyasi bilincinin gelişmiş olması. Troçki, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde, "(İşçi sınıfı) toplum içindeki durumunu ve koşullarını anlamalı ve kapitalist düzeni alaşağı etmeyi amaçlayan kendi öz örgütlerine sahip olmalı. Tarihsel olarak bugün eksik olan koşul budur" diye yazıyordu. Bu vurgu, daha 1938'de kesinlikle doğruydu ve bugün de hala ve çok daha fazla geçerlidir. Çünkü üretici güçler, nefes alma zorluğu çeker gibi güçlükle de olsa gelişmeye devam etse, kapitalist toplumda işçi sınıfının ağırlığı artmaya devam etse de işçi sınıfının bilinci bunlara paralel olarak gelişmedi, aksine derin bir biçimde geriledi. Bu gerilemenin sonucu olarak, işçi sınıfı içinde korporatizm (ücretli ya da işveren olsun aynı meslek mensuplarının aynı meslek örgütlerinde örgütlenmelerini öneren), şovenizm (aşırı milliyetçilik), ırkçılık, etnizm (kavim ve ırklarla ilgili doktrin) veya dinci entegrizm (aşırı tutucu dincilik) gibi en gerici fikirler ve en kötü önyargılar gelişti.

Ancak, yenilgi ve zaferleriyle bütün bir işçi sınıfı tarihi bize gerçeklerin çok çabuk değişebileceğini öğretti. Ayrıca bu tarih bize, işçi sınıfı yeniden bilinçlendiğinde, nasıl bir kendini adama, hayal etme, mücadele ve dayanışma hazinesinin ortaya çıkabileceğini de gösterdi. 1917 yılından önceki Rus emekçiler, milliyetçi, yurtsever, okuma yazma bilmeyen, genellikle de antisemit (yahudi düşmanı) kişilerdi. Bu, onların, birkaç ay içinde, dünyanın en devrimci işçi sınıfına dönüşmelerini engellemedi.

Şimdilik sadece işçilerin bilinçlerindeki gerileme fark ediliyor. Bu durum karşısında yapılacak en kötü şey, işçi sınıfı benimsemiyor diye fikirlerimizi terk etmek olur. Eğer işçiler bu fikirleri benimsemiyorlarsa, bu eksikliğin sorumluluğunun öncelikle komünist fikirleri yolundan saptıran ve böylece de işçi sınıfını silahsızlandıran aydın nesillere ait olduğunu belirtmek gerekiyor. Aydınların bu ihanetinin bedelini, onlara zulmeden ve onları ezen bir sistemin sürekli kılınmasıyla, emekçiler ödüyor. Bizim savunduğumuz küçük akım, en azından, bu fikirleri canlı tutmaya ve onları bozulmadan, bütünüyle, yarın yeniden savaşa başlamaya hazır olanlara aktarmaya çalışıyor.

Yalıtılmış milyarlarca kişiyi, harekete geçiren, aktif bir sosyal sınıfa dönüştürecek olan bilinçtir. Bu bilinç partilerden geçerek oluşur. Dün gibi bugün de devrimci komünist partilerin varlığı, işçi sınıfını sağlamlaştıracak ve onu, olayları ortak biçimde kavrama yeteneğine, ortak bir siyasete ve ortak eylemlere sahip olan tek gerçek sosyal sınıf yapacak. Ona bu bilinci verecek olan partiler, sadece mücadele etmekle kalmamalı aynı zamanda kurulu düzeni alaşağı etmeli ve işçi sınıfını yönetici sınıf yapmalıdır. Biz her zaman işçi sınıfı diktatörlüğünden yanayız üstelik de bundan gurur duyuyoruz çünkü üç milyar kişinin diktatörlüğü, şu anda varolan, bir avuç hisse senedi sahibinin diktatörlüğünden sonsuz derecede daha demokratik olacak.

İşte bu nedenle, ters esen rüzgarlara ve komünizmi gerçekleştirmek için gereken zamanın ümit edilenden çok daha uzun sürmesine rağmen bu fikirler için mücadele etmeye ve onları geliştirmeye devam etmek gerekiyor. Emekçileri, komünist bilince ve devrime kazanmaya devam etmek gerekir. Emekçiler, bugün sadece işsizlik ve yoksulluk korkusuyla yaşamak zorunda kalmıyor, aynı zamanda, burjuvazinin sözcülerinin her gün hiç bir şey olmadıklarına, hiç bir işe yaramadıklarına, çalıştıkları işyerleri için maliyetlerinin çok olduğuna, ağır bir yük olduklarına inandırmaya çalışan tek taraflı propogandaya maruz kalmaya zorlanıyorlar! Evet bizim mücadelemiz, aynı zamanda, işçi sınıfına dahil olmakla gurur duyduğumuz fikrini yeniden ortaya çıkmaktadır. Çünkü gerek köken itibariyle gerekse de sonradan kabul edilerek olsun, hiç kimseyi sömürmeyen, emeğiyle bütün toplumun işleyişini sağlayan, her zaman sömürüye karşı mücadele eden yani tek kelimeyle insanlığın geleceğinin lokomotifi olan bu sınıfa ait olmaktan gurur duymakla bütünüyle haklıyız!

O halde evet, Marks'tan bu yana dünya değişti, işçi sınıfı da değişti. Bazı yönlerden bu değişim daha iyi oldu. Zengin ülkelerin işçi sınıfı bugün daha kültürlü yani fikirleri anlama ve öğrenme konusunda 19. yüzyıldakinden daha yetenekli. Yoksul ülkelerin işçi sınıfı daha çok sayıda, daha da yoğunlaşmış durumda ve önceden olduğundan daha çok teknik ilerlemeye sahip. Kuşkusuz değişmeyen tek şey işçi sınıfının hiçbir zaman olmadığı kadar üretimin ve sömürünün odak noktasında olması ve bu nedenle de dünyayı değiştirmeye yetenekli tek sınıf olarak kalması. Kapitalizm var olduğu sürece de bu gerçek değişmeyecek.

Evet, dünya değişiyor, fabrikalar burada kapanıp başka bir yerde açılıyor. Ayrıca, bazı yeni ürünler ortaya çıkıyor, bazıları kayboluyor. Üretimin çekim merkezleri yer değiştiriyor. Ne yapalım yani? Atlı araba, fayton üretimi hemen hemen ortadan kalkıp yerlerini otomobil üretimine bıraktıklarında, o dönemin devrimci militanları ağlayıp sızlayıp mızmızlanmadılar, fabrikalarda kök salmaya gittiler.

Evet, içinde yaşadığınmız, militanlık yaptığımız dönem oldukça zor. Çünkü moral bozukluğuyla damgalanmış durumda. Ancak ekonomik, siyasi ve entellektüel olarak burjuvazi tarafından damgalanmış kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. O halde yolun engellerle, engebelerle dolu olmasında şaşılacak bir şey yok. Devrime kadar da bu böyle olacak. Engels'in dediği gibi, işçi sınıfının tarihi "birkaç yalıtılmış zaferle kesintiye uğrayan uzun bir yenilgiler serisi" olarak özetlenebilir. Bu, fikirlerimizin geçerliliği ve devrimci görevlerimiz hakkında hiçbir şey değiştirmez.

Sosyologlar ve gazeteciler, eğer bu onları eğlendiriyorsa ya da daha doğrusu, içlerini rahatlatıyorsa, onlara güven veriyorsa, ki gerçek olan da budur, işçi sınıfını her gün, her sabah yeniden gömüp yok edebilirler. Ama biz aslında bu yaşlı dünyayı gömecek olanın işçi sınıfı olacağını biliyoruz. Komünist Manifesto'nun son satırlarını hiçbir zaman olmadığı kadar benimsiyoruz: "Komünistler amaç ve hedeflerini gizleyecek kadar kendilerini küçük düşürmezler. Amaçlarına ancak, geçmiş toplumsal düzenin şiddetle devrilmesiyle ulaşılacaklarını açıkça ortaya koyarlar. Hakim sınıflar komünist devrim fikriyle titreye dursunlar! İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yok. Aksine onların kazanacakları bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri birleşin!" (04.03.2011)