2009 yılında uluslararası durum

Yazdır
1 Aralık 2009

Uluslararası ilişkilerin geleceği kapitalizmin dünya krizinin kötüleşme derecesine bağlıdır.

Şu ana kadar G7, G8 ve G20 (G20 Çin, Hindistan, Suudi Arabistan, Brezilya ve aynı zamanda Endonezya, Meksika veya Güney Afrika gibi ülkelerin de katılımıyla oluştu) büyük güçler arasındaki dayanışmanın devam etmekte olduğunu gösteriyor. Ancak bu ülkelerin burjuvalarının, ortak çıkarları gereği, mali krizi durdurmak için kendi sömürülen sınıflarını daha çok sömürmelerinde anlaşmaları, kapitalist ülkeler arasındaki yarıştan kaynaklanan rekabete son vermiyor. Ek olarak emperyalist eşkıya ülkeler birliğine birkaç büyük ülkeyi katmak, geri kalmış ülkelerin, emperyalist ülkelere olan bağımlılığına da son vermez.

ABD emperyalizmi, ekonomisi ve dövizi olan dolar, dünya piyasasında değer kaybetmesine rağmen, dünya ülkelerine hükmetmeye devam ediyor. ABD, bir yüzyıldan beri sahip olduğu büyük ve geniş ulusal pazar ve maddi olanaklar ile vasıflı insan kaynağının sunduğu imkanları kullanıp yaşadığı ekonomik büyümeden yararlanmaya devam ediyor. ABD burjuvazisi ondan önce dünyaya hakim olan İngiltere burjuvazisinin yerini aldı. İki dünya savaşından da yararlanıp daha da güçlendi ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyanın en güçlü burjuvazisi konumuna gelip dünya ekonomisine hükmetmesinden yararlanıyor. Bir dönem, ABD'ye sadece Sovyetler Birliği gölge düşürüyordu. Ama Sovyet bürokrasisi ihtiraslarını frenleyemeyip kendi arasındaki kavga sonucunda dağıldıktan sonra tek "süper güç" olan ABD burjuvazisinin ve ekonomik düzeninin gelişmesinin önündeki tek engel, kapitalist düzenin getirdiği sınırlardan ibarettir. ABD ekonomisinin gerilemesi, krizin gün ışığına çıkardığı banka sisteminin kırılganlığı ve de ülke içindeki kitlelerin gittikçe daha kalabalık bir bölümünün yoksulluğa sürüklenmesi, ülkenin kendisinden kaynaklanıyor.

ABD geliştiği yüzyıl boyunca, hem dünyanın gelişmemiş bölgelerinden, özellikle de arka bahçesi olan Latin Amerika'dan, yararlanmak hem de diğer emperyalist güçlere, yürüttüğü savaşları dayatma ayrıcalığını devam ettirme şansına sahipti.

Nobel barış ödülünün Obama'ya verilmiş olması ABD'yi daha pasif kılmayacak. Daha önce, 2007 ve 2008'de de belirttiğimiz gibi: "Askeri harcamalar, bu durumun somut belirtileri olarak, SSCB'nin dağılması sürecinde, 1996'da en düşük seviyesine ulaşmak üzere düştükten sonra, 2005'te soğuk savaşın sonundaki düzeylerine ulaşmak üzere yükselmeye yeniden başladı. (...) ABD'nin askeri harcamalar bütçesi, 1996 ile 2005 yılları arasında, yani 9 yılda yüzde 50'lik bir artışla, 318 milyar dolardan 478 milyar dolara fırladı. (...) Silah üretimindeki yarış, gerileyen meta üretimi ortamında payını daha da artırıyor ve ayni zamanda uluslararası birçok gerginliğin yansıması olup, sermaye sınıfı için ekonomik bir zorunluluktur.

ABD'nin askeri harcamaları yine çok yüksek seviyelerde seyrediyor ve Irak ile Afganistan'da yapılan askeri müdahalelerin harcamaları bütçenin önemli bir kısmını kapsıyor.

Son dönemlerde, Bağdat'ın merkezinde en çok güvenlik önlemlerinin alındığı yerlerde bile yeniden intihar saldırılarının yapılması, 2007'den bu yana elde edilen göreceli istikrarın ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Obama'nın ABD ordusunu Irak'tan çekeceğine ilişkin temkinli vaadi, seçilmesine katkı yapmış olsa da, ABD orduyu Irak'tan çekebilmekten çok uzakta. Irak'ı bataklığa sürükleyen ABD'dir ama ABD, Irak'ta düzeni garantileyebilecek yerel bir baskı gücü oluşturmadan çok uzakta.

ABD yıllardan beri aynı çıkmazla karşı karşıya: Ya Irak'tan çekilecek ve çekildikten sonra farklı dini veya etnik gruplar arasında şiddetli silahlı çatışma başlayıp kargaşa her tarafa yayılacak ya da çekilmeyecek ama yine de kargaşa genelleşecek. Üstelik tümüyle barut fıçısına dönüşmüş olduğu için Irak'taki kargaşa, bütün bölgeye yayılabilir.

Irak'taki durum, muhakkak ki ABD'nin İran'a karşı uyguladığı siyasetin birçok yönlerinden biridir.

İran ve ABD yöneticileri arasındaki nükleer konusunda çok gürültü koparılan dalaşmalar, pokerdeki restleşmeye benziyor.

ABD'nin çıkarları, bölgedeki mevcut düzeni korumak için İran rejimini işin içine katmayı gerektiriyor. Şah rejiminin geçmişte böyle bir görevi yerine getirdiğini hatırlamakta yarar var. ABD, 1979'da Şah rejiminin yıkılmasıyla iktidara gelen Humeyni'nin molalar rejimini yıkma stratejisini uygulamaya çalıştı. Saddam Hüseyin'in Irak rejimi, bu siyasetin aletlerinden biri idi. Ancak o dönemde Batılı güçlerin silahlandırdığı, mali destek verdiği ve onların adamı olan Bağdat diktatörünün, 1980 ile 1988 yılları arasında yaptıkları, İran rejimini yıkamadı.

İran, uzun yıllar süren ve bir milyon insanın hayatına mal olduğu tahmin edilen bu savaş nedeniyle kan kaybedip bir süre Ortadoğu'da önemli bir rol oynamamış olsa da, son yıllarda artık durum farklı. İran'daki molaların rejimi, farklı seviyelerde kargaşa sürüklenmiş komşuları Irak ve Afganistan'a göre hem çok daha istikrarlı hem de Irak'taki Şii örgütler ve hatta Lübnan'daki Hizbullah üzerinde etkili.

Tabii ki ABD'yi rahatsız eden İran'ın dinci rejimi değil, çünkü ABD çok gerici ve dinci olan Suudi Arabistan rejimi ile gayet iyi ilişkiler sürdürüyor.

ABD, molaların rejimini yıkamadığı bir ortamda, stratejik çıkarı gereği onu yanına alması bile en azından onu karşısından bulmak istemiyor.

ABD'nin İran rejimi ile yakınlaşma siyaseti güttüğünü belirten bazı ipuçları görülüyor. İran rejimi ise bir kitle tabanına sahip olduğu için kukla rejim olmaya kesinlikle yanaşmıyor. ABD ise İran'ın nükleer silahlara sahip olma girişimlerinin bölgede bir tehdit unsuru olacağını iddia ederek, İran yöneticilerine karşı baskı uygulamaya çalışıyor (bütün bunlar atom bombasına sahip İsrail'in sıcak desteğini alıyor!).

İran'ın sözde oluşturduğu "nükleer tehdit" tıpkı Saddam Hüseyin'in "kitle imha silahlarına" sahip olduğu suçlanmasına benziyor. Bu suçlamalar, İran'a karşı savaş açmak için kullanılmıyor, çünkü ABD aynı zamanda üçüncü bir cephe yürütebilecek durumda değil. ABD daha çok, kendi çıkarlarını koruyacak bir İran ile yakınlaşma istiyor.

Emperyalist güçlerin İran'ı nükleer silah bahanesiyle suçlamaları iğrençtir.

Her şeyden önce İran'a yasaklamak istedikleri silahlara kendileri ve bölgedeki yandaşları sahiptir. Üstelik Chirac'ın da belirttiği gibi, nükleer başlıklı bir İran füzesi gökyüzüne çıkmadan önce bölgedeki büyük güçlerin ve İsrail'in füzesavarları tarafından anında imha edilecek. Ek olarak geçtiğimiz yüzyılda, Batılı güçlerin direk veya dolaylı olarak İran'a bir kaç defa saldırmalarına rağmen İran, onlara karşı herhangi bir saldırıda bulunmadı. Örneğin 1941'de, İran'ın savaşta tarafsız kalacağından şüphelenen İngiltere ordusu ile Sovyetler Birliği birlikte, Şah'ı devirmek için İran'ı işgal etmişti. 1953'te ise CIA, önceleri İngiliz-İran Petrol Şirketi ve sonradan British Petroleum (BP) ismi alan şirketin, İran petrolü üzerindeki hakimiyetine son verip petrolü devletleştirmek isteyen Başbakan Musaddak hükümetini devirdi. 1980'de ise saldırıyı gerçekleştiren taraf, ABD'nin desteklediği Saddam Hüseyin idi.

Afganistan'da ABD'nin komutası altında olan ve farklı ülke ordularından oluşan askeri güçler bataklığa saplanmışa benziyor. Karzai rejimine demokratik bir süs verilmek için Batılı koalisyon tarafından tertiplenen seçim, gülünç bir duruma dönüşüyor. Zaten seçimin amacı Batılı kamuoyuna hitap edip emperyalist saldırıya, demokratik bir görünüm vermekti.

Emperyalizm bunu hep yapmıştır: Talanlarlar ve hakimiyetini dayatmak için yaptıklarını farklı gösteriyor. Kamuoyu saf olsa da ve Batılı basın sadece taraflı bilgileri vermekle yetinse de Afganistan'da demokrasi yolunda ilerliyoruz peri masalına fazla rağbet yok.

Fransız emperyalizmi, ABD emperyalizmin gölgesinde olsa da, bölgedeki varlığını korumaya çalışıyor. Bakanlar ne söylerlerse söylesinler, yürütülen bu savaş askerlerin kanıyla, daha çok Afgan kitlelerinin kanıyla yapılan bir talandır.

Batılı orduların yaptığı saldırıdan geriye kalan, çürümüş ve tamamen kokuşmuş ve sadece Kabil bölgesiyle (ki ona bile tamamen hakim değil) sınırlı bir iktidardır.

Afganistan'da geriye kalan ve Batılı büyük demokrasilerin hiç dokunmadığı gerici, geçmişe ait toplumsal yapı ile dini baskılar ve kadınlara karşı uygulanan gerçeklerdir.

Afganistan dünyanın en yoksul ülkesi olmaya devam ediyor, kitleler yoksulluk içinde; Batının müdahalesinin onlara getirdiği tek modern şey savaş uçaklarının üzerlerine attığı bombalardır. Bir de Batılı işgal ordularının yaptığı harcamalar.

"Taliban" güçleri olarak adlandırılan ve gittikçe büyüyen güçler, aslında işgal güçlerine karşı olan tepkinin artmasından kaynaklanan gerilla hareketidir. Taliban vasıflandırması yanlıştır, çünkü Batılı işgal orduları ile Karzai rejimine karşı mücadele eden güçlerin tümü, eski din okulları öğrencilerinin oluşturduğu Taliban taraftarı değil.

Karzai rejimine karşı olanlar, bölgelerinde hakimiyeti sürdüren ve silahlı güçleri olan savaş ağalarıdır. Ne Karzai rejimi ne de Batılı güçler, bu savaş ağalarını alt edemedikleri için onları birbirlerine karşı kullanmaya çalışıyorlar ve böylece de onları güçlendiriyorlar. Hatta bu oyunlarda Karzai ile Batılı güçlerin ve Batılı güçlerin kendi aralarındaki oyunların aynı olduğu bile kesin değil.

Irak'tan askeri işgal güçlerinin geri çekilmesi gündemde olmasına rağmen yapılamıyor. Afganistan'da ise böyle bir şey söz konusu bile değil, hatta daha fazla askeri güç gönderilmesinden söz ediliyor. Batılı güçlerin bataklığa saplandığı açıkça ortada: Gerilla hareketi ülkenin dörtte üçünden fazla bir bölümünü denetim altında tutuyor ve üstelik Kabil sınırları içerisinde bile silahlı eylemlerini artırıyor. ABD ise uçuruma doğru ilerleyip askeri güçlerini artırmak istiyor. Bu gibi uygulamaları Vietnam'da başarısız olmuştu. Şimdi Amerikan kamuoyu, ülkeye gelmeye devam eden asker cesetlerine kitlesel tepki göstermeden ne kadar daha kabul edecek.

Obama, Brown, Sarkozy gibi bütün yöneticiler, bizi bu savaşın çok önemli olduğuna inandırmaya çalışıyor ama bu savaş, bütün bölgeyi bozuyor. Önce Pakistan bozuluyor. Bu ülke, ABD'nin büyük müttefiki olup atom bombasına sahiptir. Pakistan gizli servisleri, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal ettiği dönemde, işgal ordularına karşı savaş ağalarının ve Taliban güçlerinin silahlanmasında önemli görevler üstlenmişlerdi. Ama bu durum, şimdi ters etki yapıyor. Şimdi Pakistan ile Afganistan arasındaki sınır bölgeler, dini veya etnik (Peştun) temellerde hareket eden silahlı güçlerin denetimi altında. Pakistan ordusu, ABD desteğiyle yaptığı bir sürü askeri müdahaleye rağmen bir türlü sonuç alamadığı gibi, kargaşalık Pakistan sınırlarını aşıp ülkenin bütününü tehdit etmeye başladı.

Filistin sorununa gelince, ABD'nin bazı Arap ülkelerine yönelik nutukların dışında önemli bir değişiklik yoktur.

ABD ile diğer büyük güçler, İsrail'in savaş uçaklarıyla 2008-2009 kışında haftalarca Gazze'yi bombalamasına göz yumdular.

Şubat 2009'da iktidara gelen Netanyahu hükümeti şimdiye kadarki en sağcı en gerici ve Filistinlilere karşı en açıkça düşmanlık besleyen hükümetlerden biridir. Batı Şeria'daki yerleşimleri sürdürüp, iki halkı birbirinden ayıran utanç duvarının inşasını, yani ırkçı siyasetini devam ettirip, Filistin halkı için sürekli bir kışkırtma olarak algılanan davranışlardan da vazgeçmiyor.

Aslında bu siyaset, "İsrail'in güvenliği için gerekli" iddiasıyla bütün geçmiş hükümetler tarafından uygulandı. Bu siyaset, iki halk arasındaki uçurumu daha da büyüttü; akan kan kini daha da çoğalttı. Filistin halkına yapılan baskıyı dayanılmaz seviyeye getirdi; Filistin hareketi içerisinde Hamas'ın güçlenmesine yol açtı; Gazze ile Batı Şeria arasında parçalara bölünmüş Filistin topraklarını daha da parçaladı ve bütün bunlara rağmen İsrail'in güvenliği hiç de artmadı. Gazze'nin bombalanması, Batı Şeria'daki yerleşimlerin çoğalması, utanç duvarının yükselmesi, Batı Şeria'da, Filistinlilere verilen suyun kişi başına günde 20 litre ile sınırlandırılması sonucu insanların susuzluğa itilmeleri, Filistin kitleleri arasında gelişmekte olan ümitsiz eylemlerini artırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Afrika kıtasında bazı savaşlar bitmiş olsa da - Liberya veya Sierra Leone - onların yerini başkaları aldı. Örneğin Sudan'ın bir bölgesinde, Çat veya Somali'de savaş var. Bunlara ek olarak Nijerya, Nijer, Guine-Bissao, Moritanya'da farklı yoğunluklarda etnik veya dinsel iç savaşlar sürüyor. Fildişi Sahili'ne gelince, Eylül 2002'de askeri darbe girişimi ile ülkenin Kuzey ve Güney şeklinde ikiye bölünmesiyle başlayan savaşta, silahların gölgesinde bir tür barışa dönülmüş ise de ülkenin bölünmüşlüğü sürüyor.

Ekonominin kötüye gidişi, kaçınılmaz olarak beraberinde yeni çatışmaları getirecek ve devam edenlerin de şiddetlenmesine yol açacak. Yoksulluğun arttığı bölgelerde bir silaha sahip olmak, insanın karnının dolayabilmesini sağladığında, ortaya çıkan silahlı çeteler yoksulluğu daha da artırıyor.

Siyah Afrika, yükselen Avrupa burjuvazisinin köle ticaretinden dolayı büyük bedel ödeyip büyük nüfus kaybına uğramıştı. Şimdi ise emperyalizmin devam etmesi nedeniyle en büyük bedeli ödüyor.

Demokratik Kongo Cumhuriyeti (eski Zaire) yüz ölçümü ve sahip olduğu yeraltı zenginlikleri açısından Afrika'nın üçüncü büyük ülkesi olarak, Afrika kıtasının çelişkilerini çok iyi ortaya koyuyor. Geçen Ekim ayında Kongo senatosunun yayınladığı bir araştırma devletin, toprakları üzerinde kaç tane maden şirketinin faaliyet yaptığını tam olarak tespit edebilmekten ve de gerekli vergileri toplayabilmekten aciz olduğunu belirtiyor. Birçok Batılı büyük şirket, Kongo'da direk veya dolaylı yollarla kobalt, bakır, altın, gümüş, elmas, kotlan madenlerini işleyip ülkelerine gönderiyorlar. Bütün bunlar, yerli halka hiçbir gelir getirmediği gibi Kongo devletinin kasalarına vergi katkısında bile bulunmuyor. Sadece şirketlerin güvenliği ile ilgilenen yerli savaş ağaları küçücük bir pay alıyor. Ülkede yaşayan 70 milyon insanın ezici çoğunluğu, Le Monde gazetesinin yazdığı gibi: "Yerel savaşlar, devletin siyasi ve idari vurdumduymazlığından ve özellikle yağmalardan dolayı insanca yaşam şartlarının çok altında."

Gabon'da 42 yıl boyunca diktatörlük rejimini sürdüren Omar Bongo'nun yerine Fransa'nın alkışlarıyla oğlunun geçmesi ve Angolagate rezaletiyle ilgili son gelişmeler, Fransa'nın eski sömürgelerinde ve hatta daha da geniş çapta ne gibi çirkin siyasetler uyguladığını gösteriyor.

Sarkozy iktidara ilk geldiğinde verdiği, Afrika ülkelerindeki, özellikle de eski Fransız sömürgelerinde hüküm sürmekte olan diktatörlerle, devletin, siyasi yöneticilerin ve bürokratların şimdiye kadar uyguladıkları yakın ilişkilerden vazgeçileceği vaatlerinin uygulanmasını beklemek saflık olur. Bu ilişkilerde her taraf çıkarını koruyor: Afrika diktatörleri, iktidarlarını güvence altına alıp uluslararası diplomatik ilişkilere sahiptirler. Fransız emperyalizmi ise siparişler, pazar, etki alanı ve de Fransız siyasetçileri ve devlet ileri gelenleri, Afrika diktatörlerinin verdiği değerli hediyelerden yararlanıyorlar (çünkü bu diktatörler kendi halklarından zorla aldıkları zenginlikleri cönmertçe harcıyorlar!). Angolagate, en azından siyasetçilerin, (hem sağ hem sol) örneğin bir eski bakanın, bir eski valinin, silah kaçakçılarının, dolandırıcıların ek olarak da bazı tanınmış yazar ve araştırmacıların karanlık ilişkileri üzerindeki sis perdesini biraz aydınlattı. Ancak bu ilişkilerde elden ele geçen milyonlar, yoksul kitlelerin sırtından ve Afrika'nın talanından elde edilen devasa miktara göre ufak bir kırıntıdır.

Fransız büyük sermayesinin kârının en büyük bölümü artık Afrika ülkelerinin ekonomilerine el atmasından kaynaklanmasa da, bazı büyük Fransız kapitalist grupları Bollore, Bouygues, Michelin, Pinault, Sade, Aga Khan ve hatta CAC 40 (Fransız borsası) bağlı Total, Areva, Air France, Eramet, Vinci gibi şirketlerin ve BNP, Societe Generale, Credit du Nord gibi bankalar ve üstelik silah tüccarları için bu hala daha geçerli.

Fransız devleti, Afrika'daki çıkarlarını garanti altına almak için şu anda bu kıtada 10 bin asker bulunduruyor. Bu askerlerin yarısı, sürekli olarak Djibuti, Senegal, Gabon askeri üstlerinde ve diğerleri "Licorne" ismiyle Fildişi Sahilinde, "Epervier" ismiyle Çad'ta. Bunlara ek olarak, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti ordularına eğitim veren Avrupa Birliği askeri güçleri arasında, Fransız askeri var.

Çad'taki diktatörlük, iki defa silahlı isyanla devrilmek üzeriyken Fransa'nın askeri müdahalesiyle kıl payı kurtarıldı.

Resmi açıklamalara göre Fransız ordusu, Fildişi Sahili'nde 4 bin asker bulunduruyor ve bunun amacı, ülke ordusunun resmi hükümeti olan Güney ile ordunun isyan eden ve Kuzeyinde bulunan bölümü arasında tampon görevi üstlenmesidir. Fildişi Sahili'nin resmi cumhurbaşkanı Bagbo ile Kuzey'deki isyancıların lideri Soro arasında yapılan ve Soro'nun başbakan olması ile resmileştirilen anlaşmadan bu yana, bütün siyasi çevreler ve özellikle de Fransız emperyalizmi, ülkenin bölünmüşlüğün sona ermesini ve de ordunun neticelendireceği iddia edilen cumhurbaşkanı seçimini bekliyor.

Bu sözü edilen seçim, birkaç defa iptal edildikten sonra "kesin" olarak 29 Kasım 2009 tarihine karar kılındı. Ama yine de büyük bir ihtimalle, seçim bu tarihte yapılmayacak. Resmi kaynaklar, bütün seçmen kayıtlarının yapılmadığı ve herkese seçmen kartlarının dağıtılmadığı gerekçesini öne sürse de esas sorunun, isyan eden askeri şeflerin bazı bölgelerde kazançlı hakimiyet bölgeleri oluşturmalarından ileri geldiği belirtiliyor. Yayınlanan son bir Birleşmiş Milletler raporuna göre bu sözü edilen askeri şefler, bölgelerindeki "doğal kaynakları, kakaoyu, pamuğu, keresteleri, cevizi, altını ve elması kendileri işleyerek ve üreterek ihraç ediyorlar".

Bagbo da bu durumdan şikâyetçi değil, çünkü 2005 yılında cumhurbaşkanlığı süresi bitmiş olmasına rağmen hala bu koltukta oturmaya devam ediyor.

"Ülkenin büyük çıkarları" söz konusu olsa bile, çıkar çevreleri oluşturanlar, karşılığında önemli çıkar elde etmeden bunlardan vazgeçmek istemiyorlar. Fildişi Sahili burjuvazisi ve de Fransız burjuvazisi laik oldukları siyasetçilere sahiptir!

Gerginliklerin devam ettiği, sıcak küller altında her an patlamaya hazır ateşin varlığı sadece geri kalmış ülkelerin üçte ikisi ile sınırlı değil. Avrupa'da, Yugoslavya'nın dağılmasından sonra oluşan Slovenya, Avrupa Birliği ve avro bölgesine katılmış olsa da; Hırvatistan üye olma aşamasında olsa bile; diğer yandan Bosna ve Kosova, Batılı güçlerin kanatları altında, güvende olduğu iddialarına rağmen, hiç de istikrarlı değiller.

Bosna, Dayton anlaşmalarının üzerinden 14 yıl geçmiş olmasına, "yüksek bir bürokratın" protektorası altında idare edilmesine rağmen, yönetim açısından felç olmuş durumunda. İkiye bölünmüş olup bir tarafta "Sırp Cumhuriyeti" diğer tarafta ise neredeyse bağımsız "Hırvat-Müslüman Federasyonu" bulunuyor. Bunlardan ilkini, hükümet şefine bağlı bir tür siyasi-mafya karşımı çevreler yönetiyor ve bölgeyi bu şekilde idare etmeye kararlı görünüyor. İkinci parçası ise resmen etnik kökene dayansa bile karışık çıkar ilişkilerine bağlandı.

Kosova'ya gelince, bağımsızlığı Rusya ve İspanya gibi birçok ülke tarafından tanınmadı ve de çoğunluk Arnavutlar ile azınlık Sırplar, birlerini parçalıyorlar. Bu bölgede de siyasi çatışma, her türlü çeteye, yeraltı dünyasına ve organize cinayet çetelerine yarıyor.

Uluslararası diplomasi, eski Yugoslavya'nın parçalanmasını uluslaşma prensibine dayandırıyordu. Ancak bu bölünmelere rağmen, daha doğrusu bu bölünmeler yüzünden, geçen yüz yılın başından bu yana devam eden Balkan savaşlarından bu yana, en önemli iki ulusal sorun, yani Sırp ve Arnavut sorunu hala daha çözülemedi.

En çok göze batan ulusal, etnik ve dini sorunlar, eski Yugoslavya bölgelerinde olsa bile bütün Orta Avrupa bu sorunlar yüzünden barut fıçısı gibi. Büyüyen kriz ve yoksulluk yüzünden, eski Halk Demokrasilerinin bütün bölgelerinde halklar arasındaki gerginlik giderek artıyor.

Avrupa'nın bu sözü edilen bölgelerindeki sınırlar, Birinci Dünya Savaşı'nın galip gelen emperyalist ülkeleri tarafından ve onların çıkarları doğrultusunda çizildi. Sonra da Yalta'da ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Postam'da yapılan anlaşmalarla, kesinlikle bölgedeki halkların çıkarları göz önünde bulundurulmadan, halklar parçalanarak, bölünerek, zorla yeniden çizildi. Bu temellerde oluşturulan devletlerin çoğunda en azından birkaç tane azınlık var ve bu azınlıklar, lâfebeliği yapan aşırı sağın hedefidirler.

Bütün bu ulusal azınlıklara ek olarak bölgenin her ülkesinde en yoksul, en çok ezilen kitlelerin bir parçasını oluşturan ve faşizan aşırı sağcı grupçukların öncelikle saldırdıkları hedef olan Romanlar var. Son Avrupa seçimlerinde aşırı sağ, ulusal azınlıklara karşı lâfebeliği ve Romanlara karşı ırkçılık yaparak, oylarını önemli boyutlarda artırdı.

Aşırı sağ gruplarının savundukları iğrenç fikirler, gittikçe güçleniyor ve de emekçiler için fiziki bir tehlike oluşturmaya başlıyor. Bu sözü edilen ülkelerde işçi sınıfı, genellikle eski Halk Demokrasilerinden kalma büyük işyerlerinde (hepsi kapatılmadı) toplu halde var olup sayıca da önemli bir güç oluşturmaya devam ediyor.

Polonya, Çekoslovakya, Macaristan ve Romanya işçi sınıflarının eskilere dayanan sınıf mücadelesi deneyimleri var. Bu işçi sınıfları, önce sosyalist olduğunu iddia eden rejimler tarafından sömürüldü ve baskıya uğradı. Şimdi ise özel sermayenin sömürüsü ve baskıları altında olup, Avrupa'nın diğer işçi sınıflarına göre kafası daha da karışıktır. Krizin vardığı nokta ve kötüleşmesi sosyal patlamaya yol açabileceğinden dolayı bu sonradan görme ve daha saldırgan yerli burjuvazinin arkasında, bu ülke ekonomilerine el atmış olan Batılı büyük burjuvazi vardır.

İşte böyle bir ortamda, aşırı sağ grupların güçlenmesi, işçi sınıfı için büyük bir tehlike oluşturuyor. Çünkü bu gruplar, komünist düşmanlığı temelinde milliyetçi bir söylem kullanarak işçi "grevlerine" her an saldırabilirler.

Rusya ekonomisi ve bütçesi 2000 yılından sonra özellikle petrol, gaz ve bazı hammaddelerin fiyat artışıyla olumlu etkilendi. Örneğin akaryakıt, ihracat gelirinin yüzde 50'sini, metal ve metal ürünleri yüzde 20'ni oluşturuyor. Bu hammaddelerin fiyatındaki önemli artış, Rusya'nın borçlarını ödemesini ve de Ağustos 2008'de 600 milyar dolar rezerv oluşturmasını sağladı (bu arada oligarklar ekonominin kaynaklarına el attığı için bu vesileyle büyük servet edindiler). Kasım 2008'de Putin, "ekonomi, dışarıdan gelecek ani hareketlere karşı oluşturduğumuz uluslararası rezerv tarafından korunacak" diye övünmüştü. Ama bu rezerv, birkaç ay içinde kar gibi eriyip 2009'da 370 milyar dolara indi.

İlk başta Rusya için olumlu olan gaz ve petrol fiyatındaki iniş ve çıkış, kriz nedeniyle olumsuz yöne gitti. Ekonominin üretim sektörü, büyük bir darbe yiyip sanayi üretimi, bir yıl öncesine kıyasla, Kasım 2008'de yüzde 8, Aralık 2008'de yüzde 10 ve Ocak 2009'da yüzde 16'lık düşüş yaşadı.

Rusya ekonomisine bağlı büyük oligarkların başına gelenler için tabii ki üzülecek değiliz; örneğin Putin'in desteklediği alüminyum kralı Deripaska, 20 milyar dolar kaybetmiş. Ancak gelişmeler, eski Sovyetlerin geçmişinden dolayı, farklı sonuçlara yol açtı.

Sovyetler Birliği ekonomisinin temel özelliklerinden biri tek ürün temelinde oluşturulmuş dev üretim merkezlerinin varlığı idi: Örneğin AvtoVaz araba fabrikalarında 102 bin emekçi çalışıyor (hisse senetlerinin dörtte biri Renault'a ait) ve bir kentin ekonomisi olduğu gibi buna dayanıyor. Başka birçok kentte olduğu gibi. Yirmi yılda eski Sovyetler Birliği, yasalar açısından bir sürü değişikliğe uğramış olmasına rağmen, ekonominin temel işleyişi planlı dönemden kalma temeller üzerinde işlemeye devam ediyor. Son yayınlanan verilere göre (Le Monde gazetesi verileri) krizin başladığı dönemde Rusya'nın ulusal üretiminin (GSMH) yüzde 40'ı, tek ürün üreten tek büyük sanayi merkezi etrafında oluşan şehirlerde gerçekleştirildi.

Rusya Federasyonunda tek sanayi ürününe bağlı, 400 tane kent var ve toplam nüfusları 25 milyondur. Üstelik planlama sayesinde zor şartları olan bölgelerde bile bu gibi yeni kentler oluşturmak mümkün oldu. Bu üretim merkezleri gibi bunlara bağlı olan kentlerin hem şimdiki durumu hem de geleceği, geçmişte olduğu gibi şimdi de ülkenin tamamını kapsayan sanayi ile olan bağlarına dayanıyor. Planlı ekonomi döneminde bu doğal bir şekilde yapılıyordu. Ama şimdi, planlı dönemde ülke seviyesinde kurulmuş olan bağlardaki kopukluklar nedeniyle, sorunlar artarak büyüyor.

Örneğin böyle bir üretim merkezini kriz etkilediğinde, sorun sadece işten atılan emekçilerle sınırlı kalmayıp, kentin elektrik, ısınma, sosyal hizmetleri (okula giden çocukların tatilleri, okulda verilen yemekler, kentin sağlık hizmetleri gibi) şirket tarafından karşılandığı için bütün kent yaşamı etkiliyor.

Bu kentlerde bir şirket kapandığında, toplumsal patlama riski çok büyük olduğu için hem siyasi yöneticiler hem de bu şirketlerin idarecileri, kriz durumunda şirketi kapatmak yerine daha çok çalışma süresini azaltmayı veya belirli dönemlerde üretime ara vermeyi tercih ediyorlar.

Çin'de devlet, emekçileri aşırı derecede sömürmesi sayesinde, ABD'den sonra, dünyada en büyük para rezervine, 2 kat trilyon dolara sahiptir. Bu nedenle de bu iki ülke arasında yaratılan bağımlılıktan hareket ederek, Çin'deki ekonomik büyümenin, krize saptanmış dünya ekonomisini kurtaracağı, Çin'in, ABD gibi ekonomik bir deve dönüşeceği gibi hayali senaryo kuranlar var. Ama arada şu unutuluyor: Bağımlılık, bir tarafta gelişmiş, devasa bir iç pazara sahip ve de mali alanda daha da belirleyici bir ülke ile diğer tarafta dört katı büyük bir nüfusa sahip olmasına rağmen kitlelerin büyük çoğunluğunun yoksulluk içinde yaşadığı ve bu nedenle de iç pazarı çok sınırlı olan başka bir ülke arasındadır.

Genellikle Çin'den "dünyanın atölyesi" diye söz ediliyor. Ama bu atölyenin üretiminin küçük bir bölümü Çin pazarı içindir. Üstelik Çin'de üretim yapan şirketlerin büyük çoğunluğu Japon, ABD, Tayvan gibi ülke sermayelerinin taşeron şirketleridir.

Bugünkü Çin'in gerçekliği, bir tarafta Şangay ve Pekin'de olduğu gibi, çok modern semtler, lüks yaşam ve Olimpiyat oyunlarından geriye kalan ışıklandırma; diğer tarafta ise nüfusun çoğunluğunun yoksulluk içinde, devlet ya da parti bürokrasisinden gelme sonradan görme zenginlerin uşağıdır. Bu süreç birkaç on yıldan beri sürüyor, ancak son yıllardaki kriz bu süreci hızlandırıyor gibi.

Bir yandan Çin, dünya milyarderleri sıralandırılmasında, ABD'den sonra ikinci sıraya tırmandı. ABD'nin 359 ve Çin'in 130 milyarderi var. Le Monde gazetesinin verdiği rakamlara göre bu 130 milyarderin serveti 571 milyar dolardır (yani Çin'in GSMH altıda biri). Diğer yandan ise kriz nedeniyle kırlardan kentlere bir iş ve ücret için gelmiş onlarca milyon emekçi işten atılıp yeniden kırlardaki yoksul hayata dönmek zorunda kaldı.

Ama sansasyonel haber ve yorum peşinde olan basın çevreleri şu açıdan haklı çıkabilir: Belki de dünyanın geleceğini Çin belirleyecek. Ancak bunun nedeni, son yıllarda şampanya, sürahisi 10 bin avro olan konyak gibi lüks ticareti cirolarına büyük katkı yapan Çin milyarderleri değil, gittikçe büyüyen Çin işçi sınıfı olacak.

Tuhaf karşılaştırmalar yapan bazı uzmanlara göre Çin, kendisine komünist demeye devam eden bir parti önderliğinde, Brezilya'nın önünde ve Güney Afrika'nın bir gerisinde, toplumsal eşitsizliğin en fazla olduğu bir ülkeymiş (bu gibi karşılaştırmalardan çok daha çirkin olanlar da var). Çin'de gelişen eşitsizlik, belki de ülkenin ekonomik ve toplumsal yapısını toz duman edecek patlayıcı malzemeleri biriktiriyorlar. Ve Çin'in dünyadaki ağırlığı göz önünde bulundurulduğunda, patlamanın etkileri daha da geniş olabilir.

Şüphesiz ki Çin, işçi sınıfının çıkarlarını savunan gerçek bir siyasi partinin yokluğu en çok hissedilen ülkedir.

Yüz ölçümü olarak ve özellikle de nüfusu açısından devasa büyüklükte olan Çin'de, ülkeyi bir arada tutan tek olgu, tamamen imtiyazlı sınıfın hizmetinde olan güçlü devlet yapısıdır. Böyle merkezi bir güce karşı, şiddetli toplumsal patlamalar, dağınık ve farklı zamanlarda olduğu müddetçe zafere ulaşamaz.

Ama başka dönemlerde, örneğin 1920'li yıllarda Çin işçi sınıfı, sayı olarak bu güne göre çok daha az olmasına rağmen, içinden çıkan bilinçli insanlarla bir komünist parti oluşturabilmişti. Geleceğin anahtarı kesinlikle, Çin işçi sınıfının yeniden gerçek bir komünist parti oluşturup yeni oluşan burjuva sınıfına ve ona bağlı olan devlet aygıtı bürokratlarına karşı, sınıf temellerinde bir savaş yürütebilme kapasitesine bağlıdır.

Bazı yoksul ülkelerde son yıllarda uygulanan baskılar, yerel savaşlar ve daha da beteri, yoksulluk ve hatta açlık, gittikçe daha çok sayıda insanı göçe itiyor. Göç, sadece Latin Amerika ve Karayiplerden, ABD veya Kanada'ya veya Afrika'dan Avrupa'ya doğru sınırlı olmayıp, aynı zamanda, yoksul Doğu Avrupa'dan zengin Batı Avrupa'ya veya Endonezya, Filipinler, Malezya'dan Ortadoğu petrol ülkelerine doğru da oluyor.

Göç, hem bireler hem bazı bölgeler hem de bazı ülkeler için varlığını sürdürme yolu oldu. Örneğin, Birleşmiş Miletler'in denetimi altında yayınlanan bir raporda, Afrika'dan göç eden işçilerin, her yıl Afrika'ya (ülkelerine) son krizden önce 40 milyar dolar değerinde para gönderdikleri belirtiliyor. Bu miktar "yoksul ülkelere" veya "kalkınma yardımı" adı altında verilen gülünç miktarlarla kıyaslama bile götürmez. Göç veren ülkelerdeki kitlelerin önemli bir bölümü göçmenlerin gönderdikleri para sayesinde ayakta durabiliyor. Yine bu göçmenlerin gönderdiği para sayesinde bazı köyler, topluma hizmet veren alt yapının bir kısmını, ilkokulları gerçekleştirebiliyorlar.

Göçmen işçilerin kriz ve işsizlikten etkilenmesinden dolayı, gönderdikleri para miktarının azalmasından ötürü bu ülkeler çok kötü bir şekilde sarsıldılar. Para gönderme, sadece Afrika kökenli göçmenlerle sınırlı değil. Göçmenlerin gönderdiği para, bazı Asya ve hatta Avrupa ülkeleri için ülkenin milli gelirine oranla büyük miktarı temsil ediyor: Tacikistan için yüzde 45, Moldova için yüzde 38'dir.

Göçün büyümesi, emperyalist düzenin küreselleşmesinin bir yönüdür. Emperyalizm sermaye ve ürünlerini sınır tanımadan bütün dünyada dolaştırma olanağını yaratarak dünyayı birleştirdi. Ama diğer yandan zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki uçurumu daha da büyüterek mali krizin etkileri sonucu gıda ürünlerinin fiyatlarına müthiş zamlar getirerek, insanları göçe mecbur kılıyor ama göç etmek isteyen insanlara bin bir engel çıkarıyor.

Emperyalist dünyanın liderleri, bir yandan Berlin duvarının yıkılışının anma tarihini kutlarlarken diğer yandan siyasi nedenlerden ötürü İsrail'in Filistinlilere karşı yaptığı gibi duvarlar örüyorlar. ABD ile Meksika arasında; Avrupa'nın güney sınırları arasında Kueta ve Melilla arasında ve ek olarak da Avrupa Birliği'ne yeni katılan Doğu Avrupa ülkelerinde Şengen sınırları diye ekonomik duvarlar örüyorlar.

Ancak yine de en kötü duvar beton ve dikenli tel örgüleriyle oluşturulanlar değil. En zararlı olanlar göçleri büyük bir tehlike olarak tanıtıp göçmenlere karşı engeller ve filtreler oluşturmak amacıyla insanların beyinlerine yerleştirilen gerici siyasi fikirlerdir.

Kokuşmakta olan emperyalist hükümetlerin göç konusunda uyguladığı siyaset, emperyalizmin oluşum sürecinde uyguladıklarına göre geriye gidiştir.

Şunu hatırlatmakta yarar var: 19'un yüzyılın sonralarında ve 20'incinin başlarında ilk küreselleşme diye adlandırılan dönemde, Doğu ve Güney Avrupa'dan Batı Avrupa'ya ve özellikle de Avrupa'dan ABD'ye kitlesel göç yaşanmıştı. O dönem emperyalizm, çok önemli sayıda insanın göç etmesine yol açmıştı ama onlara karşı ne fiziki ne de yasal engellerler çıkarmıştı ve de o dönemde "oturma izni olmayan" diye bir kavram yoktu.

Ayrıca şunu hatırlatmakta da yarar var: O dönemdeki işçi sınıfı hareketi, devrimciliğini yitirmemiş, göçü farklı yerlerden gelen işçilerin birleşmesi, çok olumlu ve hatta işçi sınıfı enternasyonalizminin temel unsurlarından biri olduğunu savunan Sosyalist Enternasyonal tarafından temsil ediliyordu.

O dönemin göç alan ülkelerdeki büyük işçi partileri, yeni gelen göçmen işçilerle ilgilenip uyum sağlamalarına yardımcı oldukları gibi ek olarak onlara işçi sınıfının en iyi geleneklerini aktarmak için özel gayret gösteriyorlardı. Patronların işçileri bölmek için yaptıkları oyunlara karşı, o zamankiler şimdi yaptıklarından daha iyi değildi, mücadele ediyorlardı. Bunu, sadece prensipleri hatırlatmakla yetinmeyip yeni gelen göçmen işçilerle diğer işçilerin aynı ücret almaları ve de aynı yaşam şartlarına kavuşabilmeleri için mücadele vererek yapıyorlardı.

Şimdi bu eski büyük işçi partileri hükümete gelince, diğer alanlarda olduğu gibi göç alanında da, sağın uyguladığı aynı gerici siyaseti uyguluyorlar. Bu da ne kadar yozlaştıklarını gösteriyor.

Devrimci komünist militanlar için komünizm, yapılması gerekli olan, basit bir dayanışma ile sınırlı değil.

Tıpkı burjuvazinin devrimci olduğu dönemde savunduğu ulus kavramı gibi işçi sınıfı dünyanın birleşmesinin gerekliliği fikrini savunur. Bunun nedeni çok basittir: Bunun dışında başka bir gerçek çözüm yoktur. "Bütün ülkelerin emekçileri birleşin!" sözü, sadece kapitalizme karşı, ülkeleri ne olursa olsun bütün emekçilerin birleşmesi gerektiği fikrini özetleyen bir fikir değildir. Daha fazlasıdır; yani sömürünün kalkacağı, üretim araçlarının özel mülkiyete dayanmayacağı, kâr ve rekabetin olmayacağı, demokratik ve denetim altında olan, Marksın deyimiyle "herkesin yeteneklerine göre değil, ihtiyaçlarına göre" işleyen bir toplum sadece ve sadece, dünya işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilebilir.