2007 yılında uluslararası siyasi durum (Lutte Ouvriere 36'ıncı Kongre Metinleri - Lutte de classe (Sınıf Mücadelesi) dergisinin 109 numaralı sayısından çevrilmiştir)

Yazdır
26 ekim 2007

Ekonominin "küreselleşmesi", "globalleşmesi", sınırların sermaye dolaşımına ve aynı ölçüde ürünlere de açılması ve de farklı ülke ekonomilerinin daha çok iç içe geçmesi daha istikrarlı bir dünya düzenine yol açmıyor. Her ne kadar Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla dünyada iki kutupluluk bitmese de gerginlik, sıcak çatışmalar veya arada bir alevlenen çatışmalar devam ediyor. Bir gerginlik giderilmişe benzerken hemen ardından bir yenisi ortaya çıkıyor. Soğuk savaş döneminden miras kalan en eski gerginliklerden biri olan iki Kore arasındaki düşmanlık ABD'nin öncülüğünde giderilme sürecine girdiği bir ortamda ABD'nin en sadık dostlarından biri olan Pakistan islamcı çatışmaların yuvası haline dönüşme tehlikesi taşıyor.

Yoksulluğa itilmiş ve ezilen halkların rahatsızlıkları sürekli bir şekilde emperyalist dünya düzenini tehdit ediyor ve çoğu zaman bu rahatsızlıklar kendi aralarında rakip olan veya olmayan emperyalist güçlerin oyunları sonucu daha da büyüyor. Halkların bilimsel, teknik ve çevre sorunlarını özel mülkiyet, kâr sistemi ve onun yol açtığı rekabet temelinde olan bu düzen içinde veya gelecekte çözebilme olanaklarının imkansızılığı, şimdiye kadar bu günkü seviyeye ulaşmamıştı. Çünkü bu sorunlar ancak birlikte çözülebilir. Emperyalist "küreselleşme" yerküresini birleştirmedi. Yaptığı tek şey, farklı büyük kapitalist gurupların kendi aralarındaki mücadeleyi bağlı oldukları emperyalist ülke devletini de kullanarak bütün dünyaya yaymış olmalarıdır. Devlet desteği olmadığı hallerde Üçüncü Dünya Ülkelerinde var olan veya var olmasına yardımcı oldukları etnik, aşiret veya dinci silahlı çapulcuları kullanıyorlar.

Emperyalist hakimiyet altında olan yerküresinin birleşmesi en kötu şekillerde oluyor: Mali çalkantılar anında dünyaya yayılıyor veya bazı kalkınmış ülkelerin mali piyasalarında gıda ürünleriyle ilgili spekülasyon onlarca milyon insanın daha açlıktan ölmesiyle sonuçlanıyor.

Emperyalist "küreselleşmenin" devletleri birbirlerine daha çok yakınlaştırmadığının en somut örneği eski Sovyetler Birliği bloğunun dağılma sürecinde gerileyip 1996'da en alt seviyede olmasına rağmen askeri harcamaların yeniden hızlanıp 2005'te Soğuk Savaş dönemi sonrasındaki seviyeye çıkmasıdır. Askeri harcamalar büyük bir hızla devam ediyor. ABD'nin askeri harcamaları 1996'da 318 milyar dolar iken 2005'te 478 milyar dolara fırladı. Ve böylece 9 yıl içinde yüzde 50'lik bir artış gösterdi.

Tabii ki bu gidişatın başını ABD çekse de, bu durum diğer büyük ülkelerde de aynı şekilde gelişiyor.

Silah üretimindeki yarış, gerileyen meta üretimi ortamında payını daha da arttırıyor ve aynı zamanda uluslararası bir çok gerginliğin yansıması olup, sermaye sınıfı için ekonomik bir zorunluluktur. Siyasi yöneticiler liberal ekonominin gereği vaazları verip, ekonomide devletin müdahalesine karşıymışlar gibi davranıyorlar. Ama aslında bazı sanayi kollarında devletin mali desteği olmazsa kapitalist ekonomi varlığını sürdüremez.

Dünya ticaretinin en önemli bölümünü silah ticareti oluşturuyor. ABD'den sonra en önemli silah tüccarı ülke Fransa'dır. Promosyonlu silah ticareti yapan eski Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan ülkelere, ki bu ülkeler eski dönemden kalan silahların kelepir satışını yapıyor, bir de Çin'i eklemek gerekir.

Silah pazarı büyük güçlerin kıran kırana rekabet ettiği bir alan ve herkes bu uluslararası pazarda kendi şirketlerini destekliyor. Örneğin ABD, Northrop Grumman, General Dynamics, Lockheed Martini ve Fransa ise Dassault veya Lagardere guruplarını destekliyor. Tabii ki Fransa bunu şöyle veya böyle başarılı bir şekilde sürdürebiliyor: Örneğin Paris ile iyi ilişkileri olan Fas bile, Dassault'un pazarlama müdürü gibi davranan Sarkozy'nin tüm ısrarlarına rağmen Locltheed Martin'in ürettiği F-l6'ları tercih edip son nesil Raffales savaş uçaklarına rağbet göstermedi. Ama Dassualt için Fransız devleti bir velinimet gibi. Çünkü hem Raffales'in üretiminde önemli mali destek sağladı hem de temel müşteri olarak, ki şu ana kadar tek müşteridir, görevini yerine getiriyor. Fransız devletinin eğitim veya hastaneler için parası yok ama Dassault için her zaman parası vardır.

Silahlanma yarışının siyasi gerekçesi, özellikle de ABD'nin gerekçesi terörizme karşı mücadele. Bu iddia ABD yöneticilerinin Irak'ı işgal etmek için ileri sürdükleri, Saddam Hüseyin'in kitle imha silahlarına sahip olduğu bahanesinden daha abes.

Örneğin nükleer füzelerin havada imha edilmesi yani anti füze savunma sistemi ve bunları terörizme karşı mücadelede kullanma iddiası ile Polonya ve Çek Cumhuriyeti'ne üs kurma girişimlerini buna bağlamak ABD yöneticilerinin sınırsız hayasızlığını gerektirir.

Basın, çoğu zaman Putin Rusyası'nın petrol ve gaz fiyatlarındaki önemli artışlardan yararlanıp devlet gelirlerini çok önemli boyutlarda arttırdığını ve bu nedenle Yeltsin dönemine göre çok daha saldırgan olduğuna vurgu yapıyor. Ama olayları bu şekilde yansıtmak çarpıtmadır. Çünkü ABD'nin sistemli bir şekilde eski Halk Demokrasileri ve de eski Sovyetler Birliği sınırları içinde oluşan bir sürü devlette askeri üsler kurduğundan söz bile edilmiyor. Eski 14 Sovyet Cumhuriyeti'nin yarısında ya ABD üsleri mevcut ya da oluşum sürecinde. Buna ek olarak güç dengesinin farklı olduğu dönemde zamanın Sovyetler Birliği ile ABD arasında silahlanmaya sınır getiren anlaşmalar ve sonra bunların ABD tarafindan kabul edilmemesi (silahlanma yarışına sınır getiren START veya anti balistik füzelerle ilgili ABM anlaşmaları) gösterilebilir. Pasifistlerin ve diğer silahsızlanma savunucularının hoşlarına gitmese de bu gibi anlaşmalar güç dengeleri değiştiği anda yırtırlıp çöpe atılır.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra yerküresinin süper güç sıfatı ABD'nin elinde kaldı ve bu sıfatla da uluslararası düzenin jandarmasıdır. ABD bu görevi üstlendiğinden bu yana altı yıl geçti ve bu süre içinde her ne kadar istediği gibi askeri müdahale yapma imkanı olsa da, yaptığı her müdahale başarısızlıkla sonuçlandı.

ABD'nin dünyanın farklı yerlerinde doğrudan veya dolaylı, kendisi veya diğer ülkelerin askeri güçleriyle, açıkça veya gizli servisleriyle yaptığı veya yapmayı planladığı müdahalelerin listesi saymakla bitmez. En önemlilerini hatırlatmakla yetineceğiz.

Irak

Tabii ki en büyük fiyasko Irak örneğinde yaşandı. ABD ordusu Saddam Hüseyin'i kolayca yenebildi ama Bağdat'ta başa getirdikleri yeni rejimi istikrarlı kılamadıkları gibi -ileri sürülen 'demokratikleşme" ise, bu o kadar kaba bir propaganda ki trajik bir komedidir- yol açtıkları iç savaşı dengeleyemiyor ve onu sadece araç olarak kullanmaya çalışıyorlar.

"Büyük Amerikan demokrasisinin" hakimiyeti altında olan Irak, düşman milis orduları arasındaki çatışma, etnik veya dini savaşlarla parçalanmış bir çehre oluşturuyor. Bu ülke Ortadoğu'nun en yüksek seviyede olanıydı. ABD'nin teşvik ve yardımlarıyla İran'a karşı yapılan savaş ve 1991'de ABD'nin yaptığı askeri müdahale, ardından uygulanan ekonomik ambargo ve en son ABD bombardımanları Irak'ı viran etti. İnsani örgütlerin tahminlerine göre, çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 650 bin lraklı öldürüldü. Şimdi halkın yarısı uluslararası kuruluşların gıda yardımıyla hayatta kalabiliyor; sağlık sistemi yok edildi, halkın üçte ikisinin konutlarında su yok, elektrik imkanı belirsiz ve elektrik üretimi savaş öncesinin çok altında.

Irak'ta kitlelerin ödediği bedel, ABD yöneticilerinin hiç umurunda değil. Ama ABD kamuoyunun ABD ordusundaki insan kayıplarının artmasından ve savaşın maliyetinin çok yükselmesinden dolayı artık tepki göstermeye başlaması, ABD yöneticileri için sorun olmaya başladı. Ordunun moralinin de bozulması onlar için daha büyük bir sorun. Başlangıçta, saldırganların risk almadan gökyüzünden Irak şehirlerinin bombalandığı "güzel ve tatlı" savaş dönemi bitti, yerine kanlı çatışmaların, intihar saldırılarının yapıldığı bir dönem yaşanıyor ve bu savaş, artık Vietnam savaşı kadar süreceğe benziyor.

Bu savaşın uzaması nedeniyle ordudan 1 milyon asker ve Ulusal Muhafizlar'dan 400 bin kişi farklı sürelerle Irak'taki savaşa katıldı. Irak'tan geri dönenler, yeniden oraya dönmek niyetinde değil. Genelkurmay yeni asker bulmakta zorlanıyor. Irak'taki görev süresi 12'den 15 aya çıkarıldı. Ordu yeni "gönüllüler" bulabilmek için gittikçe daha çok para öneriyor veya göçmenlere "vatandaşlık" vaatlerinde bulunuyor. Ordu bunlara ek olarak özel "taşeron" şirketlere, askeri operasyonlar için de dahil, daha çok başvuruyor. Bu askerlerin sayısı 30 ile 50 bin arasında, yani ordu güçlerinin üçte birine yakın bir sayı oluşturuyorlar.

Bush yönetimi, şimdi mecliste çoğunluğa sahip Demokrat Parti'nin de desteğiyle Irak savaşına giden bütçe harcamasını sürekli arttırıp daha da bataklığa saplanıyor.

ABD emperyalizminin siyasi ve askeri yöneticileri, bir çelişki ile cambazlık yapmak zorunda. ABD ordusunun varlığı istikrar getireceğine tam aksi etkiyi yapıyor. Ama aynı zamanda bu haliyle Irak'ı terk edip geriye bir kaos bırakamaz.

Irak hem petrol zenginliği hem de stratejik konumu nedeniyle ABD için çok önemli. Irak çok önemli miktarda petrole sahip Ortadoğu için önemli ama aynı zamanda bu bölge barut fıçısı gibi.

Büyük bir ihtimalle ABD'nin Irak'tan geri çekilmesi Vietnam'dan geri çekilmesinden çok daha zor: Çünkü bu iki ülke aynı ölçüde öneme sahip değil.

Emperyalist güçlerin genellikle uyguladığı gibi ABD de bir ülkeye hakim olabilmek için dini ve etnik bölücülüğü kullanıyor. Ülkede bir istikrar ortamı yaratmak için ulusal bir ordu ve polis oluşturmaktan aciz olan ABD, din, aşiret ve etnik temellere dayanan milis güçleri kullanmaya çalışıyor. Kürt çoğunluğun olduğu ülkenin kuzeyinde bu konuda bir deneyim yaşadılar. Ama bu strateji aşagı yukarı etnik ve dini temellere dayanan bölgelerin oluşmasını içeriyor.

ABD toplumlar arası çatışmaları kullanırken bunları daha da vahimleştiriyor. Her ne kadar bu kavram tamamen denk düşmese de ABD "etnik temizliği" desteklemekte ve hatta bunlara yardımcı olmaktadır. Bu ise fiilen Irak'ın parçalanmasının önünu açıyor. Ama bu stratejinin uygulanabilmesi Irak'taki iç savaşa doğrudan veya dolaylı olarak katılan ve muhtemel sonuçlardan etkilenebilecek, başta Türkiye ve İran olmak üzere komşu ülkelerin de onayını gerektiriyor.

Türkiye ve İran ile ilişkiler

Tabii Türkiye, ABD'nin bir müttefiki ve ona bağlı. Ama buna rağmen Türkiye, Kuzey Irak'ta Türkiye'deki Kürtler için bir çekim merkezi ve Türkiye kökenli silahlı milliyetçi Kürtler için bir sınır

ötesi üs görevini görecek bir Kürt devletine şiddetle karşı. Türk ordusunun son zamanlarda, ABD'nin bölgedeki en onemli müttefiki olan Irak'ın Kürt bölgelerine karşı yaptığı askeri operasyonlar, Türkiye ile Kuzey Irak'taki ABD destekli oluşum arasında bir savaşa yol açabilir.

Iran ile nükleer silah bahanesiyle şu anda yaşanan gerginliklerin arkasında İran ile uzlaşma manevraları da yatıyor olabilir. Şah dönemindeki İran, ABD'nin bölgedeki siyasetinin temel direklerinden birini oluşturuyordu.

İran burjuvazisinin çıkarları şu andaki ekonomik ambargonun kaldırılmasıdır. İran burjuvazisinin dayatmaları sonucu Batılı güçlerle yeniden iyi ilişkilerin kurulması mümkün. Çünkü ilişkileri koparan ABD olmuştu. ABD'yi İran konusunda rahatsız eden din değil. ABD, Suudi Arabistan ile gayet iyi anlaşıyor.

Afganistan'dan...

ABD, Fransa dahil müttefikleriyle Afganistan'daki durumu istikrara kavuşturamadı. Demokrat diye sunulan Karzai hükümetinin etki alanı, Kabil sınırlarını aşmıyor. Ülkenin geri kalan kısımlarında savaş ağaları bulundukları bölgelerde hakimiyetlerini sürdürüyor. Emperyalist güçlerin orduları Talibanları yok edemedikleri gibi, ülkeyi işgal etmiş olmalarından dolayı, Talibanlar kendilerini vatanı savunanlar olarak göstererek sürekli bir gerilla savaşı sürdürüyor. Ve bunun bir yan etkisi olarak da komşu Pakistan'da istikrarsızlık yaratılıyor.

... Haiti'ye

Amerikan ordusunun Şubat 2004'te yaptığı müdahale sivil barışı sağlamadı. Tam aksine bunu takip eden iki yıl boyunca devrik başkan Aristide'nin ve cinayet çetelerinin silahlı güçleri eşi görülmemiş bir şiddet estirdi. Amerikan ordusunun yerine gelen Birleşmiş Milletler askerleri de emperyalist düzeni korumakla görevli ve hiç bir zaman kitleleri koruma hedefleri olmadı. Birleşmiş Milletler askeri güçleri, ülkeye zarar veren çapulcu askeri güçlere ek bir güç. 2006'daki seçimde Aristide'nin eski başbakanının başkan seçilmesiyle "Şimerlerin (Aristide yanlisi silahlı çeteler)" faaliyetleri göreceli olarak azalmış olsa da Amerika kıtasının en yoksul ülkesi olan Haiti, yoksulluk batağına saplanmaya devam ediyor.

Himayeci iki emperyalist güç olan ABD ve Fransa, askeri işgal için ülkede harcadıkları paranın bir kısmını bile ülkenin altyapısını oluşturmak için kullanmayı söz konusu bile etmediler. Ve emekçileri sefalet ücretiyle çalıştıran yerel veya diğer patronların üzerinde en küçük bir baskı yapmaya bile yanaşmadılar.

Eski Yugoslavya etrafında dönen dolaplar

Daha yakınımızda, bir barış dönemi yaşandığı söylenen Avrupa'da 1999'da NATO'nun Miloseviç'in Sırbıstanına yaptığı askeri müdahale bölgeyi daha istikrarlı kılmadı.

Aradan on yıla yakın bir zaman geçmesine ragmen Kosova yine NATO ile Avrupa askeri güçlerinin işgali altında. Kosova'nın uluslararası hukuki durumu, Arnavut çoğunluğun bağımsızlık istekleri ve teorik olarak bağlı olduğu Sırbıstan'ın özerklik önerileri, konuyu Batılı ülkeler ile Rusya arasında bir bilek güreşine dönüştürdü. Kosova farklı mafya güçleri hakimiyeti altında olup, çoğunluktaki Arnavutlar ile azınlıktaki Sırplar arasında gerginliğin devam etmesiyle bir çıban başı olmaya devam ediyor.

Bosna-Hersek bağımsız bir devlet olarak tanınmış olsa da, farklı üç toplum olan Sırp-Hırvat ve Boşnaklar'ın kabul gördüğü tek bir devlet aygıtı oluşturmayı henüz başaramadı.

Tito'nun Yugoslavyası bir diktatorlüktü, ama İkinci Dunya Savaşı'nda Nazi işgaline karşı etnik ve dini bölünmelerin de ötesinde, Yugoslav milliyetçiliği temelinde verilen ortak bir mücadele sonucu birlikte yaşayıp küçük milliyetçi sorunları zaman içerisinde çözme olanağı vermişti. Yugoslavya'nın dağılmasından ve emperyalist etki alanına girmesinden sonra geçen yirmi yıl içerisinde eski Yugoslavya'nın zengin ve yoksul, farklı oluşumları arasındaki ekonomik uçurum daha da arttı. Slovakya artık Avrupa Birliği'ne üye oldu ve Hırvatistan aday üyedir. Bu yoksulluk ortamında ulusal veya dini farklılıklar ön plana çıkıyor. Buna bir de emperyalist güçler arasındaki rekabet ekleniyor ve yerel çelişkiler daha da körükleniyor.

Fransız ordusu Fildişi Sahili'nde

Fransız emperyalizminin Fildişi Sahili'ne yaptığı askeri müdahale de kendi ölçeğinde bir fiyasko ile sonuçlandı. Fransız hükümeti Ocak 2003'te Marcousis kentinde 2002 yılı askeri ayaklanmasından bu yana ülkede hakim olan iki düşman kutba bölünmüşlüğe bir çözum getirmedi. En sonunda 4 Mart 2007'de iki taraf, Burkina hükümetinin aracılığıyla Uadugu kentinde bir sözleşme yaparak Kuzey ile Güney arasındaki sıcak savaşa son verme kararı aldılar.

Mevcut başkan Bagbo ve ekonomik başkentin bulunduğu Abidjan'daki Güney hükümeti, başbakan olarak Kuzeyin isyancı siyasi lideri Soro'yu atadı. Ama buna rağmen yine de ülkenin bölünmüş iki parçası yeniden birleşemedi. Ne Kuzeydeki silahlı guruplar ne de Güneyde Bagbo'yu destekleyen silahlı güçler feshedildi. İki rakip gücün siyasi şefinin birleşmenin yararlarına olduğu inancına varmaları yeterli değil. Devlet aygıtının fiili bölünmüşlüğünün de aşılması gerekiyor. Örnegin Kuzeyde bayrak kaldıran yetkililerin terfileri ve bunun getirdiği ek kazanç, merkeze sadık kalan yöneticiler tarafindan kabul edilecek mi? Oluşan bir çok yeni çıkar guruplarının devlet aygıtı içerisinde hazmedilmesi hem siyasi bir irade hem de para gerektiriyor. Şu ana kadar yapılanlar, siyasi manevra ile sınırlı. Kuzeydeki askeri şeflerin tümünün Soro'nun Bagbo ile uzlaşma girişimlerini destekleyeceği kesin değil.

Kararlaştırılmış cumhurbaşkanlığı seçimi 1 Kasım'da ikinci kez iptal edildi. Bu son durum ülkenin güneyindeki en kazançlı ekonomik alanlara el atmış Fransız büyük sermayesinin çıkarlarına fazla darbe vurmuyor. Ne de ülkenin bölünen iki kesimi arasında veya komşu ülkelerle olan her türlü kaçakçılık ve yasa dışı faaliyetlerden kazanç sağlayan çeteleri fazla rahatsız ediyor. Ama kitlelerin büyük çoğunluğu için bir felaket. Kitleler için gittikçe artan yoksulluğun yüküne ek olarak kırsal bölgelerde önemli ölçüde artan etnik linç olayları ve iki tarafın askerlerinin haraca bağlamasından acı çekiyor.

Sözde "barış süreci" bu defa üniformalı haraççılar için yeni bir fırsat doğurdu. Uadugu Anlaşmalarına göre cumhurbaşkanı seçimi hazırlıkları amacıyla kimlik kartı veya seçmen kartı olmayanlara ya da Kuzey kökenlilerin seçimdeki etkisini azaltmak için -çünkü onlar Bagbo'ya karşı olup Alasana Uataray'ı destekliyorlardı- geçmişte Fildişi Sahilli olmadıkları iddiasıyla seçmen kartı verilmeyenlere bu kimliklerin verilmesi için "panayır toplantıları" düzenleniyor. Ama bu "panayır toplantıları" bir ilerleme göstermediği gibi bu toplantılara katılanların güvenliğini sağlamak amacıyla görevlendirilen askerler tarafindan soyuluyorlar.

Afrika: Çürümekte olan devletler

Afrika'daki gelişmelerin en çarpıcı yönü bazı ülkelerdeki devlet aygıtının tamamen dağılma sürecine girmesidir. Merkezi iktidarın neredeyse sözde kaldığı Somali örneği en çarpıcı olanı. Silahlı aşiret çetelerinin başkent Mogadişu'daki bazı semtlerin denetimi için yaptıkları silahlı çatışmalar dahil, ülkenin farklı bölgeleri, savaş ağalarının denetimine geçti ve bu "hakimiyet" bölgeleri çatışma sonucuna göre değişiyor. Ne Amerikan ordusunun 1993'te yaptığı silahlı müdahale ne de dolaylı olarak Etiyopya ordusuna yaptırılan silahlı müdahale bunu değiştirdi.

Bu durum Kongo (eski Zaire) gibi büyük ve en zengin ülkeler için de farklı değil. Şu da bir gerçektir ki, sömürgeci bir mantıkla oluşturulan Zaire'nin toprak bütünlüğü hiç bir zaman uygulanmadı. Birkaç yıldan beri Kongo'ya bağlı ve yüzolçümü İngiltere'nin yüzölçümünden daha büyük olan Kivu, merkezi devlet idaresi Kinşasa'nın denetimi dışına çıktı. Kivu'da bölgelere göre farklı komşu hükümetlerin silahlandırdığı, hatta bazı yerlerde maden tröstlerinin ve bazılarında ise, birkaç tarafın desteklediği silahlı çeteler çatışıyor. Bu yerel savaşlarda düşmanın moralini bozmak amacıyla çocuk askerler, kadınlara karşı tüyler ürpertici müthiş barbarca yöntemler uygulanıyor.

Kongo'nun sözü edilen bu bölgelerinde bütün bir kuşak insan, silahlı çapulculardan kaçmak için bir göçmen kampından diğerine göçerek yaşadı. Köylüler ekin bile ekemiyor, ekenler ise, ürün alamıyor ve bu nedenle de yabani ot ye yaprakla karın doyurmaya çalışıyorlar. Diğer yandan ise, Kongo'daki maden zenginliğini tekellerinde bulunduran uluslararası büyük tröstlerin kazançları dünya pazarındaki fiyat artışından dolayı yükseldiği için Kongo'nun kağıt üzerindeki GSMH artıyor. Bu nedenle bazı uzmanlar Afrika'nın ekonomik yönden ilerlediğini iddia ediyor.

Afrika'da gittikçe artan sayıda insan evlerini terk etmek zorunda. Bu durum sadece Darfur ile sınırlı değil. Basın rahatlıkla Darfur'dan söz ediyor. Çünkü Sudan hükümeti ve en büyük uluslararası destekçisi Çin olduğu için kolay hedeftir. Ama bu göç olgusu gittikçe Çad'da ve Orta Afrika'da da büyüyor. Bu iki ülkede de Fransız ordusu var. Ancak ordu güçleri olayları yatıştırmadığı gibi çıkarlarına göre farklı silahlı düşman güçleri kullanıyor. Sudan, Çad ve Orta Afrika sınırlarının farklı taraflarında bulunan etnik guruplar nedeniyle bu oyunlar duruma göre degişiyor.

Afrika'da devletlerin çürüme aşamasına gelmeleri maden ve orman zenginliklerini talan eden kapitalist tröstler için bir sorun değil, Çünkü, en güçlü savaş ağalarını satın alırlar. Ancak çürüme belirli bir ölçüde devletler ve bölgedeki düzeni korumakla yükümlü emperyalist güçler için bir sorun.

Condalizze Rice "artık büyük tehlikeler devletlerin dış ilişkilerinden değil, iç ilişkilerinden geliyor" dedi ve bundan böyle büyük güçlerin ulusal devlet aygıtlarının güçlenmesi için destekte bulunmaları gerektiğini belirtti. Bu, etkisi olmayan bir dilekten ibaret. Nedeni kokuşmuş, yolsuzluk batağına saplanmış devlet aygıtlarını düzeltmenin çok para gerektirmesi ve emperyalist güçlerin buna sadece can alıcı çıkarları söz konusu olduğunda hazır olması (örneğin kokuşmuş bir rejimin askerlerinin maaşlarını ödemek kolay değil, ama ona silah satmak kolaydır) ve bunun dışında para harcamak istememeleridir. Üstelik genellikle karşı güçlere mali destek sağlayan ve silahlandıran emperyalist güçlerin kendisidir. Bunu, istemedikleri bir iktidarı zor durumda bırakmak için veya en basitinden rakiplerine karşı durmak için yapıyorlar. Öneğin bu konuda ABD'nin, Afganistan'da, Taliban güçlerinin oluşundaki rolünün veya Somali'de farklı güçlerin silahlanmasını nasıl gerçekleştirdiğini hatırlamak yeterli.

Filistin

İsrail ve Filistin konusuna gelince ne yazık ki ABD'nin diplomatik bazı girişimleri dışında herhangi yeni bir gelişme yok. ABD, Ortadoğu'da kendisine en bağımlı ve sadık müttefiki İsrail'e tam destek vermeye deyam ediyor. ABD, İsrail'in Filistin topraklarında yerleşim birimleri oluşturmasına karşı birkaç duyuruda bulunup müdahale etmiyor. Aynı şekilde İsrail'in Hamas'ın denetimi altında olan Gazze'ye karşı uyguladığı baskı ve ambargo siyasetine ve de İsrail devletinin Filistin halkının ulusal haklarını inkar etmesine göz yumuyor.

ABD, İsrail devletinin 2006'da Lübnan'da Hizbullah'a karşı yaptığı askeri harekatta kısmen yenilgiye uğraması sonucu zayıflamasından endişe ediyor ve siyasi girişimlerinin çoğu da Mahmut Abbas'ı Hamas'a karşı yaptığı mücadelede desteklemekle sınırlı.Geçen yıl içerisinde, Filistin devleti oluşumu yolunda mesafe katedilmediği gibi bir devlet karikatürü olan Filistin özerk yönetimi şimdi iki parçaya bölündü. Filistinliler, İsrail devletinin baskılarına ek olarak şimdi rakiplerini alt etmekle uğraşan karşı tarafın silahlı milislerin de gazabına uğruyor. Bütün bunlar daha gerici bir gidişat temelinde oluyor: Artık gericilik Hamas'ın güçlenmesiyle snırlı değil, örneğin dini temellere dayanmayan el Fetih de Ramallah kentinde bir "gelenek polisi" oluşturup Ramazan ayında herkesin dini geleneklere göre hareket etmesini dayatıyor.

İsrail ve Filistin halkı birlikte yaşamak zorunda olmasına rağmen Amerikan emperyalizminin ve İsrail devletinin baskıları bu yolun önünü hem maddi hem de ahlaki yönden tıkıyor.

Avrupa Birliği'nin hoş olmayan durumu

Avrupa Birliği kurumlarına gelince, başta Fransa olmak üzere Avrupa devlet başkanları, 2005 ilkbaharında Fransız ve Hollandalı seçmenlerin reddettikleri Avrupa Anayasası oylama sonucunu ayaklar altına almakta hiç gecikmedi. Yaptıkları iş, eski malzeme ile yeni malzeme üretmek. Bu amaçla "özgür ve çarpıtılmayan rekabet" gibi seçmenleri kızdıran metnin bir bölümünü kesip attılar. Daha da önemlisi, bu defa aynı hatayı işlemeyip referandum yoluna başvurmadılar. Ulusalcıları öfkelendirmemek için "anayasa" yerine "anlaşma" kelimesi kullanıldı. "Avrupa Dışışleri Bakanlığı" yerine, basitçe "Birliğin Dışışleri ve Güvenliği Yüksek Temsilcisi" yazıldı!

Bu ikiyüzlü davranış dışında basitleştirilmiş anlaşma diye sunulan aslında reddedilen anayasadır. Siyasi yoneticilerin esas dürtüsü 27 üye devletin ortak kurumlarını, belirleyici kapitalist devletlerin konumlarına dokunmadan veya veto haklarını incitmeden nasıl çalışabilecekleri. Çünkü bir çok küreselleşme karşıtının veya Goşistlerin anlattıklarının tam aksine burjuva siyasi yöneticilerin sorunu "anayasanın mermerine" kâr yarışı ve rekabeti "kazımak" değil. Kapitalizmin yasalarını dayatmak için anayasaya ihtiyacı yok. Üstelik bir metne birkaç paragraf sıkıştırmak veya bazılarını değiştirmekle Avrupa Birliği, halkların Avrupa'sına dönüşmez.

Avrupa kurumlarının çalışmasını sağlamak amacıyla, anlaşma 19 Ekim 2007'deki Lizbon zirvesinde 27 devlet veya hükümet başkanı tarafından kabul edildi. Fransa'ya gelince, Aralık ayında meclis bu konuyu oylayacak. Böylece yeni bir referandum yapılmayacak. Gerekçe olarak seçmenlerin çoğunun Sarkozy'i seçtiği ve böylece de her söylediğini, yaptığını kabul edilmiş sayıyor.

Bakanlar ve basın yorumcuları kurumsal çıkmazdan "yakışıklı" bir şekilde çıkıldığından dolayı kendi kendilerini kutladı ve Avrupa'nın inşasına yeniden başlandığı için -bir yeniden daha olmuş oluyor- memnuniyetlerini belirttiler. Ama Avrupa Birliği'nin geleceği metinler üzerinde yapılan hokkabazlıklara değil, gerçek ekonomik gidişata bağlıdır. Çünkü ekonominin kötüye gitmesiyle farklı Avrupa ülkeleri arasındaki rekabet ve çelişki ön palana çıkabilir.

Uluslararası rekabette ABD ve Japonya'nın karşısında yok olmaktan kurtulmaya çalışan farklı Avrupalı güçler, uzun çabalar ve karşılıklı tavizlerle Birlik'i oluşturan devletler arasında bir denge sağlamış olsalar da çelişkiler ve farklı çıkarları temsil eden tröstler arasındaki yarışmaya son veremediler. Rekabet, farklı çıkar ve pazarlık bu defa Avrupa kurumları seviyesinde de devam ediyor.

EADS ile ilgili, ki bu ender Avrupa şirketlerinden biridir, Alman ve Fransız çıkarları arasında zirvedeki son kavga, alttan alta yürütülen mücadeleyle ilgili perdeyi biraz araladı. Airbus ile ilgili çekişme, A 380 tipi uçağın piyasaya çıkma tarihinde gecikmeye yol açtı. Oysa EADS'ye bağlı bir şirket olan Airbus, Amerikan Boing ile rekabet halinde. Bir başka Avrupa projesi olan uydu ile yol bulma sistemi olan Galileo ise farklı ulusal çıkar çatışmaları nedeniyle belki tamamen baltalanacak. Halbuki Galileo sistemi bir düzine Avrupalı kapitalist gruba ortaklık kurup Amerikan GPS sisteminin hakimiyetine son verme olanağı veriyor: Galileo sistemi, örneğin Fransız Alcatel veya Thales gibi büyük şirketlere tahminen 350 milyon avroluk bir pazar getirecek ve uzayda yaklaşık 30 uydu olacak, böylece de bir ağ olanağı sunacak. Ama ulusal şirketler ve farklı rakip şirketlerin birbirine olan güvensizliği nedeniyle bu ana kadar sadece deneme mahiyetindeki uydu yörüngeye fırlatıldı ve gecikmeler o kadar arttı ki, Amerikan GPS çok daha etkin yeni bir sistem oluşturup Galileo projesini tamamen etkisiz hale getirilebilir.

Ortak para birimi olan avro da bir sorun yumağı. Para üzerine yapılan spekülasyon nedeniyle avro dolara göre değer kazanıyor: Fransa ve İtalya ihracatlarının tehlikeye girdiği çığlıklarını atarak Avrupa Merkez Bankası'ndan gerekeni yapıp avronun değerini düşürmesini istiyor. Almanya ise ihracat sistemi farklı olduğu için gayet memnun ve değerli avro taraftarı.

Eski Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Baltık Devletleri'nden veya bazı eski Halk Demokrasileri'nden oluşan Avrupa Birliği'nin yoksul kesimine gelince, bu kesimin söz hakkı bile yok. Doğu Avrupa'nın en kalabalık ülkesi olan Polonya uzun zaman Avrupa Anayasası'na karşı çıktı. Ardından Anayasa'nın kopyası gündeme gelince ona da karşı çıktı, en nihayet teslim bayrağını çekti.

Batı Avrupalı büyük sanayi ve mali gruplarının arka bahçesi olan Doğu Avrupa genel olarak sadece ekonomik açıdan değil aynı zamanda siyasi açıdan da bu konumunu korumak zorunda.

Avrupa Birliği üyeleri dahil, Avrupa ülkelerinin siyasi gidişatı, gerici fikirlerin ilerlemesinin sadece ekonomik ve kültürel bakımdan geri kalmış ülkelerle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Muhakkak ki Polonyadaki ikiz Kaczynski kardeşlerin gerici partisi, Donald Tusk'un partisi karşısında yenildi ama iktidara yeni gelen bu parti, Avrupa Birliği taraftarı olsa da siyasi açıdan en az rakibi eski eski iktidar partisi kadar gerici. Bu parti de, ne gerici güçlü katolik kilisesine karşı çıkmak, ne de kadınlara karşı olan çok gerici yasaları (kürtaj, boşanma yasağı gibi) kaldırmak niyetinde. Şu da bir gerçektir ki Solidarnosc (Dayanışma) veya eski Stalinist çevrelerden gelen ve Sol diye nitelendirilen partiler, iktidara geldiklerinde kısa bir zaman içinde özelleştirmeleri gerçekleştirip, vahşi kapitalizmi körüklediler, kiliseye yağ çekip milliyetçi duyguları beslediler ve böylece sağ ve aşırı sağın zeminini hazırladılar.

Macaristan'da da şu anda iktidarda olan Sosyalist Parti. Eski Stalinist partiden gelen bu partinin yöneticilerinin yüz kızartıcı bir şekilde servet edinmeleriyle kitlelere karşı uyguladığı kemer sıkma siyaseti, emekçilerin sahip olduğu sosyal hakları yok ederek aşırı sağa zemin hazırlıyor. Öyle ki, silahlı aşırı sağcı guruplar polisin de izniyle, başkentte gövde gösterisi yapıyor.

Ama bu gelişmeler aynı zamanda eski emperyalist, demokratik Avrupa ülkelerinde de görülüyor. İsviçre'de Christoph Blocher'in (Fransa'daki Le Pen gibi aşırı sağcı politikacı) partisinin büyümesiyle veya Belçika'da da ayrılıkçı demagojinin gelişmesiyle ortaya çıkıyor.

Rusya: Putin'in hesapları

Rusya'da bu yıl en önemli siyasi olgu Putin'nin iktidarda kalabilmek için yaptığı manevralar. Çünkü Anayasa'ya göre Putin üçüncü kez devlet başkanlığı seçimine katılamaz.

Putin Anayasa'yı değiştirmek yerine Aralık 2007'deki genel seçimde, partisinin başkanı olarak seçime katılmayı tercih etti. Yapılan tahminlere göre Putin'in Partisi seçimleri kazanacak. Böylece Putin başbakan olup yerine başka birini bırakacak. Gelecek seçimde yeniden devlet başkanı seçilebilecek veya hatta bunu da beklemeden yerine bıraktığı kişiyi istifa ettirerek yeniden devlet başkanı olabilecek.

Putin'e bu oyunlarını başarıyla sürdürme olanağını sağlayan petrol ve gaz fiyatlarındaki artışın Rus devletine getirdiği ek kazançtır. Putin, Rus devletinin çözülmesini bir derece durdurup Rusya'nın uluslararası siyaset alanında yeniden etkin hale gelmesini sağladı.

Tabii ki partinin yaptığı bu hesaplar ters gidip yerine başkan yaptığı kişi oyun bozanlık yapabilir. Ancak Putin'in ihtirası, bir kişinin engel olabileceği bir adamın ihtirası değil. Putin 8 yıl boyunca iktidardaki bürokrasinin temsilcisi olarak, devlet kurumlarının önemli bir kısmını ele geçirdi özellikle de geniş alanlara yayılan bu ülkedeki kitleleri etkiledi, bazı ulusal kanallar olmak üzere medyayı avucunun içine aldı.

Diğer yandan ise daha önce iktidarda olan Yeltsin, önemli sanayi ve maden kuruluşlarını özel sektöre peşkeş çekmişti. Putin ve çevresi, Gazprom gibi stratejik öneme sahip şirketlerin denetimini yeniden ele geçirip bunları hem iç hem de uluslararası alanda bir siyaset aracı olarak kullanıyor.

Latin Amerika

1998'den özellikle de Venezuella'da Hugo Chavez'in seçilmesinden bu yana, Kasım 2005 ile Aralık 2006 arasındaki dönemde 11 Latin Amerika ülkesinin çoğunda seçimleri kendisine sol ya da ilerici diyen liderler kazandı. Böylece kimi devletin başına gelirken kimi de yeniden seçildi. Brezilya'da Lula, Arjantin'de Kirchner, Şili'de Bachelet, Ekvator'da Correa, Bolivya'da Morales, ve Nikaragua'da Ortega iktidara geldi.

İktidarda olan sol yöneticilerin en eskilerinden biri olan Lula örneğinde olduğu gibi, Latin Amerika solu da iktidara gelince Batı Avrupa solundan hiç bir farkı olmadığını gösterdi. Brezilya'daki yoksulların ümitleri ve hayallariyle seçilen Lula, kendisinden önceki siyasetçiler gibi yerel ve uluslararası büyük sermayenin isteklerini yerine getirdi.

Sözü edilen bu liderler arasında Morales, Correa ve özellikle de Chavez, Avrupa devrimci hareketinin önemli bir bölümünde büyük bir mit oluşturuyor. Bunlar genellikle Kastro'ya hayran olup 1970'li yılların sonlarında Nikaragua'daki Sandinist rejiminin hayranlarıdır. Hugo Chavez'in ABD karşıtı nutukları, ekonomik milliyetçiliği, Kastro ile olan dostluğu, petrol ve petrol gelirlerini kullanarak yoksul Latin Amerika ülkelerine yaptığı yardım, ülkedeki yoksullar için yaptıkları, bu sözü edilen kişilerin çok hoşuna gidiyor.

Her ne kadar Morales, Chavez veya Correa ülkelerindeki kitlelerin tartışılmaz bir şekilde desteğine sahip olsalar da, bu ülkelerdeki işçi sınıflarının siyasi çıkarlarını temsil etmekle uzaktan yakından ilgileri yok. Komünist perspektifleri de yok. Zaten böyle bir iddiaları da bulunmuyor. Chavez'in ateşli savunucusu olduğu "Bolivya Devrimi" devrime değil, daha çok Peronculuğa benziyor.

Şunu belitmekte de yarar var ki, Kastro işçi sınıfı anlamında devrimci olmasa da, yönetmeyi ve örgütlemeyi başarabildiği bir köylü kitlesinin ayaklanması sonucu iktidarı ele geçirdi. Bu ayaklanma Kastro'ya ülke içinde geniş bir destek sağladı. Öyle ki, buna dayanarak Amerikan emperyalizminin baskı ve hatta askeri saldırılarına karşı koyabildi ve ülke içindeki önemli değişiklikleri gerçekleştirdi. Ne Chavez, ne Morales ne de Correra'nın böyle bir konumu var.

Amerika emperyalizminin ve Venezuella büyük burjuvazisinin Chavez'i yüreklerinde taşımadıkları açık. Bu nedenle, bu konuda devrimci komünistler Chavez'in yanında yer alır ama ona sahip olmadığı siyasi bir niteliği atfetmek zorunda değiller. Bu konu sadece bir kelime oyunu değildir. Chavez veya Morales'in ne olduğu ve neyi temsil ettiklerini iyi algılamak gerekir. Onları olduklarından farklı göstermek birşey değiştirmez, ama komünizmi savunduğunu iddia eden militanlar için bu çok şey değiştirir.

Son altmış yılın tarihinde bazı yoksul ülkelerde emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmayı ve ülkelerini ulusal ekonomik temellerde kalkındırmayı hedefleyen hareketlerin gelişip iktidarı ele geçirdiklerini gördük. Bunlar arasında en önemlisi Çin'deki Mao hareketi oldu.Tabii ki Mao rejimi Çin'i feodal olgulardan önemli ölçüde kurtardı ve sınırlarını kapatıp güvenlik duvarları örerek emperyalist tröstlerin ülkeye girmelerini engelleyerek belirli oranda sanayileşmeyi başardı.

Ama Çin bütün olanaklarına, büyük boyutlarına, nüfusuna ve kaynaklarının çokluğu ve çeşitliliğine rağmen en sonunda emperyalist dünya ekonomik düzenine katılmakla kalmayıp, önemli bir parçası oldu.

Mao rejimi bugün silik kopyalarından farklı olarak çok keskin radikal bir söyleme sahipti. Uzun bir dönem ABD emperyalizmine kafa tuttu ve tüm bunlara rağmen emperyalist egemenliğe karşı bayrak açmadığı gibi bugün Çin de kitlelere karşı emperyalist hakimiyetin bir aracı haline geldi. Büyük köylü kitleleri geri bıraktırılmış kırlarda. Kentlere göç edenler ise, kentlerde yoksulluk içinde kıvranıyor. İşçi sınıfına ise, Avrupa'da 19'uncu yüzyılda Sanayi Devrimi döneminde yaşananlar yaşatılıyor. Bütün bunları ise, kısa bir sürede servet edinmek isteyen ipini koparmış bir burjuvazi yapıyor.

1960 ve 1970'li yıllarda Mao'nun peşinden gidenlere gelince, ya yok oldular, ya da mevcut dünya düzenine katıldılar. Kurmuş oldukları rejimlerden Kuzey Kore, Vietnam ve Küba'da olduğu gibi geriye artık yok olma sürecine giren ufak tefek izler kaldı. Halbuki bu sözü edilen yıllarda bu rejimlerin liderleri anti-emperyalist olduklarını haykırıyorlardı!

Gerçek emperyalist karşıtı olanlar kapitalist düzenin yok olmasını amaçlar ve bunu tarihi açıdan tek bir toplumsal güç, işçi sınıfı yapabilir. Emperyalist hakimiyet, yani ekonominin ve toplumun kapitalist temeller üzerinde kurulmuş olması, sadece insanlığın bilinçli ve mantıklı bir şekilde kaderini tayin etmesine engel olmakla kalmıyor, aynı zamanda fikirler, kültür en basitinden insani davranışlar açısından, güçlü bir geriletici faktör olarak işlev görüyor. Barbarlığa doğru bir geriye gidişe tanık olunuyor. Gerici ve dinci fikirlerin yayılması, milliyetçiliğin aşiretçiliğin gelişmesi ve genel olarak da sosyal çözülme, çağa aykırı olduğu kadar adaletsiz de olan bir ekonomik düzenin eskimiş niteliklerinin ifadesi. Bu toplumsal yozlaşmanın en vahim yönü ise, tek ilerici sınıf olan işçi sınıfına da bulaşmaya başlamasıdır.

İşçi sınıfı sayısal açıdan ve toplumda oluşturduğu güç açısından Birinci Dünya Savaşı sonunda emperyalist düzeni gerçekten tehlikeye atmasından bu yana gücünü yitirmedi. Çin'de milyonlarca köylünün işçileşmesi bunun delillerinden biridir. Ancak siyasi sınıf bilinci, işçi olmakla kendiliğinden oluşmuyor. Bunun için sınıf içinde siyasi faaliyetler ve işçi sınıfının siyasi hayata müdahalesi gerekli.

Devrimci komünizm ekseninde oluşacak siyasi güçlerin gelişiminin önce hangi ülkede ve nasıl gelişeceğini tahmin etmek olanaksız. Ama kesin olark şunu söyleyebiliriz: Kapitalizmi ortadan kaldıracak ve bunda temel çıkarı olan işçi sınıfının bu siyasi bilince erişmesi, mutlak bir gerekliliktir.