KOMÜNİZM HALA İNSANLIĞIN GELECEĞİNİ TEMSİL EDİYOR

Yazdır
14 Şubat 1992

Bu yazı, 14 Şubat 1992 tarihinde, Paris Mutualite Salonunda Arlette Laguiller'nin yaptığı konuşmanın çevirisidir.

Yoldaşlar ve arkadaşlar,

Evet, kim ne derse desin, geleceğin her zaman komünizmde olduğunu doğrulamak için burada bulunuyoruz.

Gelecek komünizmdedir. Çünkü kapitalizm eşitsizlik, insanın insanı sömürüsü ve çoğunluğun yoksullaşması ile azınlığın zenginleşmesi üzerine kurulmuştur. Hatta bu yapı öyle bir toplumsal örgütlenme temeline dayanmaktadır ki, en gelişmiş ülkelerde bile işsizliğin yayılmasını önlemekten acizdir. Kapitalizm insanlığın yaşayacağı son toplum biçimi değildir, olamaz da. Buna inanmak her türlü ilerlemeye olan inançtan vazgeçmek olacaktır.

Üstelik günümüzde, Sovyetler Birliği'nin dağıldığı bir dönemde ve Sovyet yöneticilerinin kapitalist sistemi yeniden kurma ve işletmeleri özelleştirme yarışında olduğu için burjuvazi ve onun politikacıları, düşünürleri, gazetecileri; olayları sadece bir devrimin değil, aynı zamanda bir ekonomik sistemin, komünist düşüncelerin başarısızlığı olarak sunmaktadırlar. Bu durumu, kapitalizmin yarattığı zenginliğin tek kaynağı olan bireysel "kâr" arayışına yönlendirilmiş toplumdan farklı bir toplum yaratmaya yönelik her türlü girişimin anlamsız olduğunun bir kanıtı olarak göstermektedirler.

Rus devrimi ve komünizm

Doğrudur ki, bütün bir tarih süreci boyunca devrimci Rusya'nın kaderi komünizminkiyle iç içe geçmiştir. Çünkü 1917 Rus Devrimi, toplumu ve ekonomiyi derinden dönüştürmek için proletaryanın iktidarı ele geçirdiği ve uzun süre elinde tuttuğu ilk ve günümüze kadar tek devrim olmuştur. Rus Devrimi sayesinde komünizm bir rüya olmaktan çıkmıştır. Kapitalist sanayileşmenin başlıca kurbanı olan ve her şeyiyle sömrülen proletarya için bir özgürlük düşü gerçek olmuştur. Dünyada ilk defa proletarya ezilen sınıf olmaktan çıkarak büyük bir ülkede hakimiyet kurmuştur.

Ama kapitalizm aynı zamanda kriz ve savaş demektir. Rus Devrimi, Avrupa nüfusunu kırıma uğratan ve kana bulayan 1914 savaşının (I.Dünya Savaşı) üçüncü yılında patlak verdi. Bu savaş, Avrupa proletaryası için tam anlamıyla bir katliam oldu. Çünkü bir tarafın proleterleri diğer taraftakileri, üretimi iki tarafın kapitalistlerini de semirten silahlarla öldürdüler. Rus Devrimi emperyalist savaşa karşı sarsıcı bir yanıt, sömürülenler arasında barış ve kardeşliği haykıran sonsuz bir umut olmuştu.

Ama savaşın kıyısına sürdüğü, sadece sınırları değil, cephelerin de ülkeleri birbirinden ayırdığı bu Avrupa'da, Rus Devrimi'nin karakteri Almanya'da olduğu gibi, aynı zeminde birleşen İngiltere ve Fransa'da da resmi propagandalarla gizlendi, çarpıtıldı.

Ancak tüm çabalara rağmen, Rus Devrimi yayılmakta geçikmedi. Fransız ordusunda ayaklanmalar baş gösterdi. Almanya'da ise, bütün Avrupa'da olduğu gibi savaşacak gücü kalmamış olan ordudan başlayarak Kayzer'in devrilmesine neden olan gerçek bir devrime yol açtı.

Burjuvazi korkudan titremeye başlamıştı. Marks'ın deyimiyle artık komünizm "dünyayı titreten bir hayalet" olmaktan çıkmış, Avrupa'nın doğusunda ete kemiğe bürünmüş bir gerçeklik halini almıştı.

Burjuvazi, aç ve güçsüz, artık silah tüccarlarının savaşını destekleyemeyecek hale gelen bu Avrupa'da, devrimin ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyordu. Rus devrimcilerinin sömürge halkların özgürlüğünü haykırdıklarını da biliyordu. Eğer devrim, dünyanın yarısına sömürge boyunduruğunu geçirmiş olan; sömürgelerden sadece kendilerinin olmayan topraklar uğruna savaşmalarını değil, aynı zamanda kendilerine boyun eğdirenlerin çıkarlarını savunmak için, gemiler dolusu zenciyi, sarı ırktan insanları ve Kuzey Afrikalı'ları gemilerle savaş alanlarına taşıyan emperyalist Batı Avrupa'ya uzansaydı, burjuvazi buna da karşı koyamayacağını biliyordu.

Alman, İngiliz, Fransız olsun tüm Avrupa burjuvazileri devrimin yayılmasını engellemek için her şeyi yaptılar. Ama, eğer sosyal demokrat örgütlerin satılmışlığından, desteğinden yararlanmasaydılar, hiç kuşku yok ki, engellemeyi başaramayacaklardı. Fransa'da Sosyalist Parti, İngiltere'de İşçi Partisi ve Almanya'da Sosyal Demokrat Parti'den oluşan bu örgütler, kendi ülkelerinde olduğu kadar diğer Avrupa ülkelerinin işçi sınınfının da güvenine sahip idiler. Ancak sahip oldukları bu güveni, işçi sınıfını silahsızlandırmak ve devrimin açtığı yolda ilerlemelerine engel olmak için kullandılar. Aynı zamanda engel oldukları, Asya ile Avrupa arasında bir yerlerde, hemen hemen gelişmemiş bir ülkeyle sınırlı kalan ve bu nedenle kaybedeceği daha baştan belli bu denemenin; çağının en gelişmiş, en fazla sanayileşmiş, bu nedenle en kalabalık, en bilgili ve en iyi yetişmiş proletaryasına sahip Batı Avrupa'ya uzanması ve yeni bir toplumun doğuşunun önünü açması idi.

Gerçekte yeni bir toplum yaratmak için ilk mücadele olan Rus Devrimi, savaş sonrası koşullarında yayılamadığı andan itibaren yenilgiye uğramıştı.

Her ne kadar da Rus Devrimi için bu yenilgi belirleyici olmuş olsada onu aniden ortadan kaldıramamıştır. İşte bu süre esnasında devrim tüm olumsuz yönlerine rağmen komünizmin insan topluluğuna ne gibi olumlu katkılarda bulunabileceğini ispatlamıştır.

Proletarya devrimi sayesinde gerçekleştirilen toplumsal dönüşümler

Başlangıçta Rus Devrimi insanlık tarihi için oldukça hızlı sayılabilecek şimdiye kadar çok ender olan toplumsal dönüşümler gerçekleştirdi. Bir kaç hafta içinde Rusya'yı Çar'lıktan değil, sahip oldukları uçsuz bucaksız arazilerde milyonlarca köylülüyü (mujik) Ortaçağ şartlarında çalıştıran büyük toprak sahiplerinden, soylulardan da kurtardı.

Burjuvazinin elinden fabrikaların, madenlerin ve iletişim araçlarının mülkiyetini aldı; böylece ekonominin yönetimini de onların elinden almış oldu.

Bu arada Dünya Savaşı'na üç yıldan fazla bir zamandan beri katılmış olan Rusya, ardarda ya da aynı anda üzerine sürülen Alman, İngiliz, Fransız, Amerikan ve Japon birliklerinin müdahaleleriyle desteklenen uzun bir iç savaşa da göğüs germek zorunda kaldı.

1921 yılında iç savaşın bitiminde, tüm ülkede açlık ve yıkım söz konusuydu. Tamamıyla iç savaş için üretime yönelmiş olan sanayi derhal tüketim malları üretimine başlayabilseydi bile yeterli olmayacaktı. Çünkü üretim sanayii oldukça harap olmuş ve 1914 öncesi olduğu kadarıyla bile kalmamıştı. Nüfusun büyük bir çoğunluğu uçsuz bucaksız topraklara yayılmış, umutları ve beklentileri günlük yaşam sorunlarını çözmek veya "gemisini kurtaran kaptandır" düşüncesiyle yaşayan köylülerden oluşuyordu.

İşçi sınıfının en bilinçli, en örgütlü ve en çok politikleşmiş olan kesimi kendini iç savaşta feda etmişti. Cepheden geriye dönenlerin bir kısmı ise, dinlenmek ve istikrardan başka bir şey istemiyorlardı.

O dönemde devrimci Rusya yöneticileri için söz konusu olan tek şey, devrimci proletaryanın -ya da ondan arta kalanların- iktidarı kaybetmemesi için, devrimin eli kulağında olduğu Asya'da ya da toplumsal ve siyasi bir krizin batağına saplanmış Avrupa'da patlak vermesi ve kuşatma altındaki Rusya'nın yardımına gelmesiydi. Bu yöneticiler kendilerini, büyük Avrupa ordusunun yolunu açmak için kendini tehlikeye atan öncü birlikler olarak görüyorlardı. Diğerlerinden daha iyi değillerdi belki, ama bu yolu açmışlardı.

Söz konusu olan bir model oluşturmaktan çok sadece zaman kazanmak idi.

Stalinizm: Devrime ihanet

1924 yılı başlarında Lenin'in ölümüyle bir iktidar krizi yaşanmıştı. Başa geçenler yeni kuşağın insanları değildi. Fakat dayandıkları kuşak, bir çok öz veriye katlanmış eski kuşak devrimciler değil, yaşanan sefalet okyanusunun ortasında belli imtiyazlar elde etmiş ve onlara sıkıca sarılan insanlardı. Bu kişiler ise, "Avrupa devrimini gerçekleşmesine kadar imkânlarımızı seferber ederek, ayakta duralım" siyaseti yerine, "elde ettiğimiz imtiyazları kaybetmemek için devrimci girişimlerde bulunmayalım, yoksa emperyalistler yeniden saldırıya geçebilir" siyasetini savunmaya başlamışlardı.

O zamandan beri Sovyetler Birliği yöneticileri III. Enternasyonal'in Komünist Partiler üzerindeki ağırlığını kullanarak SSCB'de olduğu gibi tüm dünyada da sadece tutucu değil, bazı durumlarda açıkca karşı devrimci bir rol oynadılar.

Söz konusu olan "devrimin yayılması" değil, demokratlar, burjuva liberaller ve kabul eden her hükümetle iyi geçinmekti. Stalin, her yerden yükselen savaş tehditleri karşısında, bütün kaçınılmazlığına karşı çatışmanın dışında kalmak için emperyalist güçlerle anlaşma zemini arıyordu.

Bu politikanın doruk noktası SSCB'nin 1934 yılında -Lenin'in deyimiyle emperyalist haramilerin yatağı- Milletler Cemiyeti'ne girmesi ve daha sonra da 1939 yılındaki Stalin (Sovyet)-Hitler (Alman) ittifakı oldu. Bu dönemde SSCB yöneticilerinin komünizmle, bu adı kullanmak dışında bir ilgileri kalmamıştı.

SSCB'de açıkca kapitalizme dönüşten bahseden liderlerin ortaya çıkması aniden olmadı. Bunun için Stalin ve onun yerine geçen ve devrimle hiç bir ilgisi olmayan bir çok "diktatör" kuşağının birbirini takip ettiği veraset krizlerinin yaşanması gerekti.

Her ne kadar devrimci istek ve enerjisini kaybetmiş olsa da, komünist devrimden doğan bir rejim ve kapitalizmden kurtarılmış bir toplum ile tamamen devletleştirilmiş bir sanayi (her ne kadar da kırlarda kapitalist ilişkiler ortaya çıksa da) mevcuttu. Bu sanayi oldukça cılızdı ve ancak 1925 yılında 1914'teki seviyesine ulaşabilmişti. İşte Sovyetler Birliği'nin sanayileşmesini sağlayan da bu devlet mülkiyeti oldu.

SSCB'nin devlet mülkiyetine ve planlı ekonomiye dayanan hızlı sanayileşmesi

SSCB, ekonomik olarak geri kalmış bir ülke olmaktan çıkıp, belli bir biçimde öncü, sanayileşmiş bir ülke haline geldi. Gelişme hızı bütün kapitalist ekonomileri geçti. ABD sanayisinin yerinde saydığı, Avrupa'da gerileminin yaşandığı 1929-1939 yılları arasındaki on yıllık dönemde SSCB'nin üretim kapasitesi % 400'lük bir artışla dört katına çıkmıştı. Bu arada belirtmek gerekir ki, II. Dünya Savaşı da bu gelişme hızını engelleyemedi. 1975 yılına kadar diğer güçlerin üzerinde seyreden gelişme hızı, bu dönemden sonra da gerilemedi ama diğer ülkelerle aynı düzeye geldi. SSCB, ABD'yi geçmeyi hiç bir zaman başaramadıysada, 1937 yılında ABD üretiminin % 28'i kadar bir üretimi gerçekleştiren Sovyetler Birliği 1972'de bu oranı % 72'ye yükseltmiştir. Son üç yıldır SSCB'yi parçalamakla uğraşan ve ganimeti paylaşma kavgasında olan politikacılar ülke ekonomisini büyük bir kaosun içine ittiler. Daha özelleştirme ve kapitalizme dönüş tamamlanmadan, bu basit olasılık bile ülkeyi açlık, işsizlik ve yoksulluğun yaşandığı bir krize sokmaya yetti.

Kapitalizmin "Altın Boğa"sına tapanların, SSCB'de 70 yıllık komünizmin yol açtığı başarısızlıktan söz edecek cesareti gösterdiklerinde unuttukları bir şey vardır ki; toprakları üzerinde 7 yıl boyunca ardarda Dünya Savaşı ve iç savaş yaşamış olan SSCB dev sanayi atılımını gerçekleştirmek için zorluklarla mücadele ederken, ABD 1929'da dünyayı daha önce benzeri yaşanmamış II. Dünya Savaşı'nın asıl nedeni değilse bile başlamasında en önemli etken olan bir ekonomik krize sürüklemiştir.

Dahası, 1929 ekonomik buhranında ve onu izleyen savaşın sorumluluğunda SSCB'nin payı yoktur; komünizmin ise hiç...

Günümüzde yaşanmakta olan buhran 1929 buhranından daha etkisiz görünse bile, sonunda bir facianın yaşanmayacağını kimse garanti edemez.

Faciadan söz etmişken biraz da SSCB'deki politik rejime değinelim. Evet, SSCB'de önce Stalin, daha sonra da mirascılarının "diktatörlüğü" yaşandığı doğrudur. Hatta Bolşevizmin hasımları bu diktatörlüğün köklerinin Lenin'e kadar uzandığını, şekilsel olarak haklı bir şekilde iddia edebilirler. Konunun bu yönünü tartışmayacağız. Çünkü şuna inayoruz ki, 1917 ile 1923 arasında kuşatılmış bir kale olan Rus Devrimi esnasında Bolşeviklerin aldıkları kararları eleştiren devrimin hasımları başta olsaydı, özgürlükler konusunda Bolşeviklerden daha iyi bir sınav veremeyeceklerdi. Zaten diğer ülkelerde burjuva hükümetlerine katılan sosyal demokratlar bu konuda daha iyi bir sınav verememişlerdir. Gerek I. Dünya Savaşı'nda gerek onu takip eden yıllardaki ortamda aldıkları önlemlerin hiç bir gerekçesi yoktu. Hem de bu tedbirlerin amacı burjuvazinin çıkarlarını savunmak yönündeydi. Devrimin hasımlarının özgürlükler konusunda tamamen olumsuz bir sınav verdikleri ortadadır.

Bir de şu vardır: Lenin zamanında gerek parti içi ilişkiler gerek parti ile toplum arasındaki ilişkiler Stalin zamanında olanlarla taban tabana zıttır. Hatta iç savaşın en zor anlarında bile, Stalin rejiminde olduğu gibi insanları yok etmek, keyfi görevden almak, sahte mahkemeler kurmak, yüce şefe tapmak olmamıştır.

Bu iki olguyu karıştıranlar bilinçli olarak Robespier ile Napolyon Bonaparte'ı karıştıranlardır. Yani devrim sırasında ölen bir kaç onbin kişiyle Napolyon savaşlarında ölen bir milyon kişiyi aynı kefeye koyanlardır.

SSCB'de Stalin diktatörlüğü ama aynı devirde Batı Avrupa'da Mussolini, Salazar, Hitler, Franco... diktatörlükleri

Bu sırada kapitalizm özgürlükler açısından Avrupa'da ne yapıyordu?

I. Dünya Savaşı sonrası İtalya'da, 1920'de faşizmin kökünü oluşturan "faşi" diktatörlüğü kurulmuştu. Silahlı çeteler işçileri katlediyorlardı. Daha sonra Hitler bu deneyimlerden ilham almıştır. Polonya'da Pilsudski ve Portekiz'de Salazar diktatörlükleri hüküm sürüyordu.

Tüm Orta Avrupa'ya kanlı kraliyet diktatörlükleri hükmediyordu ve ek olarak etnik katliamlar vardı.

İspanya'da ise, 1923'ten itibaren, kendisine "liberal krallık" diyen, Primo de Riviera diktatörlüğü yer almıştı. İtalya, Portekiz, Macaristan, Romanya, İspanya; tüm bu ülkeler, bu dönemde, sadece burjuvazinin turistik amaçlarla gezebileceği ülkeler idi. Fakat aynı zamanda Stalinist diktatörlükten hiç de geri kalmayan diktatörlükler idi .

Özellikle 1933 yılında Almanya'da Hitler iktidara geldi. Bugün herkes Nazi barbarlığının dehşetini iyi biliyor. Bunu anlatmaya gerek yok. Fakat genellikle çok az bahsedilen şudur: Almanya'nın çok güzel, büyük, sanayileşmiş, hatta Avrupa'nın en çok sanayileşmiş, zengin ve solun önemli bir gücü temsil ettiği bir ülke olduğudur.

İşte, kapitalizmin bu Almanya'ya Nazizmi getirdi.

Üç yıl sonra ise, Nazizmin bir alt ürünü olan İspanya'daki Franco diktatörlüğü ortaya çıktı.

İki dünya savaşı arasında, demokratik Avrupa bunlardan ibaretti.

Tabii ki bunlar, Stalinist cinayetlere ne bir bahane ne de bir özür olabilirler. Özellikle de bu cinayetleri sosyalizm, komünizm ve proletarya adına işlendiği göz önünde bulundurulursa.

Komünizmi ve sosyalizmi suçlayanlar, Stalin'i kapitalizm ve sözde eş anlamlı olan özgürlükçülük adına suçlayanlar, hiç olmazsa susma faziletini göstermelidir. Hatta en azından utanç duymalıdırlar.

Bir ölçüde şunu da söyleyebiliriz: Stalin iktidarının varlığı, kapitalist Batı Avrupa hükümetleri ve hatta önemli bir ölçüde, sosyal demokrasi yüzündendir.

Çünkü Rus Devrimi'nin yayılmasını engellemekle kalmadılar, -hadi diyelim ki, iktidarlarını korumak için ve kendileri açısından bu tutum doğruydu- üç yıl boyunca iç savaşı yönetip, paraca da desteklediler. Bu ise ülkenin kaynaklarını yok etti, tüm dinamik güçleri ezdi ve proletaryanın en bilinçli kesiminin cephede can vermesine sebep oldu. Halbuki bu kesim yozlaşmaya karşı gelebilecek olan, sefalet ortamından yararlanararak çıkarcıların ve menfaatçıların devleti ve partiyi ele geçirmesine karşı koyabilecek olan tek güçtü. Çünkü Stalin iktidarını önceleri dolaylı olarak, sonraları da doğrudan bu çıkarcılar ve menfaatçılar aracılığıyla, yani yeni devlet bürokrasisi sayesinde elde etmiştir.

Kapitalizmin insanlığa getirdiklerinin doruk noktası ise II. Dünya Savaşı olmuştur.

SSCB ve özellikle komünizm bundan hiç de sorumlu değildir. Fakat, tabii ki, kapitalizm bundan sorumludur. SSCB'nin varlığından çok önce, Jean Jaures şunu söylemişti: "Nasıl ki siyah bulutlar yağmuru getirirse, kapitalizm de savaşlara yol açar."

Evet kapitalizm, insanlığın tüm geleceğini tıkayabilir. Eğer insanlığın bir geleceği varsa, bu ancak komünizm ile gerçekleşebilir.

Uzun zamadan beri yenilgiye uğrayan bir devrimin bilançosu

Bugün 1917-20 yıllarında yaşanan devrimci dalganın başarısızlıkla sonuçlanmasından bu yana, üç çeyrek yüzyıllık bir zaman geçti. Buna rağmen sosyal demokrasinin, sabote ettiği devrimci ve komünist hareketin yerine insanlığa ve proletaryaya daha iyi bir gelecek sunduğunu kim iddia edebilir? Tarihi yeniden yazamayız. Eğer olaylar farklı bir şekilde gelişseydi bile, kimse sonuçların nasıl olacağını tahmin edemezdi.

Kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Rus Devrimi 1920'li yılların başında durmuştu. Fakat buna rağmen yaşamaya devam etmiştir. Özellikle başlatmış olduğu toplumsal dönüşümler, devrimin yokluğunda da devam etti. Hatta komünist ve marksist fikirlerin geçerliliği, Troçki'nin ifade ettiği gibi "Marks'ın Kapital adlı eserinde değil, koskocaman bir ülkede" doğrulanmıştır.

Bugün bu devrimin mirasına layık olmayan mirasçılar, devrimin gerçekleştirdiği dev eserleri parça parça ve yok pahasına satıyorlar. Çünkü devrim sadece iktidarın ele geçirilmesi ve iç savaş sırasında yapılan fedakârlıklarla sınırlı değildi. Aynı zamanda SSCB'nin inşasını gerçekleştiren Sovyet proletaryasının, genç işçi ve aydınların çoşkuları ve enerjileri sayesinde, işlenmemiş topraklar üzerinde dev sanayi siteleri inşa edilebildi ve çöllerin ortasında binlerce kilometre kare sulu tarımın gerçekleştirildi. Bütün bunları bu insanlar para kazanmak ve kâr hırsıyla değil, yeni ve daha güzel bir toplum yaratmak için yapmışlardı. Evet bunlar SSCB'de yaşanmıştır ve hatta Stalin zamanında bile vardı.

Tabii tüm bu sözünü ettiğimiz kişiler, o zamanlardan beri sonradan görmelerin ve bürokratların gazabına uğradılar. Bu çıkarcılar ve bürokratlar, sinsice, gizlice ekonomiyi rayından çıkartarak, kendi çıkarlarına göre yönlendirip, yeniden insan sömürüsüne baş vurmuşlardır. Dürüstçe çalışanları değil, gammazcıları ödüllendirdiler.

Şimdiki yöneticiler, SSCB'yi inşa etmiş olan erkek ve kadın eski kuşaktan insanlara ve gençlere bugün de çirkef atmak istiyorlar. Kendilerine ait olmayan bir geçmişi karalamak istiyorlar.

Biz bu geçmişi yaşamadık. Fakat bu geçmişe sahip çıkıyoruz. Onun devamcıları olmak istiyoruz. SSCB'nin mirasını hile yoluyle ele geçiren ve bugün onu inkâr eden çıkarcıların aksine, biz SSCB'den miras almadık. 1917 devrimini ve iç savaşı kazanan tanınmış veya tanınmamış devrimci militanların ve gençlerin devamcısı olmak istiyoruz. Evet komünizmi inşa edenlerin mirasına sahip çıkmak istiyoruz, onun mezar kazıcılarının mirasını istemiyoruz.

Mezar kazıcıları eksik değildir. Hatta gerekli oldukları söyleniyor. Fakat bu kimseyi "Yaşasın hayat!" diye haykırmaktan alıkoyamaz. Komünizmin mezar kazıcıları olsa bile, biz "Yaşasın Komünizm!", "Yaşasın komünizm için mücadele edenlerin kavgası" diye haykırmaya devam edeceğiz. Rus Devrimi yarım kalan, tamamlanmayan ve hatta başarısızlıkla sonuçlanan ne ilk ne de -belki de- son devrim değildir. Fakat bugün bile hâlâ Rus Devrimi'nin tarihe ne gibi bir damga vurduğunu kesinlikle ifade edebilecek bir durumda değiliz.Fransa'da 1968 yılları öncesinde bir çok insan komünizmin ve devrimci fikirlerin artık tarihe karıştığına inanıyordu. Yapılan büyük yürüyüşlerde -bunlar daha çok büyük gösterişlerdi- kızıl bayrakların yerini Fransız bayrakları almıştı. Fakat aniden Mayıs 1968'de gençliğin önemli bir kısmı komünizmin, devrimci umutların şiarlarına yeniden sahip çıktı ve her tarafı kızıl ve siyah bayraklar kapladı. Devrim tohumları yıllarca kar altında kalmış gibi görünebilirler. Fakat kapitalizmin kendisi bir gün onların yeniden yeşermelerine sebep olacaktır.

Fransız devriminin başarılı bir şekilde krallığı yıkarak başından atmasından önce ne kadar köylü isyanları ve ayaklanmaları olmuştu? Hatta Fransız Devrimi de devrimci konumunda çok az bir süre devam etmiştir: 5 veya 6 yıl. Sonraları Bonaparte'ın diktatörlüğü, sonra yine aynı Bonaparte'ın İmparatorluğu, sonra iki kraliyet devri ve 50 yıl sonra kısa bir cumhuriyet devri ve yine 20 yıl süren bir imparatorluk dönemi yaşanmıştır. En sonunda devrimden 80 yıl sonra, 1871'de burjuvazinin şöyle böyle demokratik iktidarı gerçekleşebilmiştir. Halbuki burjuvazi dünya çapında gelişmiş çok güçlü bir sınıftı ve aynı zamanda bir kaç yüzyıldan beri ekonomiye hakimdi.

Evet 1920'li yıllarda devrimci proletarya Avrupa'da ilk taaruzu kaybetmişti. O zamadan bu yana ne ikinci bir taaruzu gerçekleştirmek ne de kazanmak fırsatı olmamıştır. Bugün SSCB'nin dağılışı aslında o devirdeki yenilginin bir alt ürünüdür. Fakat devrimin o bölgede yaptıkları, belki de hâlâ daha ortadan kalkmamıştır. Hatta belki de Sovyetler Birliği proletaryası kendisine indirilen darbelere, hâlâ daha son sözünü söylememiştir.

Kapitalist ekonomi başarılı mı?

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının nedeni planlı ekonominin serbest piyasa ekonomisine göre daha kötü olmasından değilir. Dağılmanın esas sebebi, siyasal ve sosyal bir karşı devrimdir.

Kapitalizm planlı ekonomiye karşı yapılan mücadeleyi kazanmamıştır. Fakat Sovyet toplumunun yönetici kesimlerini yani en zengin kısmını kendine çekebilmiştir.

Kapitalist düzen daha üstün mü? İşyerlerine bakıldığında böyle bir izlenim veriliyor: Herşey akılcı, planlı ve merkezileşmiş gibi. Başarılı olarak görülen işyerlerinde bütün imkânlar seferber edilerek, malzeme nakli süresi azaltılıp, üretimin bir kısmı farklı şehirlerde yapıldığı halde stoksuz üretim yapılabiliyor. Yine de kapitalizm -özel girişimler dahil-, bürokrasi, umursamazlık ve israfla maluldur.

Akla gelen herşey yapılıp işçilerden en çok emek elde ediliyor: Örneğin işçilerin en küçük hareketlerini bile inceleyen araştırma merkezleri vardır. Çünkü iş temposunu azami seviyeye çıkartmak istiyorlar. Fakat yine de bunun tamamen başaramazlar. Bu uygulamalar genellikle daha az verimli olmaktadır ve özel olarak da insani değildir.

Planlama ise, sadece işyerleri seviyesinde mevcuttur. İşyerlerinin dışında, heryerde anarşi hakimdir: Rekabet, düşmanlık ve pazardan pay kapma kavgası. Bu alanda kullanılan kelimeler bile askeri deyimlerdir. Bunlar yeni değildir ve kapitalizmin temel gerçeklerinden bir tanesidir.

İşyerlerinde mümkün olduğu kadar mantıklı bir şekilde üretim yapılıyor. Ya sonra? Pazara göre fazla üretim yapılmışsa stoklar oluşuyor, eşyalar paslanıyor, fazlalıklar yakılıyor, vb. Bu bakımdan kapitalist sistemin en nefret verici yönlerinden biri de insanların temel ihtiyaçlarını karşılama konusundaki tavrıdır: Yani tarım. Avrupa'daki tarım üretimi sayesinde muazzam et, tereyağı, buğday, vb. stoklar mevcutken dünyada açlık içinde çırpınan insanların sayısı nüfus artışına oranla daha hızlı artmaktadır. Hatta stokların daha da artmasını önlemek için suni bir şekilde tarım üretimi azaltılıyor: Meyva ağaçları kökünden sökülüyor, ürün veren hayvanlar kesiliyor. ×imdi, bu gibi uygulamalarda bulunan ekonomi için "akla uygun" demek mümkün mü?

Üretim yapan fabrikalar kapatılıyor. Niçin? Toplumun bütün ihtiyaçları karşılanıyor mu? Hayır! Bu ekonominin esas hedefi insanların ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapmak değildir. Kapitalist ekonominin amacı, kâr elde etmek için üretim yapmaktır. Ne zamanki pazarda alıcı bulunamıyor, yani ihtiyaçlar karşılanmasa bile parası olan alıcı olmuyor, anarşik bir şekilde üretim yapan bu işyerlerinden bir kısmı iflas ediyor. Bazen dev şirketler bile -örneğin Amerika'daki dev hava yolları şirketi Pan Am gibi-. Tabii bu sırada, sermaye sahipleri, batmadan önce, paralarını bu işletmelerden çekip başka işlere yatırıyorlar. Tahribat yapıyorlar. Bu arada bir sürü işçi işsiz ve bir kısım üretim imkânları da atıl kalıyor. Arada bir ekonominin tüm alanlarını kapsayan bir kriz, bir fazla üretim krizi (herhalde dalga geçmek için olacak) olur, üretim çöker, işsizlik çığ gibi büyür, ve zengin ülkeler de dahil heryerde sefalet had safhaya ulaşır.

Kapitalizm bu buhranlara karşı hiçbir çözüm bulamamıştır. Yaptığı tek şey: Buhran yaklaştıkça, buhranın ona zararlı etkilerinden kendisi koruyabilmek için önlemler alır ve tedbir olarak üretimi ve yatırımları azaltır.

Bu israf ekonomisi mantıklı mıdır? Hatta büyüme dönemlerinde bile temel ihtiyaçlara göreceli olarak gereksiz ve hatta zararlı bir çok ürün üretilmektedir. Çünkü, bir çok gerekli ürünü satın alabilecek kitlenin yeterli parası yoktur. Günümüzde dünya ticaretinde en büyük hasılatı yapan iki mal: Yasal olarak silah ve yasadışı olarak esrar ticaretidir. Bu gerçekler çok anlamlıdır.

Üretimin durgunlaştığı ve buhran yaşandığı dönemlerde, kapitalist ekonomi üretime büyük ölçüde sırt çevirir. Son yirmi yılda, yani kapitalizmin bu buhranı sırasında yapılanlar da işte budur.

"Kumarhane ekonomisi"

Gittikçe biriken sermayenin önemli bölümleri üretim alanlarına gitmeyip, finans, tefecilik, spekülasyona akıyor. Yazılanlara göre son zamanlarda devletler arası yapılan milyarlarca dolarlık para değişiminin % 60'ı spekülatif amaçlıdır. Bir ABD'li iktisatçı, son zamanlardaki kapitalist ekonominin işleyişine "kumarhane ekonomisi" ismini verdi.

Bu buhran dönemindeki kumarhane ekonomisinden dev kazançlar elde edenler olmuştur. Büyük tröstler o kadar çok kazanç elde ediyorlar ki, gittikçe kazançlarının çok önemli kısmını "kumarhane ekonomisi"ne yatırıyorlar.

Şu ortamda, satışlar her geçen gün daha da zorlaşıyor ve gelecekte bunun daha da güç olacağı gözönünde tutulduğunda, kapitalistlerin "niçin üretim yapmadığı" anlaşılabilir.

Holdingler kumarhane ekonomisine sadece kendi paralarını yatırmakla yetinmediler. Finans şirketlerinin sunduğu bu "yeni finans ürünlerini" kullanarak, ileride daha pahalıya satmak düşüncesiyle borç para alıp, bu paralarla -finans ürünleriyle- oynamaya başladılar. Örneğin, gerek özel sermayenin gerekse devletin borç senetleri, artık ticaret ve spekülasyon araçlarına dönüşmüşlerdir. Büyük finans şirketleri, borsadaki şirketlerin hisse senetlerinin belirleyici kısmını satın alarak mevcut işyerlerine karşı "taaruz"lar düzenleyip, ele geçiriyorlar. Buradaki amaçları hiç de üretimi artırmak değildir. Tek amaçları, ele geçirdikleri şirketleri dev kazançlar için yeniden satmaktır. Eğer bu yolda o işyerlerini parçalamak ve hatta kısmen veya tamamen kapatıp çalışanları sokağa atmak, arsaları satmak gerekirse, bundan hiç de çekinmezler.

Bu kargaşa, çılgınca spekülasyon ve tefecilik, devletlerin de suç ortağı olması sebebiyle daha da hızlanmıştır. Son yıllar içerisinde devletler, sermayenin dolaşımıyla ilgili -spekülatif sermayeler de dahil- tüm koruma tedbirlerini kaldırıp, büyük bir kargaşaya yol açmışlardır.

Bütün bunlar, şu ana kadar, kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda gelişmiştir. Borsaların yoğun ve çılgınca faaliyetleri, büyük para babalarının daha da büyük, dev servetler edinmelerine ve böylece daha da güçlenmelerine yol açmıştır. Hatta bu talandan asalak burjuvazinin bir kısmı -hiç değilse şu ana kadar- belirli kazançlar elde etmiştir.

1980'li yıllar finans alanında bir kısım aracılara örneğin "Golden Boys" diye bilinen "altın gençlere" çok yaramıştır. Bu dönemde bir yandan bir kaç bin finans canbazı dev servetmer biriktirdi, bir çok hisse senedi sahibi ve spekülatör, gelirlerini önemli ölçüde artırmışlardır. Fakat diğer yandan emekçilerin kazançlarında önemli azalmalar olmuştur.

Aynı zamanda bu yıllar, yeni yoksul kitlelerin doğmasına, işsizliğin çok büyük sayılara ulaşmasına ve emekçilerin hayat seviyelerinin gerilemesine yol açmıştır.

İşte bu nedenlerden dolayı da kapitalist ekonomi bir kısır döngüye girmiştir. Çünkü ücretlerin gerilemesi ve işsizliğin artması, tüketimin azalmasına yol açıyor. Tüketimin azalmasından dolayı da kapitalistler, üretici yatırımlarını azaltıp, üretimi düşürüyorlar. Tabiiki bu spekülasyon ve borsa oyunları üretimi artırmıyor. Sadece kapitalistlerin birbirlerini soymalarının yanısıra, sürekli olarak emekçi kitleleri ve Üçüncü Dünya halklarını yoksullaştırıyorlar.

İddia ettikleri mantıklı üretim nerede? Bu kapitalist ekonomi zengin ülkelerde biryandan bir sürü işçiye işsizlik parası verip onları üretim dışı bırakıyor. Diğer yandan gerekli olan bir çok okul inşa edilmiyor, üretilmesi gereken bir çok ürün üretilmiyor.

Büyük basın kralı Robert Maxwell, "sözde bileğinin gücüyle zengin olan" kişilere örnek gösteriliyordu. Hatta kapitalizmin simgesiydi. Fakat gerçekler ortaya çıktığında, yani Maxwell'in çalıştırdığı emekçilerin emekli sandığında biriken çok büyük miktarlar tutan primlerini çalıp, spekülasyonlarda kaybetdiği anlaşılınca, kapitalist çevreler "bunu yeni öğrenmiş" numarası yaptılar. Fakat esas soru şudur: Maxwell kapitalist sistemden daha mı alçaktır? Elbette hayır!

Kapitalist sistemin uygulamaları, Maxwell'in yaptıklarından farksızdır. Örneğin, kamu ve sosyal hizmetler veya emeklilik için ön görülen dev miktarlar, hangi amaçlar için kullanıyor? Sağlık hizmetleri için, yeni okulların inşası için, yeni öğretmenlerin ve hemşirelerin tayini için, işçi-emekçi konutları için ayrılan paralar, amaç dışı olarak kumar ekonomisinde kullanılıyor.

Zengin sanayileşmiş ülkelerde 28 milyon emekçiyi sokağa atan (geçen yıl bir önceki yıla göre 3 milyon artmıştır), bu ekonomi nasıl mantıklı olabilir? Halbuki, bu insanların üretime katılmaları -kalkınmış ülkeler dahil- bir çok ülkenin ihtiyacı için yararlı olabilir.

Örneğin Fransa'da çalışma çağına gelen her üç gençten ikisi iş bulamıyor. Böyle bir ekonomi mantıklı olabilir mi?

Dünyanın en zengin ekonomisine sahip ABD'de bile 35 milyon insan -yani her on kişiden biri- sefalet içerisindedir ve devletin ya da özel kişilerin hayırseverliğine mahkumdur. Bir yandan dünyanın en büyük servetleri ve onların yanıbaşında Bronx ve Harlem gibi semtlerde onbinlerce yoksulun başını koyacak bir yerleri bile yoktur. Bu sonuçlara yol açan bir ekonomiye mantıklı, akılcı ya da üstün diyebilir miyiz?

En büyük zenginliklerin biriktirildiği emperyalist ülkelerde bile, halkın bir kısmı sürekli gerilemeye, maddi ve manevi yoksulluğa, güvercinlik tipi evlere, viranhanelere, esrar ve cinayetlere mahkum edilmiştir. Böyle bir toplum mu mantıklıdır?

Birleşmiş Milletler'in (BM) yayınladı son raporlardan birine göre, sanayileşmiş ve yarı sanayileşmiş ülkelerde yaşayan 600 milyonluk nüfusun 100 milyonu yoksulluk sınırının altındadır. Yine bu rapora göre, bu yoksulların sayısına eski SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerini de eklersek, rakam 200 milyonu bulur.

Eski SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleri kapitalist serbest piyasa ekonomisi yolunu yeni tuttular. Fakat kısa zamanda üretim çökme noktasına geldi ve kamu hizmetleri büyük bir tahribata uğramıştır. 1988-91 yılları arasında, yani 3 yıl içerisinde, eski Doğu Avrupa ülkelerinin pazar ekonomisine dayalı üretimleri bir çöküş sonucu % 25 gerilemiştir. Bu ülkelerdeki işçi sınıfının başından bir çok felaket geçmiştir. Emekçiler şimdi de işsizlik felaketiyle başbaşadır.

Kapitalist ekonomik düzen sadece insanlık dışı değil, tamamen de mantıksızdır. Bu düzenin yöneticileri bile, propaganda yapmadıklarında bunu kendileri de itiraf ediyor. Kapitalist düzenin en üst düzey yöneticileri bile, kapitalist ekonominin kargaşası karşısında acizdirler.

Örneğin Bush yönetimi -diğer kapitalist devlet yöneticiler gibi-, ABD'li kapitalistleri üretim alanına yatırım yapmaları için "teşvik"ler yoluyla ikna etmeye çalışıyor. Bush'un bu yeni tedbirleri, bir Amerikan senatörünün ifade ettiği gibi, Amerikan halkının % 99'unun cebinden alıp, en zengin % 1'e, vergi muhafiyeti ve bir çok avanta verip onları yatırıma teşvik etmektir. Fransa'da da durum benzerdir. Fakat, yine de hiç bir kapitalist yatırım yapmıyor. Çünkü tüketimin artma ümidi bile yoktur.

En çok sanayileşmiş ve en zengin kapitalist ülkelerdeki kapitalist üstünlük, işte bunlardan ibarettir.

Tabii ki, zengin ülkelerde işi olanlar, sağlıkları yerinde olanlar, çok yaşlı ya da çok genç olmayanlar kendilerine iyi bir hayat bulabiliyorlar. Bu ise, bütün dünyaya "örnek" olarak sunuluyor! Herşey yolunda gittiğinde, rahatlıkla bir araba satın alınabilir. Neredeyse uygun bir şekilde oturacak bir ev alınabilir. Çocuklar okula gidebilir... Evet, "bizim kapitalistlerimiz" böyle birşey gerçekleştirmişlerdir. Bunu bile tüm Batı Avrupa çapında gerçekleştiremediler. Çünkü Batı Avrupa sadece Fransa ve Almanya ile sınırlı değildir. Aynı zamanda Portekiz, Yunanistan, vb. eklemek gereklidir.

Kapitalizm fakir ülkelerin yoksulluğuyla besleniyor

Eğer kapitalistler emekçilere yukarıda sözüedilen yaşantıyı verdilerse, bu ne pahasına mümkün olmuştur? Sözünü ettiğimiz kalkınmış ülkelerdeki 600 milyon kişinin küçük bir azınlığı şöyle böyle normal şartlarda yaşıyabilmeleri için, dünyada 4 milyar insan yoksulluğa, arada bir baş gösteren açlığa, hastalığa ve gıdasızlığa mahkum edilmiştir. Bunun nedeni ise, üretim imkânlarının yokluğu değildir. Çünkü mevcut üretim imkânları, en azından tüm insanların gerektiği gibi besleyip, giydirecek seviyededir. Fakat bu imkânlar talan ediliyor, çalınıyor.

Dünya nüfusunun 4/5'inin yaşadığı yoksul ülkeler, eskisinden daha fazla talan edilmeye devam ediliyor. Halbuki, sömürgeler neredeyse yok olmuştur. Bu talan, tefeci araçlarla yapılıyor. Batı sermayeleri yoksul ülkelere -bir kaçı dışında-, gittikçe daha az üretici yatırımlarda bulunuyorlar. Bazı ülkelerde ise, yatırımlarını azaltıyorlar.

Fakat diğer yandan da bu ülkelerdeki yöneticilere borç para veriyorlar. Bu ülkelerdeki yoksul kitleler, sürekli olarak "acı reçete"ler sayesinde daha da yoksullaşıyorlar. Bunun nedeni ise, Batılı tefeci kapitalistlerden aldıkları borç ve faizleridir. Oysa bu borçlar yöneticilerin kasalarına girmiştir.

Batılı büyük sermayenin temsilcileri olan IMF ve Dünya Bankası, zaten sefalet ücretiyle -ayda 10, 20 dolar- yaşayan Nijerya ya da Peru'da ücretlerin daha da azaltılmasını; temel gıda maddelerine -ekmek, pirinç, vb.- yapılan devlet yardımlarının kalkmasını istiyorlar. Böylece insanları açlığa mahkum ediyorlar. KİT'lerin varolduğu ülkelerde ise, bunların özelleştirilmesini şart koşarak, borç ve faizlerinin ödenmesini istiyorlar. Bütün bunlar niçin oluyor? Yoksul ülkelerden alınan paralar, banka sistemine aktarılıyor: Spekülasyonların, özel çıkarlar için para, hisse senedi, vb. dolaşımın, yani hiç bir değeri olmayan fakat kumar ekonomisinde kullanılan kağıt parçalarının dolaşımına; sonuçta zenginlerin servetlerine servet katmasına yarıyor.

BM'nin rakamlarına göre, Üçüncü Dünya ülkelerinde "bir milyardan fazla insan tamamen yoksulluk içinde" yaşıyor.

Liberal bir dergi olan Le Monde Diplomatique'in başyazarı bir yazısında şunları yazmaktadır: "Bengaldeş'te meydana gelen hortum faciası 125 bin kişinin ölümüne yolaçtı. Herkes bundan sözediyor. Fakat, 110 milyon nüfuslu bu ülkede fırtına olmadığında da, her yıl 870 bin çocuk ölüyor, bunlardan 250 bini ishalden ölmektedir. Dünyada her yıl 5 yaşından küçük 14 milyon -günde 40 bin- çocuk ishalden ölmektedir. Kimse bundan sözetmiyor."

"Bilim ve teknolojinin ilerlediği çağımızda, bu imkânlar Irak savaşı sırasında seferber edilmiştir. Fakat, 6-11 yaşları arasında 100 milyon çocuk okula bile gidemiyor."

Bu gerçeklere göz yuman, hatta daha da kötüsü, insanı isyan ettirici bu eşitsizliklerin artmasına yolaçan, onları besleyen bir dünya ekonomi düzeni mantıklı mıdır?

Yaşadığımız şu 20. yüzyılda, yani teknolojinin en ileri seviyede olduğu bir çağda, ortaçağ hastalığı olan kolera gibi önlemleri bilinen, tedavisi mümkün hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına yol açan bir düzen nasıl ideal bir düzen olarak kabul edilebilir? Üstelik bu hastalıklar ıssız bölgelerde değil, Lima (Peru), Buenos Aires (Brezilya), Meksiko (Meksika) gibi büyük şehirlerde -başkentlerde- görülüyor.

Böyle bir ekonomik düzen hiçbir yönden üstün değildir ve yok olmayı haketmiştir! SSCB'de 60 yıl boyunca devletleştirilmiş ve planlanmış ekonomi, bütün iç ve dış engellere rağmen varlığını sürdürerek kapitalizm yerine daha üstün, daha mantıklı ve insanlığa hizmet eden bir ekonominin mümkün olduğunu ispat etmiştir.

Sovyet toplumunun tüm olumsuz yönlerinin kaynağı olarak gösterilen devlet ekonomisi, olumsuzlukların esas sebebi değildir. Aksine, uluslararası kapitalist baskılar olumsuzlukların esas kaynağıdır. Üstelik SSCB ekonomisi, kendisini çağdaşlığın, ileri olanın temsilcisi gören kapitalist ülkeler gibi, ne dünya halklarını sömürerek, ne emperyalist ve sömürgeci olarak gelişmiştir.

Kapitalist gelişme, yeni bir ekonomik sistemi zorunlu kılıyor

Toplumsal değişiklik isteği, sadece adalet, insanlık ve insanlar arası eşitlik nedenlerinden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda bu bir gerekliliktir. Bu gereklilik kapitalizmin gelişmesinin, evriminin dayattığı bir olgudur.

Yüzyıl önce Marks'ın sosyalist fikirlere katkısı da, işte bu olmuştur: Kapitalist toplumun kendisi komünist toplumun zeminini hazırlıyor.

Çünkü modern üretim, binlerce, onbinlerce ve hatta yüzbinlerce insanın ortak çalışmasını sağlıyor. Üretim toplumsallaşmıştır. Üretimin toplumsallaştırılmasını gerçekleştiren ise, komünistler değil, kapitalistlerdir.

Çağımızda üretim, giderek daha büyük ölçeklerde gerçekleşiyor. Fakat üretim araçlarının mülkiyetini ve dev üretimin yarattığı ürünleri bir kaç kişi sahipleniyor. İşte, yaşadığımız toplumdaki büyük kargaşılıkların kaynağı, toplumsal üretimin artmasına rağmen, bu üretimin giderek daha az sayıda kişinin çıkarlarına uygun olarak yapımasıdır.

Kapitalizmin üretimi toplumsal hale getirmesi, üretimin örgütlenmesini ve planlanmasını hem mümkün hem de daha yararlı olamasına imkân sağlıyor.

Faaliyetleri onlarca ülkeyi kapsayan ve ekonomiyi şimdiye kadar hiç görülmemiş boyutlarda evrenselleştirmiş olanlar komünistler değil, dev uluslararası şirketlerin sahipleri olan kapitalistlerdir/kapitalizmdir.

Hatta Avrupa'da bile, ülkeler arasında geliştirilen ekonomik ilişkilerden dolayı, ulusal sınırları çelişkili kılan ve bu sınırların ortadan kalkma gerekliliğini ortaya çıkartan (bu gereklilik burjuvazi tarafından da açıkça hissediliyor) komünistler değil, kapitalist ekonominin ta kendisidir. Fakat yine de, farklı ülkelerin burjuvazileri, kendilerine koltuk değneği vazifesini gören ulusal devletlerinden bir türlü vazgeçmiyorlar.

Uluslararası kapitalizm, bölgesel üretimleri ve kültürleri de yıkıyor. Bunları evrensel boyutlara ulaştırarak, insanların yemek çeşitlerini, düşünme sistemlerini, mantıklarını tek boyutlu hale getiriyor. Bütün dünya McDonald, McGyver, vb. tarafından -kötü bir şekilde- doyuruluyor. Cocacola her tarafa yayılmıştır. Dallas gibi filmler halkın beynini yıkarken, radyolar ise, Harlem'den Tokyo'ya, Paris'ten Abidjan'a kadar liste başı dedikleri saçma şarkı ve müzikleri dinlettiriyor.

Kapitalist ekonomi biryandan çelişkilerini geliştirip, yaygınlaştırıyor, diğer yandan, dünya çapında işleyebilecek planlı bir ekonominin zeminini hazırlıyor.

Kapitalist ekonomi, dünyamızı ve dünya halkının büyük bir kısmını teknolojik ilerlemeden mahrum bırakıyor. Kapitalist ekonominin kâr mantığından dolayı ilerlemeler sınırlanıyor. Tüm bunlara rağmen, bilim ve teknikte belirli ilerlemeler savaş sanayi için yapılan araştırmalar sebebiyle olmuştur. Yani bilim ve teknikte ilerleme özel sektör sayesinde değil, yine devlet eliyle gerçekleşmiştir.

Yaşanan son üç çeyrek yüzyıl boyunca insanlar nükleer enerjiyi evcilleştirmeyi, diğer gezegenlere ulaşmayı öğrenmişlerdir. Biyoloji alanında müthiş yeni imkânlar elde edilmiştir.

Nakliyecilik, uçaklar sayesinde bir devrim yaşamıştır. Haberleşme alanı ise, önce radyo, sonra televizyon, şimdi de bilgisayar ve uydular sayesinde büyük gelişmeler göstermiştir.

Bu gelişmeler ise, insanlığın biryandan teknolojik gelişme üzerinde artan etkinliği ile toplumsal yaşam alanında aciz kalmasından dolayı ortaya çıkan çelişkilerini daha da çarpıcı kılıyor.

Çok uluslu tröstler üretimi ve dünya ticaretini sadece kâr amacıyla geliştirdikleri için, bu gelişme tamamen mantıksız olmaktadır. Örneğin Avrupa için, Senegal ve Burkina gibi Afrika ülkelerinde mevsim dışı çilek veya kuşkonmaz tarımını düzenlemek, yani yerli halkın ihtiyaçlarına aykırı bu gibi uygulamalar, hem insani yönden isyan ettiricidir, hem de ekonomik yönden çok abestir. Biryandan küçük adalardan oluşan ve satın alma gücünün çok düşük olduğu cennet gibi ülkeler, diğer yanda ise, sefalet ve açlık okyanusları mevcuttur. Roma İmparatorluğu'nun yozlaşması bundan daha kötü olmasa gerek!

Çok uluslu tröstler ekonomiyi talan etmek için en son teknik buluşları seferber ederek, dünya çapında çok muazzam örgütlenmeler gerçekleştirdiler. Bu ise, dünyadaki kaynakların mantıklı bir şekilde kullanılabilmeleri için büyük bir olanak ve kolaylıktır.

Bugün tarım sanayindeki tröstler örneğin dünya çapında buğday üretimini uzaya yerleştirdikleri uydularla günbegün takip edebilmektedirler. Fakat bundaki amaçları buğday hasılatına göre nasıl en iyi spekülasyonu gerçekleştirebiliriz kaygısıdır. Yani fakir halkı nasıl açlığa mahkum edebiliriz demektir. Bu imkân dünyü çapında buğday üretimini denetleyip, bu üretimi tüm insanlar arasında ihtiyaca göre baylaştırmaya da yarayabilir.

Şimdi dünya borsalarını anında biribirlerine bağlayan bankalara ait bilgisayar sistemi eğer özel mülkiyetten kapartılıp, kâr mantığına göre çalışıtırlmaktan ve saçma rekabetten kurtulabilirse, insanların tüm ihtiyaçları planlanlanabilir, dünya çapında bir araya getirilebilir ve evrensel bir şekilde çözümlenebilir.

Kapitalizmin en çok geliştiği liberal ülkelerde devletin giderek daha çok müdahalede bulunması, kapitalist ekonominin ne kadar yetersiz olduğunu ve toplumsal çözümlerinin ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu çelişkili bir biçimde ortaya koymaktadır.

Aslında burjuvazi, uzun zamandan beri kendini aşmış modern üretim araçlarını yönetebilmekten acizdir. Temel parolası "herkes kendi çıkarını savunsun" olan kapitalist ekonomi, toplumsal müdahaleler olmadan bir dakika bile ayakta duramaz. Bu toplumsal müdahaleler genellikle devlet ve devlete bağlı kamu işletmeleri tarafından gerçekleştirilirler. Bu yapılan müdahaleler her ne kadar da kapitalistlerin bireysel kârlarının gerçekleşmesi için yapılmış olsa bile, belirli ölçülerde bireysel mantıklı çelişkilidir.

Örneğin Fransa'da devlet müdahalesi olmasa ne eğitim, ne yol ne sağlık sistemi ne de bayındırlık işleri varlığını sürdürebilir. Hatta kömür, gaz, elektrik ve nakyliyat hizmetleri bile çalışamaz duruma gelir. Hatta ABD bile, uzayla ilgili çalışmalarda ve temel araştırma konularında pazar ekonomisine güvenmiyor.

Evet ekonominin toplumsallaşma gerekliliği, kapitalist ekonominin gelişmesinin bir sonucudur. Fakat bu da çelişkili, yetersiz ve kavgalarla dolu bir şekilde gelişiyor. Çünkü devletin emrindeki toplumsal kuruluşlar, burjuvazinin genel çıkarlarını savunmakla yükümlüdürler. Ama yine de sonuçta özel bazı kesimlere hizmet ederler.

İşte bu nedenlerden dolayı ekonomik zorluklar karşısında, aşamalı bir şekilde ve bazı devlet hizmetleri -örneğin kamu hizmetleri, SSK hizmetleri, vb.- özel çıkarlar lehine susitimal edilirler.

Kapitalist burjuvazi asalak bir sınıftır

Devlet rolünün gittikçe artması, kapitalizmin nasıl asalak bir sistem olduğunu ortaya koymaktadır. Genellikle en büyük kapitalist şirketler, riskli yatırımları devletin sırtına yüklüyorlar. Hatta yeni pazarlar elde etmek söz konusu olduğunda, şirketlere gelebilecek zararlara karşı devlet garantörlük yapar. Bu kapitalizm, yardıma muhtaçtır. Büyük şirketlerin zararları devlet aracılığıyla topluma mal edilir, diğer yandan ise, elde edilen kârlar kendilerine kalır.

Mevcut kapitalist düzen yerine başka, yeni mantıklı ve adaletli bir düzen gerekliliği, yalnızca proletarya için acil değildir. Bu düzen herkes için insanlık dışı bir düzendir.

Biraz insan haysiyeti olan küçük burjuvalar ve hata büyükleri bile, günümüzdeki kapitalist toplumun ahlâk, aydınlanma ve kültür yönünden barbarlığa doğru gitmesi; yahudi düşmanlığı, ırkçılık, cinsiyetçilik ve gittikçe gelişen gericilik karşında nasıl duyarsız kalabilirler?

ABD ve Batı Avrupa'da mağazaların tıkabasa dolu, yolların bakımlı, suların temiz, hastanelerin iyi donatılmış olduğu, salgın hastalıkların artık tarihe karıştığı birer cennet olsalar bile, bu zenginlikleri setler çekerek koruyabileceklerine inanmak hayal olur. Burjuvazi, Üçüncü Dünya ülkelerini yoksul kamplarına dönüştürmekten çekinmiyor. Bu ülkelerde insanların milliyet, kabile, etnik ve din savaşlarında biribirlerini boğazlamalarına burjuvazi zemin hazırlamaktadır. Üçüncü Dünya devletleri bunlara seyirci kalırlar ve gerektiğine emperyalist devletler yerel diktatörlüklere askeri birlikler göndermekten çekinmiyorlar. Emperyalistler aptal akıl hocalarına uyarak kendilerini, onların deyimiyle "ülkelerine akın akın akmaya hazır" Polonyalı, Romen, Arnavut, hatta daha da kötüsü Rus insan sürülerine karşı demir perdeler oluşturmaya çalışıyorlar. Emperyalistler kendi ülkelerini bu "sefalete" karşı korumak isterken, işsizliği çığ gibi büyüttüler. İşçi sınıfının hayat seviyesini düşürdüler. Sosyal hizmetleri gerilettiler. Alt yapıların kötüleşmesine seyirci kaldılar. Bu kötüye doğru gitme arttıkça yoksul bölgeler ile zengin semtler arasındaki sınırlar sadece Akdeniz sahillerinden Meksika sınırlarından veya Avrupa'nın doğusundan geçmeyecektir. Bir de bu zengin ülkeler içerisinde giderek bir yandan ormaün kanunlarının hakim sürdüğü, esrar satışı ve cinayetlerin sürdüğü yoksul semtler ile diğer taraftan özel muhafızlar tarafından korunan zengin semtleri oluşacaktır. Hayır! İnsanlığın geleceği böyle birşey olmamalıdır.

Gelecek Komünizmindir

Proletarya iktidarı ele geçirdiğinde yapması gereken ilk iş, burjuvazinin mülküne el koyarak, büyük işyerlerini toplumsallaştırmaktır. Bu ise, bazı komünizmi çarpıtarak söylediği gibi, özel mülkiyetin sonu olmayacaktır. Tam aksine! Çünkü yaşadığımız toplumda insanlığı mülkiyetten, hatta bir kısım insanları kendilerine ait en küçük özel mülkiyetten, neredeyse insanın ayakta kalmasını sağlayacak mülkiyeten mahrum eden büyük sermayedir.

Ekonominin toplumsallaştırılması, farklı kapitalist şirketler ararı rekabet ve sürtüşmelere son verecektir. Merkezi ve planlı bir ekonomi sayesinde dağınık üretim elemaanlarını bir araya getirmek mümkündür. Planlı ekonomi, halkın ihtiyaçlarını demokratik bir şekilde tespit ederek, en acil olanlara öncelik tanıyacaktır. Gereksiz ve hatta zararlı -örneğin silah üretimi gibi- üretimlere son verecektir. Bu üretimleri yapan işletmeleri başka yararlı ürünler üreten işletmelere dönüştürecektir.

Planlı ekonomi, kapitalist toplumda asalak olarak yaşayan herkesi üretime katacak ve yapılması gereken tüm işler, çalışanlar arasında paylaşılacaktır.

Proletarya iktidarı hiç zaman kaybetmeden insanların ve ürünlerin dolaşımını engelleyen tüm sınır ve engelleri ortadan kaldıracaktır. Diğer yandan ayrımsız -şuanda devleti olmayanlar dahil- tüm halkların milli varlıklarını istedikleri kadar sürdürme hakkını kabul edecektir. Kıtalar arası ve hatta dünya çapında planlama yapmak, yerel gerçeklere, geniş demokrasiye ve bölgesel özgürlüklerle çelişki anlamına gelmiyor.

×imdiye kadar imkânsız gibi görünen projeler, bilimsel, teknolojik ve sanayinin geliştirdiği imkânlarla gerçekleştirilecek ve insanlığın hizmetine sunulacaktır. ×u anda tüm insanların dörtte biri sefalet içindedir. Bu projeler sayesinde, bu insanların hem karınlarını doyurabilecek, onları gıdasızlıktan ve hastalıklardan kurtaracak hemde moral yönden onurlarını iade ederek onları modern çağın gerektirdiği yaşama seviyesine getirecektir. Bu projeler onların, gerektiği gibi giyinmelerini ve modern konutlara sahip olmalarını, düzeyli bir eğitime kavuşmalarını sağlayacaktır. Ekonomi, kapitalist israftan kurtulacaktır. İnsanların üretim için ayırdıkları zaman ve enerji çok azalacaktır. Çünkü, gereksiz üretimlere son verilecektir. Sadece insanların ihtiyaçların karşılamak için üretim yapılacaktır. Birde bu nedenle, şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde çevreye ve doğaya karşı saygılı davranılacaktır. Oysa, kâr hırsıyla üretim yapan kapitalizmin çevre sorunuyla ilgili değildir.

İnsanlar bu düzende hayatlarını kazanmak için üretime çok daha az zaman harcayacaklar; işsizler, işsizliğin yarattığı sorunlardan kurutulacaklardır. Böylece tüm insanlık gelişme imkânlarından yararlanacak ve kendisini gerektiği gibi eğitme olanağı bulacaktır.

Bugün milyarlarca insan, yani insanlığın büyük bir çoğunluğu herşeyden, örneğin yaratıcı faaliyetlerden, insiyatif ve sorumluluk almaktan tamamen dışlanmıştır. Bu gerçeği değiştirmek, insanlığa hayal edemeyeceğimiz kadar yeni olanaklar yaratacaktır.

Belki de bu sözünü ettiğimiz yeni toplumda, belki Mozart'lar, Einstein'lar sayıca çok daha fazla olmayacaktır, fakat toplumun tüm üyeleri onların seviyesinden çok uzak olmayacaktır.

İşte bu şartlarda, yani zenginler ile yoksullar, bilginler ile cahiller, burjuvalar ile proleterler, erkekler ile kadınlar, zengin ülkeler ile yoksul ülkeler, zengin uluslar ile yoksul uluslar, ırklar ve milliyetler arasındaki eşitsizliklerden kaynaklanan baskı ve sömürü yok olabilir. Bu değişim tarihin sonu değil, aksine medeniyetin gerçek başlangıcı olacaktır.

Bunlar ne hayal ne de gerçekleşmesi imkânsız olgulardır. Hayal ve gerçekleşmesi imkânsız olan tek şey, kapitalizmin insanlığın geleceğini garanti altına alabileceğini düşünmektir.

Proletarya toplumun yönetimini üstlenebilir

Kapitalizme son vermek için, burjuvazinin toplum üzerindeki iktidarını yıkmak gerekiyor. Böyle bir görevi sadece işçi sınıfı üstlenebilir. Çünkü proletaryanın genel çıkarları açısından, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bu düzene son verilmesi, onun için bir zorunluluktur.

Bazı Batı ülkelerinde fabrika işçilerinin sayısı her ne kadar azalmışsa da, dünya çapında sayıca artış olmuştur. Çünkü, dünyanın tüm ülkelerinde işçi sınıfı mevcuttur. Üstelik, Batı dünyasında sanayi işçilerinin sayıca azalmasına karşılık, büro çalışanlarının ve memurların (emekçilerin) sayısı artmıştır.

Dünya proletaryası, geçmişte bir kaç defa olduğu gibi, mevcut düzeni yıkmak için yeniden harekete geçebilir mi? İşte komünizm için sorulması gereken soru budur.

Yıllardan beri proletarya, sınıf olarak bağımsız bir şekilde ne dünya çapında ne de ülke çapında bir mücadele vermiştir. Buna rağmen, 1950'li yılların ortalarında, Doğu Almanya'da ve Macaristan'da bir de son olarak 1980'de Polonya'da, sınıf olarak düzene ve devlete karşı ağırlığını koymuştur. Proletarya, Macaristan'da askeri olarak yenilgiye uğradı. Polonya'da ise, siyasi olarak işçi sınıfının çıkarlarına düşman olan güçlerin etkisi altında kaldı. Mevcut buhranın başından itibaren işçi sınıfı dağınıktır ve burjuva akımların etkisi altındadır. Kendisini, bağımsız ve güçlü bir kuvvet olarak ortaya koyamamıştır. Üstelik toplumu kökünden değiştirebilecek devrimci bir güç görüntüsünü henüz vermemiştir.

Emperyalist ülkelerde işsizlik korkusu, işçi sınıfının hem moralini bozuyor, hem de mücadele azmini kırıyor. İşçi sınıfı partisi olduğunu söyleyenlerin ihanetleri veya işçi oylarını kendi çıkarları için kullanana partilerin siyasetlerinden dolayı işçi sınıfı ayaklanma yerine karamsarlığa, politika dışına itilmiştir.

Orta Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfının ardarda üzerine çöken felaketler yani hayat seviyesinin düşmesi, işsizliğin artması, sosyal hakların büyük ölçüde yok olması nedeniyle başına balyoz yemiş gibidir. Bir de on yıllardır kendisine komünist diyen, aslında işçi düşmanı olan, diktatörlükler nedeniyle yönünü şaşırmış gibidir.

Diğer yoksul ülkelerde ise, sanayi proletaryasının mücadeleleri ya büyük kitleler oluşturan kırsal nüfus içinde eriyor -bu mücadeleler şiddetli olsalar da genellikle siyasi hedeften yoksundurlar- ya da işçi düşmanı siyasetlerin, hatta bazen dinci ve tutucu güçlerin önderliğinde oluyor.

Fakat geçmiş incelendiğinde şunu görebiliriz: Tarihin tüm ezilen ve sömürülen sınıfları gibi, işçi sınıfı devrimci bir konuma ulaşması, düzeni devrimci bir şekilde değiştirme aşamasına gelmesi olağan şartlar içinde olmamıştır.

Tarihte köklü değişikliklere sebep olan devrimci dönemler çok azdır. Bu dönemlerde hakim sınıflar açıkca iflas ettiklerini ortaya koyarlar. Kendi düzenlerine bile artık inançları kalmaz. Baskı aracı olan devlet aygıtı çatır çatır çatlar ve karşı cephede olan dev kitleler, durumlarına düzen içerisinde çözüm yolu bulamazlarsa, işte o zaman devrimci durum oluşur.

Geçmiş yüzyıl içerisinde insanlık iki veya üç defa bu gibi dönemler yaşamıştır. Aynı şey bu yüzyıl içinde geçerlidir: İlki, Birinci Dünya Savaşından sonra, diğeri 1930'lardaki büyük buhran dolayısıyla ortaya çıkan şartlarda, bir de, bir ölçüde İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, özel olarak Doğu Avrupa ülkelerinde devrimci ortamlar vardı. Bu imkânların yanı sıra, sömürge ülkelerde yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri vardı ve bu iki imkanın ortaklığı söz konusu olabilirdi. Sosyal demokrasi ve Stalinizm, bu iki fırsatı da gerektiği gibi hazırlamadı, yanlış siyasetler izleyerek kitleleri devrimci mücadeleye hazırlamadılar. Proletaryanın önündeki imkânlara ihanet ettiler.

İşte bu sözünü ettiğimiz istisna şartlarda işçi sınıfı tarihin akışını değiştirme olanaklarına sahipti. Bu ortamlarda toplumsal gücünü kullanma imkânı vardı.

Toplum kökten değiştirmek çok büyük güç ve enerji gerektiriyor. Lenin'in dediği gibi, sadece devrimci bir çevrenin değil çok müthiş sınıf mücadelesi kararlılığı ile mücadeleye atılmış milyonlyarca işçi ve yoksulun aklını, inançlarını, mücadeleye sonsuz bağlılıklarını ve kararlılıklarını gerektirir...

Bu söylenenler, geçmişteki tüm köklü toplumsal değişiklikler için de geçerlidir. Örneğin Fransız Devriminin seçimlerle sınırlı kalmadığını söylemek, herkesin bildiği bir doğruyu tekrarlamaktır. Fakat bu devrim, Bastille zindanının ele geçirilmesiyle de sınırlı değildir. Fransız Devrimi, aylarca ve hatta yıllarca süren kitlelerin devrimci faaliyetleri, yani toplumun tüm faaliyet alanlarına, mülkiyet biçiniden ölçü birimlerine kadar yayılan her alana, kitlelerin yaptığı bir müdahalelerdi. Eğer bu kadın ve erkek kitleler, çok güç ve enerji isteyen bu yıllarca süren mücadeleleri yapmamış olsalardı, bugünkü modern Fransa'nın durumu tamamen farklı olacaktı. Kuşkusuz bu, Rusya için de geçerlidir. Rusya'daki eski düzen ancak Rus proletaryasının verdiği güçlü mücadeleler sayesinde gerçekleşebilmiştir.

İşçi sınıfının kitlesel mücadelesi sadece burjuva sınıfını zararsız hale getirmek için değil, aynı zamanda, şu veya bu nedenle, haklı veya haksız bir şekilde, çıkarlarını burjuva düzenin varoluşuna bağlayan toplumsal güçlere karşı koyabilmek için de gereklidir. Daha da önemlisi, proletaryanın toplumsal mücadelesi, aynı zamanda onun toplumsal yaratıcılığını, yeteneğini, gayretini, fedakârlığını toplum hizmetine sunabilmek için de gereklidir. Çünkü burjuva toplumunda bu gibi özelliklerin kullanılması ve geliştirilmesi mümkün değildir. Burjuva toplumu işçi sınıfının olumsuz yönlerini körüklüyor, sadece kişisel çıkar için gayret etmeyi teşvik ediyor.

İşte bu az rastlanan buhran dönemlerinde, sadece birkaç bin ya da on bin işçi değil, fakat milyonlarca erkek ve kadın, gerçekten iyi bir yaşam isteğiyle, kitlesel güçlerinin farkına varıp, özgüvenlerini kazanarak, toplumsal sorumluluklarının ve siyasi eylemlerinin imkânlarına ulaşabilirler. Proletaryanın toplumu dönüştürme imkânlarına hâlâ daha sahip olup olmadığını, ancak bu gibi ortamlarda görebiliriz.

Kapitalizm kaçınılmaz bir şekilde, her yüzyılda bu gibi ortamları en az üç, dört, beş belki de daha fazla yaratacaktır. Birgün, derin bir buhran kapitalizmi hafızalardan silecek, onu ortadan kaldıracaktır. Çünkü insanlar, gerek kişisel, gerek toplumsal olsun, yalnızca hatıraların iyi olanlarını muhafaza ederler.

Komünizm toplumun tek geleceğidir

İşte ileride olabilecek buhranlar dolayısıyla, komünist bir hareketin varlığını sürdürmesi can alıcı bir önemdedir. Bu gibi ortamlarda ortaya çıkabilecek ihtiyaçlardan dolayı komünist hareketler, gericiliğin ve moda olmuş bencilliğin akıntısına kapılmamalıdır.

Belki de Fransa gibi zengin ülkelerde bu sorun çok önemli bir şekilde kendini dayatıyor. Çünkü kapitalizm, sadece sömürü ve maddi sefalet değildir. Aynı zamanda, toplumun çürümesidir. Kapitalist toplum, toplumsal sorumluluk bilincini geliştirmediği gibi, onu yıkmaya çalışır. Kapitalizm herkese "para kazanmak için herşey mübahtır" ahlakını aşılıyor. Kapitalizm, sorumsuzluğun sonsuza ulaştığı bir toplumdur. Kişisel yönden en küçük bir başarı şansı olmayan toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilere ve emekçilere, kapitalizm şu fikri aşılamak istiyor: Tek çözüm yolu kişisel başarıdır ve bunun dışında hiçbir çözüm yoktur.

Halbuki yaşadığımız toplumda insanlar, insanlık tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar birbirine ihtiyaç duymaktadır. Zengin ülkelerde hiç kimse ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Yani herkesin birbirine ihtiyacı vardır.

Fakat şimdiye kadar hiçbir toplum, burjuva toplumu gibi dayanışma ihtiyacını reddetmemiştir. Şimdiye kadar hiçbir toplumda, biryandan sayıca bu kadar çok insan birarada yaşamadı, diğer yandan ise, bu kadar yalnızlık hissetmediler.

Burjuvazinin muazzam beyin yıkama araçlarının, yani medyadan politikacılara ve kendine aydın diyenlere kadar amacı şudur: Hiçbir hakkı olmayan emekçilere "savunmaları gereken mülkiyet ve hakları" olduğunu yutturmaktır. Üstelik bunları, burjuvaziye karşı değil, diğer işçilere ve farklı mesleklerde çalışanlara veya farklı milliyetlerden işçilere karşı savunmalıdırlar.

Kapitalistler, işçilere özel çıkarları veya meslek çıkarları olduğunu ve bunları mutlaka savunmaları gerektiği saçmalığa iknaya çalışıyorlar. Çünkü onların dikkatini toplumsal çıkarlarından uzaklaştırıp, başka yönlere kaydırmak istiyor.

Burjuvazi, onun akıl hocaları ve medya bu saçma fikirleri yayabilmelerinin bir nedeni de, işçi sınıfına hakim reformist partilerin, sendikacıların ve politikacıların işçi sınıfının devrimci fikirlerini savunmamalarıdır. Hatta daha da kötüsü, artık burjuva ideolojisi olan "şirketimimiz", "ekonomimiz", "yurdumuz", vb. fikirlerden sözediyorlar ve bunları savunuyorlar.

Fakat bütün bunlara rağmen, işçi sınıfı içerisinde her zaman işçi sınıfının öz fikirlerini savunan militanlar olmuştur. Yani milliyetleri ve ırkları ne olursa olsun tüm işçilerin çıkarlarının ortak olduğunu; sömürücülere karşı işçi sınıfı dayanışmasını; işçi sınıfının kapitalist sömürü zincirini kırıp atması gerektiğini; toplumsal fikirleri savunanlar olmuştur.

İşte, bütün dünya ülkelerinde 70 yıldan beri komünistler, geçen yüzyıl boyunca ve bu yüzyıl başında işçi hareketini yaratan militanların mirascısı olarak bu fikirleri savunuyorlar.

Bu nedenledir ki, kapitalizmin yok oluşuna kadar komünist fikirleri savunan militanlar olacaktır.

Bir çok devrimci militan gibi, bizler de, Stalinizmi ilk teşhir eden devrimci komünist hareket olan Troçkizme ait olduğumuz için gurur duyuyoruz.

Dünyada komünizm bayrağını taşıyan tek bir militan kalsa bile, yine de şundan eminiz: Komünizm, insanlığın geleceğinin tek temsilcidir.

Çağımızın tek ilerici fikri komünizmdir. İşte bu nedenle gelecek komünizmindir. Çünkü gezegenimizin mümkün olan tek geleceği budur.