Uluslararası Durum 2011 - 1

Εκτύπωση
14 Ekim 2011

Bu yazı, Fransa'da yayınlanan lutte de classe dergisinin 140 numaralı sayısından çevrilmiştir. (Lutte Ouvrière Kongresi - Aralık 2011)

Kriz sınavı karşısında emperyalistler arasındaki ilişkiler

Bu yıl uluslararası duruma, dünyanın her yerinde, kriz ve krizin emekçi kitlelere için yıkıcı sonuçlara yol açan etkileri hükmediyor. Öyle ki krizin "ardı arda gelen hasarları" Avrupa Birliği'nin iç işlerindeki gerilimi etkilediği gibi uluslararası ilişkileri de yönlendiriyor. Korumacılığın kılık değiştirmiş bir biçimi az ya da çok tekrar yükseliyor, seçimlerle güçlenen aşırı sağ, milliyetçi ve yabancı karşıtı bir siyaset izliyor.

Bu yıla, aynı zamanda, bu dönüşüme karşı tepkiler de damgasını vurdu. Bu tepkiler çeşitli nitelikte: Arap ülkelerindeki isyan hareketleri, Yunanistan'da olduğu gibi kitlesel yürüyüşler ve grevler ve büyük bir ümitsizlik: İspanya'da "memnunsuzlar" adı altında başlayıp diğer ülkelere de yayılan hareket bu ülkeleri farklı aşamalarda etkiledi. Ayrıca Şili ve İsrail'den Çin'e hatta ABD'ye kadar gösteriler oldu.

Avrupa Birliği'nin krizi

Avro bölgesinin krizi ve Avrupa Birliği'ndeki merkezkaç eğilimler, ekonomik krizin direk sonuçlarıdır.

Başlangıçtan beri süregelen temel çelişkiler, geçmişte defalarca altını çizdiğimiz gibi, Avrupa'nın kuruluşunu zayıflatıyor.

Avrupa'nın birleşmesi en az bir yüzyıldan beri bir gereklilik. Avrupa'nın bölünmüş emperyalist güçlerinin rekabeti sonucu iki dünya savaşı çıktı. Bu savaşların sonuçları halklar için çok acıklıydı. Ekonomik olarak gelişmesine rağmen sınırlar, Avrupa ülkelerini, dünyanın diğer bölgelerinden daha feci bir şekilde boğmaya başladı. Avrupa burjuvazisi bu sorunları çözmekte yetersiz kaldı. En güçlü Avrupa burjuvazisi bile rakiplerini mağlup edip onların pazarlarını ele geçiremediği için kapitalist ekonominin dünya sıralanmasında ancak ikinci sırasında yer alabildi.

Avrupa'daki farklı ülkelerin ekonomilerinin gelişimi iç içe girmesine ve büyük kapitalist işletmelerin çıkarları, kıta üzerinde, tek bir devlet ihtiyacını gündeme getirmesine rağmen ulusal burjuvaziler, kendi devletlerinin ayrıcalıklarını savunmaya devam ediyor.

Altı Batı Avrupa ülkesinin ortak pazarını 27 üyeli Avrupa Birliği'ne dönüştürmek için yapılan pazarlıkların tamamlanması için yarım yüzyıldan fazla bir süre gerekti. (Eskiden Sovyetler Birliği'ni oluşturan ülkelerin de katılımı ile birlikteki üye ülke sayısı 27'ye yükseldi ancak hiçbir zaman Avrupa'nın tümünü içine almadı. Avrupa'nın yüzölçümünün yarısından fazlası ve yaşayanlarının üçte biri birliğin dışında kaldı.)

Avrupa Birliği, süreç içerisinde, yürütme organı olarak görev yapan Avrupa Komisyonu'nun ve yasama organı olan Avrupa Parlamentosu'nun genişlemesi ile birlikte biraz da olsa devlet gücü olmanın nitelikleri ile donanmış oldu. Ayrıca çok pahalıya mal olan ve gerçekte olmamasına rağmen gerçek bir devlet aygıtı gibi görünen hantal bir bürokrasi oluşturuldu.

Öte yandan Avrupa Birliği'nin devlet ayrıcalıkları değişkendir. Örneğin Şengen alanı içerisinde yer alanlar, bir yerden bir başka yere gitmekte özgür ancak bu alan tüm birliği kapsamıyor. (Örneğin İngiltere bu alanın dışında kalıyor.) Buna karşılık Norveç, İzlanda gibi Avrupa Birliği'ne üye olmayan ülkeler Şengen alanının bir parçası. Ayrıca devletler bu konuda geri adım atabilirler. Örneğin Danimarka bazen bunu yapıyor. Aşırı sağın baskısı altında, kendi ulusal sınırlarını yeniden düzenleyerek denetim altında tutuyor.

İleriye doğru atılan bir başka önemli adımda tek bir Avrupa para biriminin oluşturulmasıydı. Ancak İngiltere, İsveç ve Norveç'in yaptığı gibi bazı devletler avroyu kullanmayı reddettiler.

Avrupa'nın kuruluşundaki bu küçük adımlar her seferinde egemenlikten vazgeçme tartışmalarına yol açtı. Ancak bununla birlikte ulusal devletler, birlik ölçeğinde federal bir devlet oluşturamadı. Devletlerin Avrupa Birliği için vazgeçtiği ayrıcalıklar büyük işletmeler tarafından büyük bir pazar oluşturulması için istenenler veya onların fazla önemli bulmadıkları. Bu nedenle de Avrupa Birliği'nin kurumlarının uyguladığı bazı kurallar gerçekten gülünç. Reformist sol partilerin muhalefetteyken verdikleri "Sosyal Avrupa" sözü ile şimdiki Avrupa, yani büyük şirketlerin kâr dürtüsünün hakim olduğu Avrupa hiç de birbiri ile örtüşmüyor.

Avro, Avrupa içinde tek bir pazar oluşturup öngörülemeyen para sarsıntılarından korunmak için mutlaka gerekli. Ancak tek tip vergiler ve avronun merkezi yürütme yoluyla bir para siyasetini yönlendirme kapasitesi olmadığından gerilimler, finans krizi nedeniyle, sürekli olarak gündemde.

Finans krizi Avrupa Birliği'nin kırılganlığını ortaya koydu: Kral çıplak. Spekülasyona yatırılan, sürekli dolaşımda olan finans sermayesi Avro bölgesinin gediğini bulmayı ve orayı deşmeyi başardı. Avro bölgesinin ilk yıllarında, borçlu tüm ülkeler için aynı olan faiz oranları farklılaşmaya başladı ve bu da spekülatörlere yeni kâr kapılar açtı.

Böylelikle de ulusal rekabetin üstesinden gelmek için Avrupa burjuvazisi tarafından ileriye doğru atılan bazı adımlar, örneğin tek para birimi, bugün tehlikeye girmiş oldu. Bu gelişmeler, komünist devrimcilerin fikirlerini doğruluyor. Özellikle Troçki, bir yüzyıla yakın bir süre önce, bunu kesin bir dille söyledi: "Sınırı olmayan, parçalara ayrılmamış, kıta ölçeğinde tek bir Avrupa ancak işçi sınıfının devrimi ile gerçekleşebilir. Ekonomik gelişmelerin dayattığı Avrupa Birleşik Devletleri komünist olacak veya hiç olmayacak."

2008 ve 2011 krizleri ve bu dönem arasında tekrarlanan finans krizleri, Avrupa Birliği'ne üye ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerinin eşitsizliğini açığa çıkardı. İngiltere'nin tek başına hareket etmesinden dolayı Avrupa Birliği ve hatta Avro Bölgesi bir nevi, Fransa'nın ve Almanya'nın hakimiyet alanına dönüştü. Bir Avrupa hükümeti olmadığından, Birliğin tümünü ilgilendiren kararlar, Sarkozy ile Merkel'in resmi olmayan görüşmeleri sırasında alınıyor. Ortak kararlar daha çok Avrupa Merkez Bankası tarafından alınıyor. Avrupa Merkez Bankası, para politikaları konusunda Avrupa düzeyinde yasama gücü bulunan tek güç gibi görünüyor.

Ancak Avrupa Merkez Bankası'nın bağımsızlığı, sadece Avrupalı kurumların belirsiz demokratik formaliteleri ve Birliğin küçük ülkeleri söz konusu olduğunda bir anlam taşıyor. Avrupa Merkez Bankası, aynı zamanda, Avro Bölgesi'nin temel büyük emperyalist güçleri arasında yürütülen gizli görüşmelere ve yine kendi aralarındaki uzlaşmalara bağlı.

Avrupa'nın iki büyük gücü olan Fransa ve Almanya'nın (kendini Almanya ve Fransa'dan ayrı tutan İngiltere ile birlikte) aralarında anlaşması esas bir gereklilik ama şüphesiz Birliğin tüm kararları için yeterli değil.

Daha az etkinliği bulunan İtalya veya Hollanda da sadece kendi çıkarlarını öne çıkarmanın yollarını aramıyor aynı zamanda Yunanistan konusu gibi, Birliğin birçok siyasetinde kendi çıkarlarını dayatmanın yollarını arıyor. Bu durum Yunanistan, Slovakya, Finlandiya ve hatta Malta gibi ülkelerin, iki büyük gücün yararına olan kararların alınmasını yavaşlattığını gösteriyor. Avrupa istikrar fonunun güçlendirilmesine karşı Slovakya meclisinin yaptığı oylama, baskılar karşısında geri adım atmış olsalar da, Avrupa Birliği'nin problemleri açısından anlamlıdır.

Mali spekülasyonunun birdenbire artması, özellikle de Avrupa'da farklı devletlerin çelişkili çıkarları nedeniyle, daha da güçlendi ve Avrupa Birliği'nde ortak bir hükümet mekanizmasının olmadığını daha net gösterdi. İşte bu nedenle, örneğin Avrupa Merkez Bankası kendi yetkilerini de aşan bazı parasal konularda, acil kararlar aldı. Avrupa Merkez Bankası ilk kurulduğunda en zengin devletler, zengin olmayanlara özel hizmet vermesini engellemek amacıyla bir sürü kurallar dayatmıştı. Ardından bu kurallar yüzünden zor duruma düşen Yunanistan'a yardım yapılmadığı gibi Avrupa Merkez Bankası, kendi kurallarını çiğneyip Yunanistan'a borç veren büyük bankaların yardımına koştu. Yine aynı şekilde ABD Merkez Bankası'nın da kendi kurallarını çiğnediği iddiaları, yani bazı büyük özel bankaların ödenemeyecek durumda olan borçlarını finanse etmek için kokuşmuş tahvilleri satın alıp avronun para ve kredi hacmini sınırlı bir şekilde şişirme yoluna gitmesi enflasyonu körüklemeye başladı.

Siyasetçilerin görevi mali grupların isteklerini desteklemek olduğundan şimdi bu siyasetçiler, Avrupa'nın yürütme kurumlarının güçlenmesi için bir sürü önerilerde bulunuyor. Federal sistem gibi Avrupa taraftarı yeni söylemler kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Korumacılık söylemlerinin kriz dönemlerinde devamlı gündeme gelişi gibi.

Bu ortamda tek bir Avrupa hükümeti gibi davranmak iki temel emperyalist gücün kendi aralarında anlaşıp taleplerini diğerlerine dayatması şeklinde olabilir. Ancak bu anlaşma ancak bu iki rakip emperyalist burjuvazinin ortak çıkarları temelinde olabilir. Eğer kriz daha da büyürse ortak çıkarlar ne kadar daha devam edebilir? Bunu gelecek gösterecek ama bu ilişkiler, Troçki'nin dediği gibi aynı zincire bağlı iki eşkıya arasındaki ilişkilere benziyor.

Burjuvazinin bir kısmı daha fazla Avrupa isterken diğer kısmı korumacılığı savunuyor. Devrimciler ikisini de desteklememeli. Burjuvazi gelişmelere göre sıra ile bu iki farklı siyaseti de uygulayabilir ve hatta duruma göre Avrupa sınırları içerisinde dışa karşı bir korumacılık siyaseti uygulayabilir. Ancak bunu yapabilmesi için de Avrupa Birliği'nin daha merkezi bir yürütme mekanizmasına sahip olması gerekiyor. Burjuvazinin yönetici çevrelerinde artık herkes avronun bitebileceğini ve/veya Avrupa Birliği'nin bile tamamen dağılabileceğini reddetmiyor. Bu farklı şekillere bürünebilir: Örneğin İngiltere yöneticilerinin önerdiği gibi eski Ortak Pazara geri dönüş olabilir veya Avrupa Birliği farklı bölgelere bölünüp bu bölgeler arasındaki ilişkiler farklı seviyelerde gelişip Avrupa Birliği çatısı altında veya dışında kalarak devam edebilir.

İlerideki gelişmelerin şekli ne olursa olsun ulusal sınırlar içerisine kapanma fikri gerçekleşirse hem ekonomik açıdan bir felaket olur hem de burjuvazinin emekçi sınıflara karşı saldırıları çok daha şiddetli olur. Anca Avrupa, daha çok merkezileşse de sömürülenlere daha iyi olanaklar sunacağı anlamına gelmiyor. Böyle bir şey gerçekleşirse, bu Avrupa Birliği'nin inşasının, mali sermaye çıkarlarına uyum sağladığı anlamına gelecek.

Bu açıdan en anlamlı örnek ortak yönetime doğru giden yolda alınan son karar: Ortak Avrupa fonu oluşturuldu, yani farklı devletlerin bütçelerinde bir ortaklık oluşturuldu ve bu fonun da esas amacı banka sistemini desteklemek.

Ortak Pazar, bundan 50 yıldan fazla bir zaman önce büyük kapitalist şirketlerin -bu aynı zamanda ve özellikle de ABD tröstleri için- gümrük duvarlarının kaldırıldığı büyük bir pazara sahip olması için oluşturulmuştu.

Avrupa Birliği'nin daha da merkezileşmesinin mantığı, mali çevrelerin yeni ihtiyaçlarını karşılamak, yani bankalara verilecek desteğin ortaklaşa yapılması ihtiyacından doğuyor. Bunun anlamı ise en zengin ülkelerin kendi emekçilerinin ceplerini boşaltıp hem kendi bankalarına hem de daha yoksul üye devletlerin bankalarına destek vermeyi kabul etmektir.

Bu uygulamalar yarım yüzyıldan beri kapitalist temellerde inşa edilmekte olan Avrupa Birliği'nin tarihini özetlemekle kalmıyor aynı zamanda ekonominin onlarca yıl içerisinde nasıl mali çevrelerin avucunun içine girdiğini de gösteriyor.

Bugün Yunanistan, Troyka (Üçlü) denen Avrupa Komisyonu, IMF ve Avrupa Merkez Bankası üçlüsünün denetimi altına geçti ve bir tür manda ülke konumunda. Bu üçlüye ek olarak temel olarak Fransız ve Alman devletlerinin, yani Yunanistan devletinin borçlarının en büyük alacaklılarının, yani bankalarının çıkarlarını temsil eden Avrupa Birliği'nin 50'ye yakın üst düzey bürokratının doğrudan denetimi altında. Bu vesayeti uygulayan kuruluşun görevi Sarkozy'nin açıkça belirttiği gibi "Avrupa'nın, Yunanistan'dan istediklerinin yerine getirilip getirmediğini adım adım takip etmektir". Avro gurubu, yani Avro Bölgesi ülkelerin başkanı Jean-Claude Junker ağzından bunu daha da açık bir şekilde ifade ederek: "Yunanistan'ın bağımsızlığı büyük ölçüde kısıtlanacaktır" dedi. Ayrıca Yunanistan'ın kamu kuruluşları, açık artırma ile satılacak ve en kârlıları Fransız ve Alman şirketleri tarafından satın alınacak.

Yunanistan örneğinin de gösterdiği gibi Avrupa Birliği'nin daha küçük ülkeleri diye bilinen avro bölgesine ait olmak isteyen devletler, Avrupa'nın emperyalist ülkeleri için hiç de güvenilir değil. Avrupa Birliği'ne sonradan katılan Doğu Avrupa ülkelerine ise ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılıyor ve bu ülkelerin hem ekonomisi hem de siyasi hayatı büyük ölçüde emperyalist Batı Avrupa ülkelerine bağlı.

Merkez ve Doğu Avrupa: Bağımlılık altındaki Avrupa

Avrupa Birliği üyesi olan Doğu Avrupa ülkeleri, devlet borçlarının yönetilmesinde büyük devletlerin, özellikle de Almanya ve Fransa'nın, kimseye danışmaksızın tek başlarına karar almasını protesto etti.

Bu ülkelerin bazıları, geçen eylül ayında, Avro Bölgesine katılmaları konusunu halk oylamasına götürme tehdidinde bulunmalara rağmen, emperyalist güçler ile olan güçler dengesi yine değişmedi.

Güçler dengesi ile gerçekler kısa bir zaman önce, Avrupa Birliği üyesi olan Romanya ile Bulgaristan'ın Şengen bölgesine katılma isteklerinin Batı Avrupa ülkeleri tarafından reddedilmesiyle kendini gösterdi. Güçler dengesinin kötü etkileri özellikle Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Letonya halklarına karşı Avrupa Birliği'nin, Dünya Bankası'nın ve IMF'nin uyguladığı kemer sıkma planlarında görülüyor.

Bu planlara ek olarak özellikle Polonya, Macaristan ve Hırvatistan'da güçlü dövizlerin, özellikle de İsviçre frankının, aşırı değerlenmesi sonucu kitlelerin boğazı sıkılıyor. Çünkü Batı Avrupa bankaları bu ülkelerde milyonlarca tüketiciyi ev, araba ve daha farklı kredileri, dövizle almaya teşvik ettiler ve ardından da bu dövizler fırladı.

Macaristan yetkililerinin bugün yapmaya çalıştığı gibi bu ülkeler, Batılı bankaların boyunlarına geçirdikleri ipi çıkartmaya çalıştığında Batılı yetkililer müdahale edip alınan kararların yasal olmadığını iddia ederek Batılı bankaların yardımına koştular. Krizin, işsizliğin ve birkaç ay içerisinde %20 ile %30 arasında artan kredi borçlarını ödeyemeyecek duruma düşürdüğü müşterilerine karşı tavır koyuyorlar.

Yine bu Avrupa yetkilileri ve Avrupa Birliği'nin ileri gelen üye ülkeleri, Doğu Avrupa ülkelerin yetkilileri, kendi ülkelerindeki azınlıklara ve özellikle de Romanlara veya genel olarak bazı komşu halklarına karşı milliyetçi ve hatta ırkçı siyasetler uyguladıklarında dut yemiş bülbül gibi seslerini çıkarmadılar.

Emperyalist burjuvazi, bölücülük zehrinin her türlüsünün, hatta en iğrenç olan şekillerinin bile, sömürülenlere yaptığı mücadelede müthiş etkili bir silah olduğunu çok iyi biliyor. Fransız burjuvazisinin, hiç çekinmeden, bunu her gün ihtiyacına göre uyguladığını somut olarak görüyoruz.

Orta ve Doğu Avrupa'da, ulusal devletlerin oluşumu yakın tarihte gerçekleştiği için Batı Avrupa ülkelerinden farklı olarak bu ülkelerdeki halklar iç içe geçmiş durumda. Krizin büyümesiyle bu halklar milliyetçi, ırkçı devlet politikalarının feci sonuçlarını yaşadıkları gibi barbarlık ile kardeşçe bir arada yaşamak siyaseti arasında bir tercih etmek zorundalar. Ancak kardeşçe bir arada yaşayabilmek sınıf temellerine dayanan bir siyasetle mümkün. Bu siyaset, hem kendi ulusal burjuvazilerine ve onun uşaklarına hem de krizin büyümesini bir araç olarak kullanıp daha az gelişmiş Doğu Avrupa halklarını, Avrupa federalizmi iddialarıyla, boyunduruk altına almaya çalışan Batı Avrupa emperyalistlerinin siyasetine karşı çıkarak olabilir.

Amerika Birleşik Devletleri

ABD yöneticileri, krizin büyümesinden daha da açık bir şekilde Avrupa Birliği yöneticilerini gerekli önlemleri almak için isteksiz davranıp acele etmediklerinden dolayı sorumlu tutsa da mali kriz depreminin merkez noktası ABD'dedir ve orada olmaya da devam ediyor. Mali kriz, 2008'de, ABD'deki emlak krizi balonun patlamasıyla yayılan krizin devamı. Kapitalist ülkelerin en güçlüsü ve en zengini olan ABD de kapitalist ekonominin özünden kaynaklanan krizin etkilerine karşı diğer ülkelerden farklı bir konumda değil.

ABD, Avrupa Birliği ülkelerinden farklı olarak federal bir devlet yapısına sahip. Bunun için de 2008'deki mali krize karşı merkezi bir para siyaseti ile acil önlemler alarak banka sistemini kurtarmak için uyguladığı siyaseti bugün de devam ettirebiliyor. ABD, bu siyaseti ile bankaları yeniden güçlendirdi ve bu bankalar da sadece Avrupa'da değil bütün dünyada daha saldırgan bir siyaset izlemeye başladı. Dünyadaki spekülatif amaçlarla dolup taşan sermayenin çok büyük bir bölümü, ABD'nin fonlarından kaynaklanıyor. Yani bu para, ABD'nin sanayi ve mali gruplarına ait.

ABD, büyük gücüne ve servetine rağmen ekonomik yaşama, kendisinden daha güçsüz emperyalist ülkelerden daha fazla hakim değil. ABD yöneticileri de mali piyasalara güven veremiyorlar. New York borsası diğer dünya borsaları gibi sürekli sarsıntılar, iniş ve çıkışlarla çalkanıyor. ABD'nin kamu borçlarına hakim olmaması dizilere filmlerine benzedi. Sonunda Demokratlar ile Cumhuriyetçiler Kongrede anlaşıp 14 trilyon doları (bu miktar ABD'nin GSMH'na eşittir) geçen kamu borçlarına, 2 trilyon 600 milyar dolar daha eklemeyi kabul ettiler. Kredi notlandırması yapan Standard and Poor's Kurumu, ABD'nin notunu düşürerek durumu daha da kötüleştirdi.

ABD'nin ve merkez bankası FED'in emlak krizinden ve 2008'deki mali krizden bu yana, bankaları ve büyük şirketleri kurtarmak için dolaşıma aktardıkları trilyonlarca dolar da ekonomiyi canlandırmaya yetmedi. Hatta bazı çevreler şu anda ABD'nin Aralık 2007'den bu yana yaşadığı en büyük ekonomik durgunluğu yaşadığını söylüyor.

Diğer bütün devletler gibi ABD'de de borçlanarak, büyük burjuvazinin kârını güvence altına aldı. Devletin verdiği para ve emekçilere dayatılan fedakarlık yoluyla büyük şirketlerin ve bankaların kârında kısa bir sürede rekor seviyede artışlar oldu. Örneğin Goldman Sachs 2009'da kâr rekorları kırdı ve de 2010'da da kârını artırarak 7,7 milyar dolar kâr elde etti. 2009'da iflas bayrağını çekip devletin kanatları altına sığınan General Motors 2010'da 5 milyar dolar kâr etti ve 2011'in ilk 6 ayında bu rakamı yeniden yakaladı. Diğer büyük şirketlerin de durumu farklı değil.

Diğer yandan ABD'de sömürülenlerin daha büyük bir kesimi aniden sefalete sürüklendi. Ayrıca özel sermayenin at koşturduğu bir ülke olan ABD'de refah döneminde bile "refah" devleti siyasetinin uygulanmadığını da unutmamalıyız. Örneğin özel sektör için kârlı olmayan sağlık, eğitim ve alt yapı alanlarının çok dar bir kısmı devlet tarafından üstlenildi. ABD hiçbir zaman dar gelirliler için sağlık, eğitim ve ulaşım alanında örnek oluşturmadı. Ekonomik kriz, kısa bir dönem olan 1930'lu yılların dışında, kapitalist düzenin sakatlıklarını ABD'de yaşananlar ile çok daha bariz bir şekilde ortaya koydu.

Örneğin 2000'li yılların başında ABD'de, satın alma gücü düşük olan kitlelere borçlanma yoluyla ev satın alabilecekleri üç kağıtçılığı ile yoksullar emlak krizinin ilk kurbanları oldu. Dünyanın en zengin ülkesi olan ABD'de son 4 yıl içerisinde 4 milyon aile borçlarını ödeyemediği için her şeyini kaybetti. Bu aileler, çaresiz bir şekilde, kendilerini sokakta buldular.

ABD'de, emekçiler için, belki de bütün diğer kapitalist ülkelerden daha geniş çalışma olanaklarına sahip işyerleri vardı. Bu işyerleri çok pahalı olan sağlık sisteminin masraflarını karşılayan sağlık sigortası sağlayıp daha yüksek ücret verdikleri için emekçiler, çocuklarının eğitim giderlerini karşılayabiliyorlardı. Emeklilik ödeneklerine gelince; bunlar, işyerlerinin oluşturdukları fonlara bağlıydı.

Krizin kötüleşmesi nedeniyle artık normal bir işi olan emekçilerin de durumunda da feci kötüleşmeler oldu. Örneğin otomobil sanayisinde işe yeni alınan emekçiler, aynı işi yapmalarına rağmen eskilerin aldığı ücretin ancak yarısı alıyorlar ve birçok sosyal haklardan yaralanamıyorlar. Kıdemli emekçilere gelince, artık eskiden gelen bir sürü ikramiye verilmediği için ücretlerinde önemli düşüşler oluyor ve üstelik patronlar, onları bıktırıp işten göndermeye çalışıyor. İş temposu daha da arttırılıyor, çalışma saatleri uzatılıyor, mola süreleri kısaltılıyor ve hatta ödenekli izin günlerinde bile kırpmalar oluyor. Otomobil işkolu patronları, emeklilik kasalarını artık sendikalara teslim ettiler ama borçlu oldukları onlarca milyon doları ödemiyorlar. Bütün emekçilerin sosyal sigorta hakkı kısıtlandı ve diğer yandan emekçilerin ödedikleri paylar arttı. Çalışmaya devam etmelerine rağmen gittikçe yoksullaşan emekçi sayısındaki önemli artışlar oldu. Bunun sonucu olarak da "çalışan yoksullar" kavramı doğdu ve bu da ilk defa ABD'de başladı.

İşsizlik ve insanların evlerine haciz konması, 2008'den bu yana hızlı bir şekilde artan yoksullaşmanın temel nedeni. 2010'da nüfusun %15'i, yani 46 milyon insan ki bunların 20 milyonu çocuklardan oluşuyor, yoksulluk sınırının altında. Bu rakam, son yarım yüzyılın rekoru. 40 milyon ABD'li yoksullara yapılan gıda yardımıyla yaşıyor ve bazı eyaletler bu yardımı alabilme şartlarını gittikçe zorlaştırıyor.

Kitlelerin hayat seviyesinde düşüş yaşanıyor ancak öte yandan hükümet sosyal yardım programlarında kısıntılar yapıp kitlelere yönelik kamu hizmetlerini yerle bir ediyor. Hükümetin bu siyaseti taşradan kentlere ve eyaletlerden federal seviyeye kadar uygulanıyor. Örneğin federal devlet, yıllar boyunca, federal emeklilik kasalarında artan paraya el attı ve şimdi de yaşlı emekçilerin yararlandığı bu sisteme saldırılar başladı. Aynı mantıkla, sağlık alanında kitlelerin yararlandığı sosyal sigortaya; yani yaşlıların yararlandığı Medicare ve yoksulların yararlandığı Mecicaid sistemine saldırılar var.

Diğer yandan alt yapılara, köprülere, yollara, bentlere yapılan bakım harcamaları dâhil bütün harcamalarda kısıtlanmalar yapıldığı için bu yapıların bazıları harabeye dönüştü. Ayrıca toplu taşıma hizmetlerindeki harcamalarda da önemli kısıtlamalar var.

Kamu hizmetlerinde yapılan kesintilerin en rezilce olanı eğitim sistemindekiler. Bunun sonucu olarak, kamu eğitim sistemi neredeyse çökme aşamasına geldi. Çünkü bunun sonuçlarından en büyük darbeyi yoksul ailelerin çocukları yiyor. Obama'nın Milli Eğitim Bakanı, milli eğitime bağlı birçok okulu, kamu hizmetleri kıstaslarına göre, iyi hizmet vermiyor bahaneleriyle, kapatmaya devam ediyor. Böylece hizmet açısından kamu okullarından çok daha fena olan özel okullarda önemli bir artış yaşanıyor! Federal devletin eyaletlere verdiği kredi şartlarından birisi de bu uygulamalara bağlı. Bunun sonucu olarak binlerce kamu okul kapanıyor. Hatta bazıları sene ortasında kapanıyor ve on binlerce öğretmen işten atılıp bazen yerlerine daha az eğitimli olan düşük ücretli öğretmenler alınıyor ve sınıflardaki öğrenci sayısı artıyor.

Obama'nın seçilmesiyle yaratılan değişim hayallerinin yıkılması iki yıl bile almadı. Kasım 2010'da yapılan ara seçimde, seçmenlerin yaklaşık üçte ikisi seçim sandığına gitmediği için Demokrat Parti büyük bir hezimete uğradı. Böylece Cumhuriyetçiler elde ettikleri zafer sonucuyla mecliste çoğunluğu ele geçirdi ve senatoda çıkacak yasalara engel oluşturabilme olanağına sahip oldular. Obama, hemen bunu kullanıp taviz vermek gerektiğini anlatıp kitlelerin çıkarlarına karşı aldığı kararların sorumlusunun Cumhuriyetçiler ve hatta seçmenler olduğunu belirtti. Cumhuriyetçi Parti ise aşırı sağ hareketi olan Tea Party (Çay Partisi) çevrelerinin baskısı altında. Tea Party'e göre yoksullar için alınan her karar sosyalizme giden bir adımdır! Bu gerici popülizm hareketi, bazı beyaz kitleler arasında da destek buldu.

Kasım 2012'de yapılacak genel seçim kampanyası şimdiden başladı. Obama her ne kadar arada bir solcu laflar edip krizin bedelini zenginlere ödetmek istediği görüntüsünü vermeye çalışsa da uyguladığı siyasetin Bush'un uyguladığı siyasetle aynı olduğunu unutturamayacak. Çünkü o da tıpkı Bush gibi krizin bedelini emekçi kitlelere ödetiyor ve büyük şirket ile zenginlere kıyaklar çekip onların vergilerini önemli oranlarda azaltıyor.

ABD'nin dış siyasetine gelince, bunda da bir değişiklik yok. Obama, Bush'un Irak ile ilgili olarak aldığı kararları uyguluyor: Irak'taki askeri güçleri kararlaştırılan tarihten önce çekmediği gibi geriye on binlerce asker ve yüzlerce askeri üs ve ek olarak özel şirketlere bağlı paralı askerler bıraktı.

Obama Afganistan'da "doğru bir savaş" diye adlandırdığı savaşı daha da büyüterek sürdürüyor. İlk aşamada asker sayısını üç katına çıkarmıştı. Bugün Afganistan'da, Obama'nın başa gelmesinden bu yana, asker sayısı iki katına çıktı. ABD burada bataklığına saptanmış durumda.

ABD Afganistan'dan çekilirken, Somali'de yaşananların yeniden yaşanmaması için devirdikleri Talibanla ilişki kurması için kukla Karzai hükümetini görevlendirdi. Ancak şunu da hatırlatalım, Talibanı yaratan ve o dönemde Sovyetler Birliği'ne karşı silahlandıranlar yine ABD'ydi. ABD'nin ve Karzai'nin Taliban ile görüşmeleri şimdilik kopmuş durumda. Bunun nedeni ya ABD'nin, Taliban'ın bölünmüş olmasından ötürü onların arasında ciddi ve bütün hareket namına muhatap olabilecek bir güç bulamamış olmasından veya Taliban ile yapılan anlaşmaların ülkede başka önemli tepkilere yol açabileceği fikri olabilir. Çünkü Afganistan birçok aşiret ve siyasi çıkar çevrelerinden oluşan mozaik bir ülkedir.

ABD, Fransa gibi ikinci derecede ki bazı ülkelerin askeri desteğiyle Afganistan'daki işgali sürdürerek kitleler arasındaki kini körüklediği için siyasi çözümü daha da zorlaştırıyor.

Obama, Haziran 2009'da Kahire'de, Ortadoğu ile ilgili yaptığı bir konuşmada: "Amerika, Filistin halkının hak ettiği bir devlete, haysiyete ve başarma hakkına sırtını çevirmeyecektir" deyip; "ABD, İsrail'in yerleşimlere devam etme meşruluğunu kabul etmeyecek" gibi laflar etmişti. Ancak bu yıl ABD, İsrail'in Filistin topraklarındaki yerleşim siyasetini mahkum eden Birleşmiş Milletler kararını veto ettiği gibi, Filistin devletini tanıyan kararına da karşı çıktı.

Obama, ABD emperyalizminin bir temsilcisi olarak, kendinden önce gelenlerin siyasetini devam ettiriyor. ABD emperyalizminin dış siyaseti, ülke siyasetinden daha önemli ölçüde, Cumhuriyetçi veya Demokrat Parti'nin seçim sonuçlarına endeksli değil. Büyük burjuvazi, özellikle de bu kriz ortamında, her şeyden önce kendi çıkarlarını dayatıyor.

2008 ve 2009 mali krizlerinde bütün emperyalist güçler, bankalar üzerinde oluşan büyük tehditlere karşı ortak bir siyaset etrafında bir araya gelerek acil önlemler aldı. Uluslararası banka sistemini kurtarıp mali sermayenin kayıplarını azaltmak amacıyla özel sektörün borçlarını kamu borçlarına dönüştürüp krizin bedelini sömürülenlere yıktılar.

Ancak krizin daha da büyümesi, büyük güçler arasındaki ilişkileri daha da kötüleştirecek. Son dönemde şimdiye kadar görülmemiş sıklıkla en önemli emperyalist ülkeler, bazen Rusya, Çin ve hatta Brezilya'yı da işin içine katarak, zirveler düzenlediler. Ancak bu emperyalist ülkelerin yöneticileri, ne tek başlarına ne de birlikte, ekonomiye hükmedemedikleri için, bu zirveler, zıt çıkarları olan güçlerin kavga alanına dönüşüyor. Kriz kaçınılmaz olarak kavgaları körükleyecek ve orman kanunu, her koyun kendi bacağından asılır hikayesi, bencillik, uluslararası ilişkilere damgasını daha yoğun bir şekilde vuracak.