Arap Halklarının İsyanlarının Eski Ve Yeni Kökleri

Drucken
1 Nisan 2011

Bu broşür, Fransa'da Troçkist bir parti olan Lutte Ouvriere'in Exposés Du Cercle Léon Trotsky isimli broşür dizisinin 125 numaralı Aux Origines, lointaines et proches, de la révolte des peuple arabes isimli broşürünün çevirisidir. (Sınıf Mücadelesi, Aralık 2011)

Giriş

Arap ülkelerinde bir isyan dalgası esiyor. Bu dalga, eğitimli ve işsiz bir genç olan Muhammed Buazizi'nin seyyar satıcılık yaparken polis tarafından tartaklanmasının ardından kendini yakmasıyla başladı. Buazizi, umutsuzluğunu tüm topluma haykırmasıyla Tunus'un Sidi Bouzid şehrinde yaşayanların öfkesini harekete geçirdi ve isyan, kısa sürede, geçmişte çok sayıda tutuklamaya, işkenceye sebep olan ve tüm toplumun nefretini toplamış rejimin tümüne yayıldı. Böylece isyan, yılların getirdiği korkuyu ve boyun eğmeyi üstünden atarak Tunus'ta harekete geçti. İsyan dalgası, Arap halklarında farklı derecelerde eserek, Tunus'taki Ben Ali ve Mısır'daki Mübarek gibi, hiç yıkılmayacakmış gibi görünen diktatörleri önünde sürükledi.

Bugün bu halklar, bu çürümüş rejimlerde adaletsizlik, işsizlik, geleceksizlik gibi aynı kaderi paylaşıyorlar. Muhammed Buazizi Tunusluydu ama Mısırlı, Cezayirli ya da Lübnanlı da olabildi. Evet, Arap halkları on yıllardır maruz kaldıkları hor görülmenin, sömürgeci baskının ve onları az gelişmiş bırakan emperyalist devletlerin desteğiyle ayakta kalan zalim diktatörlüklere başkaldırdı. Bu ülkeleri kışlık tatil yeri olarak kullanan Batılı güçler, bugün utanmadan, diktatörlük rejimlerinin karşısında olduklarını açıklıyorlar.

Fransız bakanların Noel tatilleri için Tunus'u, Mısır'ı, Libya'yı tercih etmesi gibi. Aylık Fransız dergisi Le Monde Diplomatique'e göre; 2005 ile 2010 yılları arasında, Fransız bakanları Fas'ta 400'den fazla yeri tatil amacıyla ziyaret ettiler. Öyleyse Akdeniz'in karşı sahillerindeki tüm diktatörler Batılı politikacıların arkadaşlarıdır denebilir. Onların tümü aynı dünyaya aitler ve çocukları aynı okullara gidiyor. Söylenenlere göre Kaddafi'nin oğlu ile İngiltere kralının mirasçısı Prens William dünyanın en iyi arkadaşıymış.

Ulusal sınırların sadece halkları birbirinden ayırdığı bir dünyadayız. Arap halkları, tarih boyunca acı deneyimler yaşadılar. Yoksul Arap kitleleri, yüzyıllar boyunca, emperyalist güçler tarafından yaratılan ayrımların ve maruz kaldıkları toplumsal, ulusal baskıların karşısında durdu.

Güncel olaylar çok da uzak olmayan bu geçmişi, bu açık yarayı tekrar gündeme getirdi. 1920'li ve 1930'lu yıllardaki birçok işgalden ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Arap halklarının sömürülen sınıfları, toplumsal ve sömürgeci güçlere karşı isyan etti. İsyanlar, her seferinde, bir ülkeden diğerine yayılarak karşılıklı etki yarattı.

Bu broşürde anlatılan olaylar, 19. yüzyılın sonundan başlayan tarihi içermektedir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü

Arap dünyası, Asya'dan Afrika'ya 13 milyon kilometre karelik bir alana (Fransa'nın 25 katı büyük) yayılıyor. Bu alan yaklaşık olarak, 250 milyon insanın yaşadığı, 20 kadar ülkeyi kapsıyor ve Moritanya'dan başlayıp Mağrip ülkeleri; Libya, Sudan, Dijibuti, Somali, Yakın Doğu'dan ve Suudi Arabistan'ın, Yemen'in ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin bulunduğu tüm Arap yarımadasını kapsayarak batıda Irak'a kadar gidiyor. Bu devletlerin her birinin kendi tarihleri ve kendilerine has özellikleri var. Arapça bölgede en çok konuşulan dil. Başta Berberilerin konuştuğu diğer diller de Kuzey Afrika'da çok sayıda insanın konuştuğu diller arasında.

Bu bölgedeki halklar, Ortaçağ'dan bu yana, Halifeliğin koruyuculuğu altında dini ve etnik farklılıklara rağmen yeni bir din olan İslam'a ve ortak bir dil olan Arapçaya dayanan yaygın bir kültürel birliğe sahipti. Bu uçsuz bucaksız coğrafyada, insanlık tarihinde önemli rol oynayan, bilimin, felsefenin ve tekniğin gelişmesine önemli katkıların yapıldığı Mısır, Mezopotamya gibi özgün medeniyetler gelişti.

Kaynağını Antik Yunan medeniyetinden alan bu medeniyet, Avrupa'da Ortaçağ'ın ortaya çıkmasına katkıda bulundu.

Fas dışındaki Arap sınırları, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altındaydı. Her vilayet, İstanbul'da yaşayan Sultan'a bağlıyken kendi içinde bağımsız bir yapıya sahipti. Bölgede yaşayan insanların, fikirlerin, ürünlerin bir yerden bir başka yere geçmesine engel oluşturacak hiçbir engel, sınır yoktu. Örneğin, Cezayir'den Kahire'ye veya Bağdat'a hiçbir sınır ile karşılaşmadan gidilebiliyordu.

18. yüzyılın ortalarına kadar Avrupalı devletler ve Osmanlı İmparatorluğu benzer gelişme aşamasındaydı. Ancak, 18. yüzyılın sonunda Avrupa'da kapitalizmin, feodalizmin kalıntıları üzerinden yükselmesiyle burjuvazi, Avrupa'da hakim sınıf oldu. Aynı süre içinde Osmanlı İmparatorluğu aynı gelişmeyi gösteremedi ve Avrupa'ya göre daha az toplumsal dönüşüm geçiren Osmanlı burjuvazisi de bu gelişimi yapabilecek güce sahip değildi.

Tunus'un ve Cezayir'in kaybedilmesi

Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalı güçlerin müdahalesi ile baş etmek zorunda kaldı. Fransa Kralı, 1830'dan itibaren, Cezayir Valisi'ni püskürterek ülkeyi işgal etti, yağmaladı. Cezayir sömürgeleştirildi ve 130 yıl boyunca da sömürge olarak kaldı.

Fransa ve İtalya defalarca Tunus'a göz dikti. Tunus Beyi, Fransız bankaları ile bir borç sözleşmesi yaptı. Ardından ikinci ve üçüncü sözleşme geldi. Bunu da çok kısa bir süre sonra iflas izledi. Tunus, 1872 yılında, mali yönden İtalya'nın, Fransa'nın ve İngiltere'nin denetimi altına girdi ve bu ülkelerin sermayeleri, Tunus'un fosfat madenlerini işletmeye başladı. On yıl sonra ise Fransız ordusu ülkeye çıkarma yaparak tüm ülkenin yönetimini ele geçirdi. Böylece Fransa, 1914'den önce, iki Mağrip ülkesini Osmanlı'nın elinden kapmış oldu. Fransa, aynı zamanda, bu iki ülkenin hemen yakınındaki Fas ve Mısır'a göz dikmişti.

Mısır: Milli kalkınma girişimleri

Mısır'ın yöneticisi Mehmet Ali, 1840 yılında Mısır Valisi oldu. Mehmet Ali, Mısır'ı modern ve bağımsız bir devlet yapmak istiyordu. Orduyu yeniden düzenledi ve devlet matbaasını kurdu. Ülke topraklarını, büyük toprak sahiplerinin çıkarına olacak biçimde yeniden düzenledi. Bazı yerlerde devlet, şeker ve pamuk üretilmesi için baskı yaptı ve buna uygun olarak da elde edilen ürünlerin ticaretini sağlamış oldu. Silah ve tekstil sektörlerinde Mısır'ın sanayileştirilmesine başlandı. Telgraf, posta, demiryolu yapılarak ülke modern çağa sokuluyordu.

Hint Okyanusunu, Kızıl Deniz üzerinden Akdeniz'e bağlayan Süveyş Kanalı'nın açılması modernleşme çabalarını taçlandırıyor ve şüphesiz Mısır'ı, Avrupa seviyesine çıkarmayı umut ediyordu. Ancak Mısır, Avrupalı sermayelerin akınına uğrayarak, Avrupa bankalarının bağımlılığı altına girdi.

Mısır'a aktarılan yabancı paranın %61'ini devlet borçları oluşturuyordu. Bu borçların da %60'ı Fransa'yaydı.

Fransa, kanal inşa etme projesini başlattı. Kanal kazılarının beşte dördü angarya olarak gerçekleştirildi. Ek olarak İngiltere'nin ve Fransa'nın burada elde ettiği kâr, tüm vergilerden muaftı ve serbestçe ülke dışına çıkarabilirlerdi.

Fransız ve İngiliz bankalarına aşırı borçlanmanın sonucunda Mısır, 1876'da, iflas ettiğini ve bundan sonra Avrupalı güçlerin koruyuculuğu altında olacağını açıkladı. Bu, "sömürgecilik" adı kullanılmadan yapılan sömürgecilikti.

İngiltere, ülkenin maliyesini doğrudan denetim altında tutuyordu. Bir İngiliz maliye bakanı, bir Fransız da Kamu İşleri bakanı oldu. Mısır, köylülerin kanıyla, teriyle yaptırdığı Süveyş Kanalı'nın hisse senetlerini, İngilizlere satmak zorunda kaldı ve kanalın işletilmesinden kazanç elde etmedi.

İlk milli duygular

Mısır, Avrupa'nın büyük askeri okullarına genç Arap subaylarını göndermişti. Bu subaylar, orada yeni fikirlerle tanıştı.

Bu genç Mısırlı subaylar, 1879 yılında, Avrupa kökenli subaylardan yana olan ayrımcılığa karşı isyan ettiler. Albay Urabi önderliğindeki isyan, çok kısa bir sürede yayıldı. Paris ve Londra, isyanı bastırmak için İskenderiye yakınlarına donanma gönderdi. İngiliz donanması, kanalın bulunduğu İsmail bölgesine çıkarma yaptı ve Mısırlıların konumlandığı yeri bombaladı.

Köylüler, Urabi'ye yardımcı oldu ve bundan da tefecilere ve kendilerine baskı yapan büyük toprak sahiplerine saldırmak için yararlandılar. Yoksul Arap semtleri de isyana katıldı. Ateşli silahlara karşı taşlarla, sopalarla, bıçaklarla kendilerini savundular. Ancak isyan, ordu tarafından bastırıldı.

Arap dünyasını bir ucundan diğer ucuna etkileyecek bir olay ileride sıkça tekrarlanacaktı. Bölgenin yerli halklarının başına bela açacak olan bu olay, toprağın ağzına kadar petrolle dolu olduğunun keşfedilmesiydi. Arap halklarının konumu, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölgedeki her bir eyaletinde değişikti. Avrupalı güçler, Osmanlı'ya karşı mücadele eden Arap halklarına, o zamana dek güçlü bir biçimde sahip olmadıkları bir duyguyu, milli bilinç duygusu verdi. Arap halklarını, Osmanlı İmparatorluğu'nun himayesinden kurtaran bu duygu, ilk olarak bölgeye özel bir önem veren İngilizler olmak üzere Avrupalıların engeliyle karşılaştı.

İngiltere, Hindistan'a ulaşabilmek için, karayollarının ve Aden ve Omruz boğazları gibi, boğazların denetim altına alınmasını, hayati bir öneme sahip olarak görüyordu.

Stratejik öneminden başka, Pers (bugünkü İran) ve Irak'ta da petrol bulunması, bölgeyi denetim altına almak isteyen İngiltere'nin hırsını on kat artırdı. İngiltere, Körfez bölgesine sınırları olan Birleşik Arap Emirlikleri ile anlaşmalar imzaladı ve Kuveyt sınırı gibi, daha öncesinde olmayan sınırlar yarattı ve bölgeyi denetim altına aldı.

İngilizler, 1909'dan bu yana, Pers'teki petrolü kontrol ediyordu. Engin büyüklükteki Mezopotamya'da zengin petrol yataklarının bulunmasıyla emperyalist devletlerin aç gözlülüğü ve rekabeti iyice kızıştı.

Emperyalistlerin rekabeti ve Birinci Dünya Savaşı

Emperyalistler arasındaki bu rekabet, demiryollarının yapımında da görüldü. İngilizler, Türkiye'nin demiryolu ağının bir bölümünü elinde bulundururken Fransızlar, Beyrut-Şam demiryolu hattını elinde tutuyordu. Almanya ise Berlin-Bağdat arasına bir demiryolu hattı inşa etmek için imtiyaz elde etti.

Dünyanın paylaşılması için yapılan rekabet iyice kızışmıştı. Emperyalist güçler arasındaki rekabet, ekonomik alandan çıkarak silahlı çatışmaya dönüşüyordu.

1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı patladı. Osmanlı Devleti'nin yöneticileri Almanya'nın saflarına katıldı.

İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Arapların milli duygularını körükledi.

İngiltere, Mekke Şerifi Prens Hüseyin'e tüm Arap sınırlarının ve tüm Arapların içinde yer alacağı bir Arap Krallığı kurulacağına dair söz verdi. İngilizler, Arapların milli duygularını kendi çıkarları için kullandı ve Fransızların askeri desteği ile birlikte 5 Mayıs 1916'da isyan başladı.

İşte, "Arabistanlı Lawrence" filmiyle ölümsüzleştirilen İngiliz subay Thomas Edward Lawrence'ın söyledikleri: "Tümüyle aptal değildik. Eğer savaşı kazansaydık Araplara verilen sözlerin tutulmayacağını biliyordum. Eğer dürüst bir danışman olsaydım hayatlarını riske atmamak için onları evlerine gönderirdim. Ancak Arapların milli duyguları, doğu savaşını kazanmak için benim en iyi silahımdı. Onlara İngiltere'nin sözünü tutacağının garantisini verdim. Yaptıklarımdan gurur duymak yerine, sürekli ve acı bir utanç duyuyordum."

Gerçekte, Arap halkları, İngilizlerin arkadaşlığının ve dürüstlüğünün bedelinin ne olduğunu ve hiçbir arkadaşlığın emperyalistlerin çıkarlarına karşı koyamayacağını öğreneceklerdi.

İngiliz-Fransız rekabeti

Almanya'ya karşı olan savaş, Fransızlara ve İngilizlere birbirlerine karşı olan rekabeti unutturmuyordu. Ortadoğu, özellikle de Arap sınırları pazarlık konusuydu. Ancak bu pazarlıklarda Arap halklarının isteklerinin, iradelerinin hiçbir önemi yoktu!

Arap birlikleri, Suriye'yi, Arap sınırları ile birleştirme umuduyla Suriye'nin kuzeyine ulaştığında, Fransa, İngiltere ve Rusya kendi aralarında Sykes-Picos anlaşmasını gizlice imzalıyordu. Bu anlaşmada, daha önce sözü verilen Birleşik Arap Krallığı yoktu.

Fransa, 2 bin yıldan fazla bir süredir Lübnan'ın dağlarında yaşayan Hıristiyan topluluklarını koruma adı altında, Suriye'yi talep ediyordu.

Sykes-Picot anlaşması, Bağdat ve Basra bölgesindeki "kızıl bölge"yi İngiltere'ye, Suriye'deki "mavi bölge"yi Fransa'ya veriyordu. Kırmızı ve mavi renkleri tercih edilmişti. Çünkü bu renkler, harita üzerinde sınırları belirlerken kullandıkları kalemin renkleriydi. Böylece sınırlar tamamen paramparça edildi.

Osmanlı İmparatorluğu, emperyalizmin bu ortak saldırısına ve Arap isyanına karşı koyamadı. Arap orduları, 30 Eylül 1918'de Şam'a ulaştı. Ertesi gün, İngiliz birlikleri başkente girdi ve Mekke şerifi Kral Hüseyin'i tahta çıkardı. Ancak krallık fazla sürmedi.

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra

Lenin'in "haramiler yuvası" olarak isimlendirdiği Birleşmiş Milletlerin atası olan Uluslar Cemiyeti, bu konuda aksi yönde karar verdi.

Uluslar Cemiyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun eski eyaletleri için manda sistemini kabul etti. Avrupa'nın ilerlemiş ulusları, siyasi olgunluğa ve bağımsızlığa doğru giden yolda, daha az ilerlemiş daha az itibarlı devletler için rehber sayılıyordu. Emperyalist haramilere göre, Arap halkları kendi kendilerini yönetme kabiliyetine sahip değildi!

Uluslar Cemiyeti, Suriye ve Libya'yı Fransa'ya verdi. İngiltere, Mısır'ı himayesi altına aldığını doğruladı ve bugün İsrail, Filistin, Ürdün ve Irak'ın içinde bulunduğu sınırları da aldı. Fransa, Musul'dan elini çekmek zorunda kaldı. Çünkü İngilizler, Musul'daki petrolün ellerinden kaçıp gitmesine izin vermedi. Buna karşılık olarak Fransa'ya, Musul Petrol şirketinin Alman hisse senetleri verildi.

Çizilen yeni sınırlar, bundan böyle Arap halklarını bölecekti. Irak, Suriye, Libya ve Ürdün gibi ülkeler, 1918'den önce yoktu. Osmanlı İmparatorluğu'nda Bağdat, Halep, Şam, Basra gibi eyaletler birleşikti. Örneğin Suriye ile Irak arasında sınır yoktu. Bu bölünme, ekonomik ve toplumsal dolaşımın düzenini bozdu. Akdeniz'e doğal bir çıkışı olan Şam, Beyrut'tan ayrıldı. Bölgenin karayollarının en eski birleşme noktalarından biri olan Halep'in, Anadolu ile bağları kesildi.

Tüm bu anlaşmalar, halkların sırtından yapıldı. Engin Birleşik Arap Devleti, burjuva sınırları içinde olsa bile, inkar edilemez bir ilerleme olacaktı. Bölgedeki zenginliklerin peşinde olan emperyalizmin işin içine bulaşmasıyla böyle bir devletin yaşaması her ne pahasına olursa olsun engellendi. İngilizler ve Fransızlar, dini ve etnik çıkarları, sistemli ve ikiyüzlü bir biçimde pohpohlayarak bölünmeyi öne çıkarttı. Bu parçalanma, tüm Arap halkları için bir bölünme sebebi ve onların bağımsızlığına, özgürlüğüne engel oldu.

Ancak halklar, savaş bittiğinde, henüz son sözünü söylememişti.

Rus Devrimi

Lenin'in ifadesiyle "savaşlar, tarihin dinamosudur."

Geri kalmış Rus Çarlığı'nda 1917 Ekim'inde başlayan devrimci dalga, Avrupa'ya yelken açıyordu. Ekim Devrimi tüm dünyayı sarsmıştı. Tarihte ilk kez, harekete geçen yoksul kitlelerin, işçilerin, köylülerin iradesine dayanan bir işçi hükümeti iktidarı ele geçirdi. Sovyet iktidarı tüm gizli anlaşmaları açıkladı. Daha öncesinde Çar'ın baskı altında tuttuğu tüm uluslara bağımsızlık hakkı tanıdı.

Emperyalistler tarafından kuşatılan devrimci Rusya, çetin bir mücadele vererek dayandı. Sonuç olarak emperyalistler geri çekilmek zorunda kaldı. Bolşevikler, devrimin Avrupa devletlerine de yayılmasını umut ediyorlardı. Bolşevikler aynı zamanda, yaşanan iç savaşa rağmen, işçilerin uluslararası birliğinin kurmak için de çaba gösterdi.

Devrimci Rusya, varlıklıların nefretini uyandırdıysa da işçiler ve emperyalizmin baskı altında tuttuğu, sömürgelerdeki yoksul kitleler arasında büyük bir umudun ortaya çıkmasını sağladı.

Ulusal duyguları hangi güç ifade edebilirdi? Tam savaş sonrası dönemde, Arap sınırları milli ve sosyal gösterilere sahne oldu.

Arap halklarının isyanları, Avrupalıların, büyük toprak sahiplerinin ve onları sömüren patronların yaptığı milli ve sosyal baskıların ürünüydü. Bu isyan duygularını, hangi sınıfsal güç ifade edebilecekti?

Bölgedeki hakim sınıflar da aynı milli baskının altındaydı. Arap subaylar, yabancıların komutası altında olmak, onlar tarafından yönetilmek istemiyordu. Ancak Arap yöneticiler sınıfı, köylülerin ve işçilerin sömürülmesine hızla eşlik edip bundan kazanç elde etti. Yöneticiler sınıfı basitçe, tüm gücü ellerinde tutabilmek için yabancıların kovulmasını istiyordu.

Bu durum, yoksul kitlelerin milliyetçiliği ile burjuvazinin milliyetçiliğinin arasında farklar bulunduğu anlamına geliyor.

Bu dönemde, yoksul kitleler, kendilerini toplumsal alanda tekrar tekrar hissettiriyorlardı.

Onlara hangi siyasi seçenek sunuluyordu?

Yoksul kitleler, Avrupalılara karşı savaş ve birlik adı altında, burjuvazinin arkasında savaşmalı mıydı? Veya kendi bayrakları altında, kendi sınıf çıkarları altında mı savaşmalıydılar?

Bu soru, her mücadele döneminde ortaya kondu: 1920'li yıllarda, 1930'lu yıllarda ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, dünyayı sarsan sömürge isyanları sırasında.

Komünist Enternasyonal, ulusal kurtuluş mücadelesine büyük önem veriyordu.

Lenin, sömürgelerdeki komünist militanlar için bir siyaset belirledi. İşçi sınıfı, sömürgelerde yeni yeni doğuyordu ve azınlıktaydı ama geleceği temsil ediyordu. Bolşevik yöneticiler için, Lenin ve Troçki için, sömürgelerdeki komünist partiler, sömürgecilere karşı mücadelede ve gerektiğinde de devrimci burjuva partilerine karşı mücadelede sivrilmeliydi. Ancak komünistlerin kendi bayraklarını dikmek, kendi programlarını ortaya koymak ve işçi sınıfının siyasi bağımsızlığını korumak şartıyla.

Komünist Enternasyonal'in 1920'li yıllardaki militan sayısı, henüz böyle bir siyaseti yürütmek için yeterli değildi.

Yeterli büyüklükte olsun veya olmasın, komünist gruplar, savaş yıllarında olgunlaştı. Komünist fikirler, Arap ülkelerine ulaşmak için bazen dolaylı yollardan ilerledi. Örneğin Yafo'da, Filistin Komünist Partisi'ni oluşturanlar Polonya, Ukrayna ve Rus kökenli Yahudi militanlardı. Mısır'da, İskenderiye'de, ilk komünist grubun 25 sempatizanı vardı: İki Arap, üç Yahudi, bir İtalyan ve çoğunluğu Yunan.

Sayı olarak çok azdılar ama İngilizler ve Fransızlar, onları çok yakından takip ediyordu. Çünkü çok kısa bir sürede güçlenebileceklerinin bilincindeydiler.

1919 yılında, Mısır'da İngilizler, bir müftüye Bolşevikler aleyhinde fetva verdirdi.

Fetvaya rağmen, bir araştırmacı şunları anlatıyor: "Rusya'daki ve Asya'daki Bolşeviklerin zafer haberi, Mısır toplumunun ezilen tüm sınıflarında önemli bir sevinç yaratıyordu."

Mısır'da 1919 yılında çıkan isyan

İsyan Mısır'da başladı. Savaş, ülkeyi dönüştürmüştü. Savaştaki ülkelerin isteklerine yanıt verebilmek için Mısır sanayileşmiş, tekstil sektörü gelişmiş, şeker ve sigara üretimi artmıştı. Demiryolu işçilerinin sayısı, dört katına ulaşmıştı. İşçi sınıfı çok kısa bir sürede oluşmuştu. İngilizler tahıl, pamuk, sürü hayvanı ihtiyacı hissediyordu ve bunları zorla alıyorlardı. Ordu için insan talebi de vardı. 200 binden fazla insan orduya gönderilmek için köylerinden zorla alındı. Bu insanların bir bölümü, İngiliz ordusuna katılarak Fransa'daki Somme ve Flandres cephelerine kadar gönderildi. Ancak savaşın sonunda fabrikalar boşaltıldı, işsizlik patladı ve hoşnutsuzluk yoksul kitlelere ulaştı. Mısır burjuvazisini temsil eden Wafd Partisi milletvekilleri, Avrupalıların himayesinden kurtulmanın zamanının geldiğini düşünüyorlardı.

Bu milletvekilleri, İngilizlerin ve Fransızların açıklamaları ile cesaretlendirildi. Bu açıklamalarda şöyle deniyordu: "Türkler tarafından bu kadar uzun süredir baskı altında tutulan halkların kesin ve nihai kurtuluşu desteklenmelidir".

Mısırlı milletvekilleri, İngiliz ve Fransız duyurusuna dayanarak Paris'te yapılan barış konferansında bağımsızlık davasını sürdürebilmek için bir karar aldılar. Liderleri Saad Zangloul derhal tutuklandı ve yaka paça sürgüne gönderildi. Haber Kahire'ye ulaştığında, 1919 yılının başından sonuna kadar devam edecek genel isyan başladı. Öğrencilerin, memurların, esnafın ve demiryolu işçilerinin yürüyüşleri, birkaç gün içinde ülkenin çoğu büyük kentine ulaştı. Hareket, daha öncesinde kaderci, pasif olarak görünen kırlara da yayıldı.

Kitlelerin baskısının sonucunda İngilizler, mandaya son vermek zorunda kaldı ve Mısır, 1922 yılında göreli olarak bağımsızlığa kavuşmuş oldu. Meşruti yönetimin başında Kral Faruk vardı ancak İngilizler yine de Dış İşleri ve Savunma Bakanlığı'na sahipti. İngilizlerin geri adımı, farklı Arap bölgelerinde farklı aşamalarda isyanlara yol açtı.

Şam'da isyan

Milliyetçi hareket, Şam'da, savaşla birlikte olgunlaşan yeni bir kuşak ile daha da zenginleşti. Bu kuşağın içinde, Iraklı genç subayları, orta tabakadan çıkmış genç Suriyelileri sayabiliriz. Bunların tümü, emperyalizmin müdahalesini reddediyordu. Onların siyasi programı, Arap milliyetçiliğiydi.

Libya'yı ve Filistin'i de içine alan bağımsız bir Suriye Federasyonu, 1919 yılında, bir Arap kongresinde kabul edildi. Prens Faysal, bu yeni bağımsız krallığın başına geçecekti. Araplar, Fransız-İngiliz mandası olmayı reddediyordu. Ancak Fransızlar, Suriye üzerindeki hakimiyetlerini kabul ettirmekte kararlıydı. Fransa, Suriye'ye 70 bin asker gönderdi ve 24 Temmuz 1920'de Şam'ı bombaladı.

Sözü edilen o gün, Fransa, bu ülkeleri, nasıl bir bağımsızlığa götüreceğini göstermiş oldu.

Devamında Fransa, bölgeyi beşe böldü: Bağımsız bir Şam devleti, Halep hükümeti, özerk Alevi sınırları, Jebel Dürzi özerkliği ve son olarak Büyük Libya Devleti.

Bu parçalanma, her şeyden önce, Fransa ile çıkar ilişkisi olan dini çevrelerin, özellikle de Hıristiyan Maronit burjuvazinin işine geliyordu. Hıristiyanları destekleme seçeneği yeni değildi. Laik cumhuriyet, Suriye'de 50 bin öğrencisi olan, 500 dini Fransız okulu açtı.

Bu bölge bir dinler mozaiğiydi: Yahudiler, Jacobite Hıristiyanlar (İngiltere Kralı 2. James yanlısı), Katolikler, Ortodokslar ve Maronitler. Müslümanlar arasında da çeşitli İslami akımları sayabiliriz: Sünniler, Aleviler ve Dürzîler. Tüm bu Arap nüfusu, yüzyıllar boyunca bir arada yaşamıştı ama Fransızlar ve İngilizler arasında bölünme yarattı.

Fransızlar, Hıristiyanlara dayanmayı tercih etti. İngilizler ise Filistin'de Siyonizm kartına oynadı. Yahudiler için bir yurt yaratılmasına olumlu yaklaşıyorlardı. Siyonistler ile Araplar arasındaki kaçınılmaz çatışmalar ise İngilizlere hakem, yargıç rolünü veriyordu.

Irak'ta başkaldırı

İsyan, Yahudi, Hıristiyan, Kürt ve Şii gibi birçok azınlığın bir arada yaşadığı Irak'a sıçradı. Bu bölge, İngilizlerin Hindistan'daki imparatorluğunu koruması için kale görevi görüyordu. Ayrıca yine bu bölge Uzak Doğu ile birlikte, deniz ticareti için anahtar bir unsurdu.

Ayrıca Irak, petrol açısından da önemliydi. Irak'taki petrol bol, kaliteli ve işlenmesi de kolaydı. Bölgede konuşlandırılan İngiliz güçlerinin sayısı, İngilizlerin bölgeye verdiği önemi yansıtıyordu. 90 binden fazla asker, sınır bölgelerine dağıtıldı. Bu kadar çok asker, nüfusu sadece 3 milyon nüfuslu bir bölge içindi. Ancak bu rakam bile, İngiliz boyunduruğunu kabul etmeyen Irak halkının başkaldırısını önleyemedi.

Komünist hareket, Irak'ta henüz oluşum aşamasındaydı. Komünist fikirler, birkaç kişi tarafından savunuluyordu. Almanya'nın işçi meclisini savunduğu sıralarda, 1919'da, Berlin'de bulunan bir öğrenci bunlardan birisi idi. Piotr Vassili isimli terzi, Gürcistan'da yaşamıştı. On yıllar boyunca Bağdat, Nasiriye gibi geçtiği her şehirde komünist birimler oluşturdu. Rus devrimcileri, camilere varan başarılar elde etmişlerdi. Bolşeviklerin, İslam ile uyumlu olup olmadığı ulema arasında tartışma konusu oldu. Bazıları Bakü'de, 1920 yılında, Komünist Enternasyonal tarafından toplanan Doğu Halkları Kongresi'nde, Bolşeviklerle irtibata geçtiler.

Ancak Irak'taki isyanı cesaretlendiren Mısır'daki ve Suriye'deki isyanlar oldu.

Bir şeyh, devlete vergi vermeyi reddettiği için tutuklandığı sırada isyan, Orta Fırat'ta başladı. Bağdat'taki ve diğer şehirlerdeki milliyetçi liderlerin birçoğu, 1920 Ağustos'unun ortasında, İngilizler tarafından hapse atıldı. Ancak isyanın derinliği karşısında İngilizler, Irak'ı direk olarak yönetmekten vazgeçti. Onun yerine daha önce Fransızlar tarafından Suriye'den kovulan ve bir İtalyan gölü kıyısına sürgüne gönderilen Emir Faysal'a yaslanmayı tercih ettiler. Ona, Irak'ta, anayasal bir monarşinin kralı olması öneriliyordu ama elbette İngilizlerin himayesi altında.

İngilizler, kendi çıkarları için hazırladıkları senaryonun, yerel halkın istekleri ile uyuştuğu görüntüsü vermeye çabalıyorlardı. Emir Faysal, Mekke'ye gitti ve Irak'ın hatırı sayılır kişilerine telgraf gönderdi. Bu telgrafta, Irak halkının hizmetinde olduğu yazıyordu.

11 Temmuz 1921'de, meşrutiyet ilan edildi. Bu, tıpkı Mısır'da olduğu gibi, özünde İngilizlerin çıkarlarını gözeten, şeklen bağımsız bir monarşiydi. İngiltere, hem hava sahasını hem de devletin dış politikasını ve maliyesini denetim altına tutmaya devam etti.

Yeni Irak iktidarı, kendi topraklarının %25'inin İngiliz işgali altında olmasını kabul edip giderlerini karşılamak zorundaydı. Iraklı kitleler, 1920 isyanının kazançlarından mahrum edildi. Kral Faysal, Iraklı kitlelerin gözünde, İngiltere'nin bir kuklasıydı.

Faysal, Suriye'yi elde edemedi ama bölücü emperyalizm, kardeşi Abdullah'tan yararlandı ve Ürdün'de ona özel, ısmarlama bir krallık kurdu. Mekke'nin şefi olan babası Hüseyin, Suudi Krallığı'nı yitirdi. Gerçekte, İngilizler, Arap yarımadasını baskı altında tutabilmek için bir emire karşı bir başka emire oynamıştı ve sonuç olarak İbn Seud seçildi.

Bu durum ve yarımadanın kontrolü hedefiyle Arap kabileleri, Mekke'nin dini başkent olması nedeniyle, İbn Seud'un arkasında bir araya geldiler. İbn Seud, İngilizler tarafından yapay olarak yaratılan tüm sınırları boyun eğerek kabul etti. Kuveyt'in, Irak'tan ayrılması sonucunda, Irak'ın deniz yoluyla ulaşıma kesilmiş oldu. Kuveyt'in kesilip alınmasıyla Irak'a, bir işe yaramayan, yalnızca 40 kilometrelik kıyı şeridi kaldı.

İbn Seud, kendini şüphesiz silah zoruyla kabul ettirdi ama bununla birlikte 200'e yakın kadın ile evlendi ve evlilik yoluyla diğer kabileleri kendine bağlama siyasetini de uyguladı.

Ayrıca çocuklarının ve torunlarının krallığın bütçesini ağır yükümlük altına soktuğunu da söyleyebiliriz. Prens hayatı sürmenin o kadar kolay olduğunu zannetmeyiniz. Genellikle ay sonunu getirmekte o kadar zorlanıyordu ki her ay sonunda bir yerlerden para bulmak zorunda kalıyordu.

Körfez'in her yerinde petrol arayan İngiliz jeologlar, Bahreyn'in ve Arabistan'ın bir damla bile petrol içermediğine karar verdiler.

Bu tabii ki İbn Seud'un işine gelmedi. Ancak 1932 yılında, bir Amerikalı jeolog, bölgede önemli miktarda ve kalitede petrol olduğuna işaret etti. İbn Seud, topraklarının dörtte üçünü petrol şirketlerine açmaya karar verdi. İngilizler, bölgede petrol yatağı olduğu gerçeğine şüpheli baktıkları için onlara verilecek payı küçümseyici bir şekilde Hint parası Rupi ile ödemeyi önerdiler!

Engin petrol yataklarının varlığının bilincinde olan Amerikalılar, alanın işletilmesi hakkı karşılığında ödemeyi altın olarak yapmayı önerdi ve kazandı. Amerika Birleşik Devletleri, Arap Yarımadası'na ayağını sağlam bastı ve uzun bir süreden beri burayı terk etmedi.

Savaşın bilançosu

Arap toplumlarının paylaştığı milliyetçilik duygusu, savaşın hemen ardından çıkan isyanların temel etkeniydi. Ancak isyana aktif olarak katılan ve mücadele eden işçi sınıfı, isyana önderlik etmeyi başaramadı.

Birleşmeyi isteyen Arap toplumlarına bu duyguları ulaştıran emperyalist haramiler oldu. Emperyalistler tarafından uygulanan baskı Arap toplumları arasında güçlü bir milliyetçilik duygusu uyandırdı. Öyle ki Rif'deki Berberiler, Libya'daki Dürziler, Kuzey Irak'taki Kürtler gibi Arap olmayan etnik gruplar bile kendilerini bu duygu ile özdeşleştirdiler. 1920'li yılların ortalarında, Avrupalı güçlerin Arap ülkelerinde kalmalarını zorlaştıran her türlü zorluk vardı. Fas'tan Irak'a kadar Avrupalı güçler, isyanın etkileri ile yüzleşiyordu.

Bu isyan, emperyalizme karşı çıkan herkesi besledi. Fas'ta, İspanyollar bir Berberi aşiretinin lideri olan Abdülkerim'in başkaldırısı karşısında başarısızlığa uğradı. Bu aşiret Rif'de üç milyon nüfusu olan bağımsız bir devlet kurmayı başardı. Bu, bir ucundan diğerine Arap dünyasında umut ve coşku uyandırdı. Bir Arap halkının, Avrupalılar karşısında üstün gelmesi mümkündü. Fas isyanı, Fransız hükümetini korkuttu ve diğer sömürgelere, Cezayir, Tunus hatta Suriye'ye sıçrayabileceğini sezdi. Rif savaşçıları, boyun eğmeyi reddeden bir halkın tüm enerjisini harekete geçiriyordu.

Fransa ve İspanya, 75 bin kişiden oluşan Faslı isyancıları bastırmak için 500 bin kişiden oluşan bir askeri güç göndermek ve ağır toplar kullanmak zorunda kaldı.

Abdülkerim ve orduları yenildi ama dünyanın en güçlü emperyalist güçlerinden birine şiddetle kafa tuttu ve her zaman baskı altında tutulmuş Arap kitlelerinin kalbini kazanmıştı. Rif isyanı ezilmişti. Şimdi isyan etme sırası, Suriye'deki Araplara gelmişti.

Mağrip'teki sömürgelerinde çok deneyim kazanmış Fransız birliklerinin ünlü bir gururu vardı: "Araplara baskı konusunda kabiliyet." Fransız birlikleri, işgal topraklarına, Suriye'ye girdiler. Daha öncesinde Osmanlı işgalini reddeden Suriyeliler, kendilerini daha küstah bir işgalcinin karşısında buldu.

1923 yılında Mısır'dan sürülen bir militan, Fuat Şemal, Suriye'de ve Libya'da komünist partileri kurdu. Bir sigara fabrikasında işçi olan Fuat Şemal, Beyrut'ta bir sendika kurdu. İki yıl içinde, matbaa, ayakkabı, lokanta, ulaşım ve inşaat işçilerini sendika içinde örgütlemeyi başardı. On civarında yoldaşı ile birlikte Komünist Enternasyonal ile bağlantı kurdu.

Rus hareketi içinde tanınan, Bolşeviklere yakınlığı ile bilinen Ermeni kökenli militanlar da onlara katıldı. Suriye ve Libya kökenli komünist militanlar, aynı örgütte toplandı ve Lübnan'ı, Suriye'den ayıran yapay sınırları kınadılar. Bu, esas itibariyle işçilerden oluşan bir partiydi. Bu genç parti, ilk yayınını 1925 yılında çıkardı. Bu yayının beşinci sayısından sonra hem parti hem de gazete yasaklandı ve yazı kurulu hapse atıldı. Fransız ordusunun baskısı ve sertliği, daha öncesinden Fransız güçleri tarafından pohpohlanan Dürzî ileri gelenlerini bile bezdirmişti.

1925 sonbaharında, Dürzi ileri gelenlerinden önemli bir heyet, Şam'daki üst düzey Fransız komiserleri protesto etmeye karar verdi. Tümü tutuklandı ve sürgün edildi.

Bu, tüm Suriye'ye yayılacak olan Dürzi isyanının başlangıcı oldu. Fransızlar Şam'ı işgal etti ama isyan yayılmaya devam etti ve Lübnan'a ulaştı. Beyrut'ta komünistler tarafından tertiplenen bir yürüyüş kanla bastırıldı.

Baskı, isyanı kısa süreliğine de olsa durdurdu.

1929 yılında, dünyanın tanık olduğu en derin ekonomik kriz Wall Street'de, patlak verdi. Şok dalgası tüm dünyaya yayıldı. Avrupa burjuvazisi, buna karşı koyabilmek, rakiplerinden korunabilmek için gümrük duvarlarını yükseltti ve sömürgelerine daha fazla yüklendi. Aynı zamanda, kendi işçi sınıfını da dizginledi. Burjuvazi, sömürgeleştirdiği ülkelerdeki sömürüyü arttırarak krizin faturasını, sömürgelerdeki emekçilere ödetti.

1930'lu yıllardaki kriz ve Arap dünyasındaki yeni tepki dalgası

Gerçekten, tüm dünyada işçi sınıfının yaşam koşulları aniden sert bir biçimde düştü. Kriz, Almanya'da Nazizm'in zaferi ile birleşti ve işçi sınıfının sıçrayışına neden oldu: Fransa'da genel grev ve fabrika işgalleri, İspanya'da işçi devrimi; burjuvazinin egemenliği sarsılıyordu.

Kriz, Arap dünyasında da yeni isyanları tetikledi. İsyan, Mağrip'ten Irak'a, Arap dünyasını etkiledi. İsyan, yoksul kitlelerin yaşam standartlarının birdenbire düşüşünün ve sömürge karşıtı duyguların bir ürünüydü.

Arap kitlelerinin maruz kaldığı parçalanma, birlik isteğini ve baskıya karşı dayanışmanın gerekliliği fikrini güçlendirdi.

Burjuva aydınlar tarafından "panarap" olarak ifade edilen bu duygu, Arap birliği yaratmak için, ulusal ve burjuva temellerinde bir çözüm arıyordu. Aynı zamanda, bu burjuva aydınlar Fas'ın, Filistinli Arapların mücadelelerini ve Cezayir'de Hacı Messali eylemlerini kendi gazetelerinde popüler hale getiriyorlardı.

1920'li yıllardaki isyan dalgası aynı zamanda, sömürülen kitleler arasında, ezilenlerin aynı toplumun bir parçası olduğu duygusunu da güçlendirdi.

Yoksul Arap kitlelerinin 1936 yılındaki patlaması, siyaset sahnesinde etkisini gösterdi. İşçi sınıfı ilk grevlerini gerçekleştirdi, hatta bazen Avrupa'daki işçi mücadelelerini bile geride bıraktı.

Fransa'daki Ulusal Cephe, uzun zamandan beri beklenen bağımsızlığı destekleyecek miydi? Ulusal Cephe, Fransız sömürgelerindeki kitlelerin umudu olmuştu. Elbette bu umut hayal kırıklığına dönüştü. Ulusal Cephe'nin yönetimini elinde bulunduran Sosyalist Parti'nin, Fransız burjuvazisinin çıkarlarına karşı gelmek gibi bir isteği yoktu.

Yoksul kitleler tarafından desteklenen Komünist Parti ise ne devrimciydi ne de enternasyonalist. Komünist Parti, Stalinist bürokrasisinin hizmetindeki yumuşak başlı bir alet haline geldi. Stalin, Almanya'da Hitler'in iktidara gelişini tehdit olarak gördü ve Almanya'ya karşı emperyalist ülkelerle ittifak yaptı.

Komünist partiler, faşizme karşı demokrasiyi koruma bahanesi altında kendi hükümetlerinin koruyucusuna dönüştüler.

Fransız Komünist Partisi, 1936 yılında Fransa'da, tüm ağırlığını koyarak burjuva düzenini kurtardı. Komünist Parti işçilere "talepler kabul edildiğinde grevi bitirmek gerektiğini bilmek gerekiyor" diyordu. Cezayir Komünist Partisi (üyelerinin çoğunluğu Avrupa kökenliydi) Cezayir'de: "Cezayir'in bağımsızlığını istemek hem kışkırtmadır hem de uluslararası faşizmin ekmeğin yağ sürmektir" diye yazmaktan çekinmiyordu.

Ancak her şeye rağmen, isyan yine de patladı.

Tunus'ta, işçi isyanının yükselişi 1936'dan hemen önce başladı. Beşir Khraief, La Terre des Passions Brulées isimli romanında, Gafsa yakınlarındaki Metlaoui köyünde, fosfat madenlerinde yaşanan sömürüyü anlatıyor. Bu roman, ırkçılığı yeriyor, Avrupalıların yaptığı zulmü, kadınlara yapılan baskıyı ve aynı zamanda da işçilerin nasıl bilinçlendiğini ve grevlerin nasıl başladığını anlatıyor.

Tunus'ta, 1936 yılında, bir grev dalgası ve milliyetçi gösteriler patladı. Hemen ardından, özellikle komünist militanlara olmak üzere, baskı geldi.

Sendikalar, Matignon Anlaşması'nın Tunus'ta uygulanmasını istediler. Grevler, tüm inşaat sektörüne yayıldı. Binlerce Fransız ve Tunuslu işçi omuz omuza mücadele ediyordu. 1936 Ağustosunda, mücadelenin azmi karşısında işçiler, Matignon Anlaşması'nın uygulanması hakkını zorla kabul ettirdi. Bu, tüm Tunuslu işçiler için bir zaferdi.

Buna rağmen, hükümet, orada yaşayan sömürgecilerin ayrıcalıklarına dokunmadı. Fosfat ve inşaat işçilerinin hareketi iki yıl boyunca devam etti. Harekete karşı yapılan baskı ise onlarca ölüme sebep oldu.

Toplumsal yangın, Fas'tan Irak, Cezayir, Mısır, Suriye ve Filistin'e kadar yayıldı.

Suriye'de 1936 yılında, 50 gün süren bir grev Fransız işçilerinin grevinden aylar önce başladı ve Şam'dan tüm ülkeye yayıldı. Lübnan'da da destek gösterileri oldu. Halk Cephesi'nin yönettiği Fransız hükümeti, bağımsızlık görüşmelerini başlatmaya mecbur kaldı ancak verilen sözler, kağıt üzerinde kaldı.

En patlayıcı gösteriler, şüphesiz Filistin'de oldu. İngiliz işgali, Filistin'de, tahammül edilemez hale gelmişti. İngilizler tarafından desteklenen Siyonistler, büyük toprak sahibi Araplardan toprak satın alarak bu topraklarda çalışan Filistinlileri topraklarından kovdu. Yahudi yerleşimlerinin artması beraberinde öfkeyi de getirdi. Tüm Filistinliler harekete geçti. İşçiler, işi durdurdu, esnaf kepenk kapattı. Filistinliler silahlandı ve İngiliz ordusunun karşısına çıktı. Grev 6 ay sürdü ve 200'den fazla işçi öldü, 800 işçi yaralandı. Takip eden üç yıl boyunca, köyler de isyana katıldı.

Filistinlilerin isyanı tüm Arap bölgesinde sempati kazandı. Mısırlı, Suriyeli, Ürdünlü gençler, Filistinlilere yardım etmek için Filistin'e akın etti. Bu gençler, hem İngilizlerle hem de Yahudi milislerle çarpıştı. İngilizler, isyanı bastırabilmek için 30 bin asker getirmek zorunda kaldı. Ancak İngilizler amaçlarını elde ettiler: İngilizlerin siyaseti Arapların milliyetçi duygularını güçlendirmekti ve bu siyaset, Araplarla Yahudiler arasında bir uçurum açarak onları birbirine düşürmeyi başardı.

Filistin'de olduğu gibi Irak'ta da İngilizlere tepki vardı. İşçiler ve köylüler tarafından tehdit gören Kral Faysal rejimi, İngilizlerin desteği ile ayaktaydı. Petrol ve demiryolu işçilerinin ücretleri sert bir biçimde düşmüştü ve kitleler ciddi bir biçimde sürekli yoksullaşıyordu. Ayrıca, askerlik yoklaması ile ilgili bir yasa, askere alınmayı zorunlu kılıyordu. Böyle bir külfeti onlara kimse hiçbir zaman dayatmamıştı.

Askeri takviyelerin gittikçe artmasına rağmen gösteriler yayıldı ve isyan güçlü bir biçimde hükümeti istifaya zorladı. 1936 yılının sonunda, Faysal monarşisine düşman bir subay, askeri darbe örgütledi. Kral yerinde kaldı ama ordu, hükümeti Halkın Partisi'nin ve grevler sırasında bir grup öğrenci tarafından kurulan milliyetçi partinin ortak olacak şekilde yeniden biçimlendirdi. Hükümetin biçim olarak yenilenmesi, hareketi durdurmak yerine genişletti. 1937 Mart'ında, işçi grevleri, Bağdat'taki limanı felç etti ve bu grevler, ülkenin kuzeyindeki petrol yataklarının bulunduğu alanlara da sıçradı.

Grevler, petrol kuyularına, pompa istasyonlarına, Kut barajına, Bağdat demiryolu atölyelerine, tekstil fabrikalarına ve hatta bir askeri üsse kadar yayıldı. Tüm Irak'ta ülke çapında görülen ilk grevdi. İşçiler, hem çürümüş monarşiye hem de sömürüye isyan ediyordu.

Limanlarda çalışan hamallar, gülünç bir maaş karşılığında günde 14 saat çalışıyorlardı. Çocuklar fabrikalarda günde 10 saat çalışıyordu. Hareketin yayılışı ve gücü karşısında her türlü muhafazakar çevre, burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve ordunun başındakiler korktular. Bir zamanlar umudun taşıyıcısı olan ordu, hareketi sert bir biçimde bastırdı.

İlk birimleri gizlice 1934 yılında kurulan genç komünist hareket, bu baskıyla büyük bir darbe aldı.

1930'lu yılların bilançosu

1930'lu yılların sonunda, Akdeniz'in her bir köşesinde, Avrupa'da ve Arap ülkelerinde işçi isyanları yenildi. Ancak Arap kitleler, her bir mücadelenin birbirine bağlı olduğu ve baskı yapanlara; Avrupalı sömürgeci güçlere karşı, çıkarlarının aynı olduğu bilincini kazanmış oldular.

1930'lu yıllardaki isyanlar, Arap kitleler arasında, tüm ezilenlerin aynı topluma ait olduğu duygusunu güçlendirdi.

Bu duygu, birinci öncelikli devrimci faktördü ama bu duygu, birbirine düşman iki toplumsal güç tarafından ifade edilebilir: Baskı altındaki kitleler, isyanın önderliğini ele alabilirler veya ulusal burjuvazi kendi çıkarına uygun biçimde yönlendirerek, bu duyguyu boğabilir.

Avrupa'da işçi örgütleri, Birinci Dünya Savaşı'na karşı çıkmayarak, işçi hareketine ihanet etmiş oldu. Avrupa burjuvazisi, dünyayı paylaşabilmek için bir kez daha savaşa girişti.

Petrolü ve boğazlarıyla birlikte Ortadoğu, hiçbir zaman olmadığı kadar birincil öneme sahip stratejik bir bölge olmaya devam ediyor.

İkinci Dünya Savaşı'nın sonrası

Dünya savaşının tanıkları, sömürge halklar, Fransızların 1940 bozgununu, Almanya'nın İngiltere'yi bombalamasını bir tür memnuniyetle izledi.

İkinci Dünya Savaşı, büyük güçler arasındaki güç dengesini değişikliğe uğrattı. Savaşın asıl galipleri Amerika Birleşik Devleti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği oldu. Avrupa ülkelerinin zayıflaması, Arap halklarını sömürge olmaktan kurtulup özgürlüğe kavuşması için cesaretlendirdi. Ancak yaşlı Avrupalı güçler, özellikle de güçlerini yitirdiklerinden dolayı, sömürgelerine daha sıkı sarıldılar.

İkinci Dünya Savaşı, dünyanın yöneticilerini kaygılandırıyordu. Çünkü bu savaş onları silip süpürebilecek yeni bir isyan dalgasına sebep olabilirdi. Birinci Dünya Savaşı'nın yol açtığı isyan dalgası, Stalin'in ve Roosevelt'in hala hafızasındaydı. Aynı durumun tekrar yaşanmasını önlemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Komünist partilerinin desteği sayesinde, burjuva devletinin aygıtları, Avrupa'da devrimin olmasını engelledi. Ancak sömürge ülkelerinde isyana mani olamadılar.

İşçi sınıfı ve komünist hareket

Arap ülkelerindeki işçi sınıfı ve komünist hareket, bundan böyle, sayıca güçlenmiş, sendikalarda ve komünist partilerde örgütlenmiş bir işçi sınıfına dönüşmüştü. Tıpkı önceki isyanlarda olduğu gibi. İşçi sınıfı, toplumsal ve ulusal bağımsızlık için mücadele etmek zorundaydı.

Bu görev karşısında, örgütlerin ama özellikle komünist hareketin tavrı ne oldu?

SSCB'nin Arap dünyasındaki itibarı, Stalingrad zaferi ile birlikte savaş sırasında önemli ölçüde artmıştı. Toplumsal düzenin ve sömürge düzeninin yıkılmasını yürekten isteyen genç işçiler ve aydınlar yönünü SSCB'ye ve komünist partilerine çevirmişti. Ancak bürokrasinin devrimcilere karşı mücadele ettiğini, Stalin'in komünist mirası tasfiye ettiğini bilmiyorlardı.

Dünya üzerinde, yalnızca Troçki'nin çevresinde toplanan küçük bir grup militan, SSCB'nin nasıl bir dönüşüm geçirdiğini anlamış ve bu değişime karşı mücadele etmişti.

Onların arasından en iyileri, Sovyetler Birliği'nde sol muhalefeti oluşturanlar, Bolşevik geleneğin gerçek temsilcileri, öldürülmeden önce Sibirya'ya sürgüne gönderildi. Troçkistler Komünist Parti'den atıldılar, baskılara uğradılar ve işçi sınıfından kopartıldılar. Tarihte ilk kez, devrimci fikirleri işçi sınıfına bağlayan tel koparılmış oldu.

Ancak Arap isyancıları tüm bunları bilmiyordu. Onlar için SSCB, haklı olarak, diğerlerinden farklı, emperyalizm karşıtı bir devletti. İlham alınması gereken bir modeldi ve daha da önemlisi komünizmin yurduydu. Bu devletin lideri Stalin'e saygı duyuluyordu. Moskova'da, Doğu Halkları Üniversitesi, militanlara siyasi mirası ve örgütlenme yöntemlerini aktararak yetiştirmek için ev sahipliği yapıyordu. Bu militanlar açık yürekli, sadık ve cesurdular. 1930'lu ve 1940'lı yıllarda komünist partileri kurdular veya komünist partilere katıldılar. Ancak onlara aktarılan komünizm, milliyetçilik zehri ile bozulmuş bir komünizmdi. İşçi sınıfının bir yüzyıldır elde ettiği deneyimlere sırtını dönmüş bir komünizmdi. Aynı şekilde Rus devrimine de sırtını dönüyordu.

Sovyet bürokrasisi, kendi bloğunu güçlendirecek ancak işçi devrimine yol açmayacak, kendisine müttefik devletler arıyordu. Böylelikle işçi devrimleri zayıflayacak ve şüphesiz süpürülüp gidecekti.

Arap komünist partilerinin gelişimi, işte bu dramatik ortamda, bu temeller üzerinde oluştu. Partiler, militanların dayanıklılığı sayesinde işçi sınıfı içinde kök saldılar ama hedeflerini işçilerin mücadelesinden ayırdılar. Artık toplumsal kurtuluş hedefleri yoktu. Moskova'nın rehberliği işçilere bağımsız, toplumsal ve ulusal talepleri taşıyan bir işçi siyaseti önermedi. Bu komünist partiler, işçi sınıfının büyük canlılık gösterdiği, gösterilerin arkasındaki itici güç olduğu anlarda bile milliyetçi burjuvazinin arkasına takıldılar.

Arap ülkelerindeki işçi sınıfı azınlık olarak kaldı ama yoğunlaşmış haldeydi ve üretimde belirleyici bir rolü vardı. Yoksul kitlelere yakın, onların arasında yaşıyordu. Köylerdeki yoksul kitleler ile de bağlantısı vardı.

Bir ucundan diğer ucuna tüm Arap dünyasında, işçi sınıfı aynı baskılara karşı mücadele etmek zorundaydı.

Toplumda bir taraftan ulusal kurtuluş isteği gelişirken diğer yandan da bir biçimde komünist partilerinin temsil ettiği bir sınıf duygusu gelişiyordu. Savaşın bitmesinin hemen ardından sömürgelerdeki isyanlar başladı. Toplumda önemli bir ağırlığı olan işçi sınıfı, bu isyanlara önderlik edebilirdi. Ancak işçi sınıfı Stalinist bürokrasi tarafından siyasi olarak silahsızlandırılacaktı.

Sömürge isyanları

Cezayir'de Fransız baskısı

İsyan, Cezayir'de 8 Mayıs 1945'de başladı. Polis, Constantinois'da (Cezayir'in kuzeydoğusunda bulunan bir şehir) Cezayir bayrağını sallayan göstericileri engellemek istedi. Setif'deki gösteri ertesi gün yayılarak isyana dönüştü. Bu, tüm bölge üzerinde etkili olan zalimce bir şiddetin başlangıcı oldu. Sıkıyönetim ilan edildi ve bir savaş gemisi göstericileri bombaladı. Bu katliam 40 bin kişinin ölümüne yol açtı ve tüm ülkede etkili olacak baskı eşlik etti. İçlerinde sendikalı militanların olduğu, kitlesel bir tutuklama dalgası yaşandı. Araplar hizaya getirilerek Cezayir'deki sömürü düzeni korunmuş oldu.

Fransa Suriye'den kovuldu

Fransız askerleri, Suriye'de daha fazla sorunla karşılaştı. 1945 Mayıs'ında, grevler ve yürüyüşler gerçek bir başkaldırıyla bitti. Fransız güçlerini temsil eden her şey saldırının hedefi oldu: Askeri kışlalar, Fransız elçilikleri...

Buna karşılık Fransız ordusu, Suriye meclisine ağır silahlarla saldırmakta tereddüt etmedi. Yakın olan Arap ülkelerinde Lübnanlı ve Suriyeli kardeşleriyle dayanışma için genel grev ilan edildi. Bölgeye yayılan büyük karmaşa, daha önce Filistin'de ve Irak'ta çıkan isyanları bastıran İngilizleri korkuttu.

Sonunda Fransızlar, 1946 Nisan'ında pılıyı pırtıyı toplayıp Suriye'yi ve Lübnan'ı terk etti. Böylece kitleler, rahat bir nefes aldı.

Irak'ta, 1945-1947 işçi isyanları

Iraklılar, Suriyeli kardeşlerinden cesaretlenerek İngilizleri kovmayı umut ediyorlardı. Irak Komünist Partisi, baskıya dayanmayı bildi. İşçi sınıfı içinde ve toplumun tüm katmanlarında etkisi vardı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Bağdat'ta 180 bin işçi ve 70 bin memur vardı.

1944 ile 1946 yılları arasında, sendikalı olma oranı, petrol ve demiryolu işçileri arasında %30 ile %60 arasında değişiyordu. Bu oran, Basra Limanı'nda çalışan işçiler arasında çok yüksekti. Tüm bu sektörlerdeki sendikalar, komünist partili militanlar tarafından yönetiliyordu. İşçi grevlerine ve Kürt halkının isyanlarına karşı askeri iktidar, sıkıyönetim ilan etti ve isyanları bastırdı.

Tüm ocak ayı boyunca üniversitedeki ve okullardaki öğrenciler, Irak'ı İngilizlerin himayesinde bırakan anlaşmaya karşı çıktı. Okullu gençlerin ve küçük burjuvaların bu ayaklanması, işçilerin ücretlerinin düşük olduğu bir döneme denk geldi ve bu da işçileri mücadeleye daha hızlı sürükledi.

20 Ocak 1946'da büyük öğrenci gösterileri oldu ve ilk kez işçiler ve gecekonduda yaşayan yoksular, öğrenci kortejlerine katıldılar. Polis kalabalığın üzerine ateş açtı ama göstericiler dağılmadı. Tüm baskıya rağmen, hareket büyüdü ve yeni sosyal grupları içine çekti.

Hareketin gücü karşısında, kral anlaşmayı iptal etmek zorunda kaldı ve bu bazı muhalif partilerin hareketten çekilmesine neden oldu. Ancak Komünist Parti'nin çağrısıyla, işçiler ve öğrenciler, yoksul mahallelerden gelerek, kitlesel gösterilere devam ettiler. Komünist Parti en önemli güç haline geldi ama onun tek hedefi olan demokratik rejim kurma isteği, hareketten ayrı düşüyordu.

Yüzlerce ölüye rağmen, işçi hareketinin yükselişi durmadı. 1948 yılı, grevler için rekor yılıydı. İşçiler, demokratik haklar ve "ekmek ve ayakkabı" talep ediyorlardı.

Mısır

İsyan Mısır'da, eşi görülmemiş bir toplumsal çalkantıya sahne oldu. Bağımsız denen ama gerçekte, özellikle kanal bölgesinde, yüz binlerce İngiliz askerinin konuşlandığı bölgede, baskı Mısır halkını canından bezdirmişti.

İngilizlerin varlığı ve savaş, zenginler sınıfının yararına olmuştu. Örneğin, güçlü bir şirket olan Misr, müttefik devletlerin ordularını giydirmek amacıyla yaptığı üretimden devasa kâr elde etmişti.

Savaşın sonu ile birlikte, İngiliz ordusunda çalışan 250 bin emekçi ve özel sektörde de 300 bin işçi işten çıkartıldı. Ücretler düşüyordu. Sosyal eşitsizlik apaçık ortadaydı. Birileri için lüks diğerleri için sefalet...

1945 ile 1947 yılları arasında, yoksul kitlelerin İngiliz işgaline karşı gösterileri büyüyerek arttı. Grevler patlak verdi. Misr grubunun önemli fabrikalarında, grev komiteleri belirlendi. Grev komitelerinin liderliğini çoğunlukla komünistler yapıyordu. Üniversitelerde ve okullarda gençler, kendi komitelerini kurdular. 1946 Şubatında, polis göstericilerin üstlerine ateş açtı. Baskı, birçok ölüme ve yüzlerce insanın yaralanmasına sebep oldu ancak öfke tüm ülkeye yayıldı.

Ardından üniversitelerdeki, fabrikalardaki tüm grev komiteleri, "İşçi ve öğrenci ulusal komitesini" kurarak iş birliği yaptılar.

Ulusal Komite tüm ülkeye 21 Şubatta gösteri çağrısı yaptı. İngilizler, göstericileri mitralyözlerle karşıladı. Bu gösteride ölenlerin cenaze töreni daha kitlesel bir gösteriye dönüştü ve ardından yeniden baskılar geldi. Hareket, temmuza kadar sürdü. Artık militan avı mevsimi açılmıştı!

1948 yılı süresince, Irak'taki Faysal rejimi gibi İngilizlerin desteği ile ayakta duran Mısır'daki Kral Faruk rejimi, tamamen yıpranmıştı. Irak'ta olduğu gibi, Mısır'da da işçi sınıfı gücünü ve kararlılığını göstermişti.

İşçi sınıfı, monarşi rejimini ama aynı zamanda İngiliz işgalini ve mülk sahiplerini alt edebilir miydi?

Böyle bir seçenek vardı, böyle bir devrimci potansiyel de ama hiçbir komünist parti bu seçeneği düşünemedi. Bunun tersine, işçi sınıfının gücünü, burjuvaziyi temsil eden subayların peşine taktılar.

Ancak 1948 yılında, nefret edilen bu rejimlerin kurtarılması, İsrail Devleti'nin kurulmasına denk geliyordu ve bunu Arap-İsrailli savaşı izledi.

Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki savaş, sosyal patlamaya da durdurdu. Hem Irak'ta hem Mısır'da, ulusal önderler öncülüğünde "ulusal birlik" görüntüsü yaratarak işçi sınıfının gücünü rayından çıkardı. Irak ve Mısır rejimleri, Filistin savaşını bahane ederek sıkıyönetim ilan etti.

İsrail'in oluşması ve Filistin'in bölünmesi

İsrail konusunda da birkaç söz etmek gerek. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda bir Yahudi devletinin kurulacağı sözünü vermişti. Ancak 1945 yılında, verdikleri sözü unuttular. İngilizler Filistin'i terk etmek istemiyordu, bu nedenle askeri güçlerinin sayısını 100 bin kişiye çıkardılar. Bu durum, Siyonistlerin Yahudi devleti yaratma projesiyle çelişiyordu. Siyonistler, İngiliz emperyalizmine ve Arap kitlelere zor yoluyla baskı yapmaya karar verdi.

ABD ve SSCB, İsrail devletinin kurulmasını destekliyorlardı. Çünkü böyle bir devlet İngiltere'yi zayıflatacaktı. İsrail Devleti'nin kurulması, onca acıyı çektikten sonra sağ kalan, nereye gideceğini bilmeyen yüz binlerce Yahudi için kendilerini güvende hissedecekleri, onlara ait bir devlet olacaktı!

Kapitalizm, soykırımın sorumluluğunu taşıyan Nazizm'i doğuracak kadar yozlaşmıştı. Ancak bu siyasetin bedelini ödeyenler, her şeyden önce, Arap kitleleri oldu. İsrail halkına gelince... Arap toplumuna baskı yapanlar arasında müttefik aramakla hata yaptılar. İsrail, Arap halklarına destek olacağına emperyalistlerin bekçisine dönüştü ve güçlü devletlerin oyuncağı oldu.

Birleşmiş Milletler, 1947 yılında, SSCB'nin ve ABD'nin de desteğiyle, Filistin'i ikiye bölen planı kabul etti: Bir Yahudi devleti ve bir Filistin devleti. Bölünen devletin güzel parçası İsrail'e verildi. Filistinli yöneticiler ve Arap devletlerin yöneticileri bu bölünmeyi reddetti. Yeni kurulan Arap Devletler Birliği, gelecekteki Yahudi devletine karşı savaş halinde olacaklarını ilan ettiler.

1948 Nisan'ında, Filistin'deki Deir Yassin köyündeki kıyım, tüm bölgeyi hareketlendirdi. İsrail, Filistinlileri topraklarından kovarak ve silah yoluyla baskı yaparak, Yahudi halkı ile Arap halkları arasındaki nefret uçurumunu daha da derinleştirdi.

Arap yöneticiler, kendilerine rakip olacak bir İsrail devletin kurulmasına karşı çıkıyorlardı. Karşı çıkmalarının sebebi Filistin halkının başına gelenlerden değildi.

Mısırlı ve Iraklı yöneticiler, sıkıyönetim ilan edebilmek için bir fırsat yakalamış oldular. Toplumsal hoşnutsuzluğun yönünü değiştirerek İsrail'e doğru çevirdiler. Arap kitleler kendilerini, sınıf çıkarlarını ve mücadelelerini gölgeleyen bir savaşın içine sürüklenmiş buldular.

Arap komünist partiler, Moskova'ya hoş görünebilmek için Filistinlilerin aleyhine olan bu bölünmeyi desteklediler. Komünist partilerine umut bağlayan yoksul kitleler, ihaneti sezdi ve onlara sırtını döndü. Aynı zamanda, komünist parti militanları, baskıya maruz kalmaya devam ediyordu. Irak Komünist Partisi yöneticisi Fath, kitlelerin gözleri önünde asılarak idam edildi.

1948 İsrail-Arap Savaşı

İsrail savaştan zaferle çıktı ve sınırlarını Birleşmiş Milletler'in önerdiği planın da ötesine götürdü. İsrail, Filistin'in %70'ini işgal etti. Eğer Ruslar, İsraillilere silah teslimi yapmamış olsaydı veya Filistin'in bir parçasına karşılık olarak çatışmanın dışında kalacağını sözünü veren Ürdün kralı Abdullah ile gizli anlaşma yapmamış olsaydı bu başarı imkansız olacaktı.

Ürdün sınırlarını genişletti ama Mısır da Gazze'nin kontrolünü almak için eline fırsat geçirmiş oldu. Böylece Filistin, başta İsrail olmak üzere, Ürdün ve Mısır tarafından parçalandı. 700-800 bin kadar Filistinli topraklarından sürüldü. Tüm Arap halkları bu olayları yeni bir adaletsizlik ve aşağılanma olarak yaşadı.

İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki savaş, işçi isyanını ve emperyalizm karşıtı isyanı engelledi. Yenilgi ile birlikte, Arap rejimleri itibarlarını tümüyle yitirdiler. Böylece isyan, daha da büyüdü ve onların devrilmesini hızlandırdı.

1950-1952'deki kitle hareketi

Mısır'da, Süveyş Kanalı hem ülkenin İngiliz ordusu tarafından işgal edilmesini hem de kaynakların yağmalanmasını simgeliyordu. Müslüman Kardeşler'den komünistlere kadar farklı siyasi eğilimlerdeki İngiltere karşıtı silahlı örgütler, İngiltere'nin Süveyş Kanalı'nı işgal etmesini hedef alıyordu.

Aynı süre içinde, soyluların büyük topraklarında köylü isyanları da patladı.

Bir yazar aynı zamanda bir tanık Roger Vaillan'ın aktardıkları: "Köylüler, yalnızca bir kişiye ait 1500 hektarlık bir alanda çalışıyorlardı. Toprağın sahibi, kışları Kahire'de yazları ise İskenderiye'de olmak üzere yılın 6 ayını Avrupa'da geçiriyordu. Dünyanın en verimli bahçesinde çalışan bahçıvanların karnı sürekli açtı. Batı ülkelerine pamuk yetiştirenlerin giysileri yırtık pırtık ve bakımsızdı. Nil vadisindeki bahçeler, birkaç çevreyi; Mısırlı toprak sahiplerini, işlenmemiş pamuk satan tüccarları, iplik ve dokuma fabrikası kuran sermaye sahiplerini, pamuk fiyatının düşüp yükselmesiyle para kazanan vurguncuları zenginleştiriyordu. İngiltere tüm bu vadi üzerindeki üretimden dolaylı yollarla para keserek ve vergi alarak zenginleşiyordu."

25 Ocak 1952'de, evet yine bir 25 Ocak günüydü, İngiliz işgaline ve aynı zamanda zenginlere karşı yoksullar ayaklandı. Kahire'deki yoksullar, kanal bölgesinde devam eden hareketliliği dikkatle takip ediyorlardı. İngiltere karşıtı harekete destek veren İngilizlere bağlı Mısır polisinin katliam yaptığı haberi, Kahire'de, bir milyondan fazla işçinin, öğrencinin, memurun ve hatta polisin, askerin, astsubayın katıldığı büyük bir gösteriye sebep oldu.

Kral sıkıyönetim ilan etti. İngilizler kadar monarşi de kendilerini de hedef alan gösteriler nedeniyle kendilerini tehlikede hissediyorlardı. Rüşvet, haraç her tarafa yayıldı. Öyle ki parası olanlar bir bakanlık ve hatta paşalık elde edebilirdi. Çılgınca bir hayat süren, Avrupa'nın kumarhanelerinde sürten Kral Faruk'un iğrençlikleri Mısırlıları çileden çıkartıyordu. Kral Faruk Mısır'daki bütün ticari ilişkilerden bir yüzdelik pay alıyordu. Bu nedenle de bütün nefretleri üzerinde toplamıştı. Siyasi polis tarafından yapılan keyfi tutuklamalar, işkenceler, toplumsal hoşnutsuzluğu bastırmak için artık yeterli değildi.

Mısır, toprak sorunu, ulusal sorun gibi taleplerin de içine karıştığı bir devrime gebeydi. Ancak işçi sınıfı içinde saygınlığı bulunan Komünist Parti, işçi sınıfına hedef önermeyi bilemedi ve önermek de istemedi. Komünist Parti, işçi sınıfını, burjuvazinin hakimiyetini savunan diğer siyasi güçlerin ellerine bıraktı.

Mısır

'ın "Özgür Subayları"

Ordu, mülk sahipleri sınıfının imdadına yetişti. 23 Temmuz 1952'de, Nasır'ın etrafında toplanan "Özgür Subaylar" bir askeri darbe ile iktidarı aldı. Özgür Subaylar, iktidarı alır almaz krala karşı düşman olarak bilinen General Nagib'e teslim ettiler. Nagib, Kahire radyosundan, ordunun el değiştirdiğini açıkladı ve kitlelere yönelik olarak da "tüm yasadışı hareketlerin, (yani kitle eylemlerinin) daha sert biçimde bastırılacağını" ekledi.

Kitleler askeri darbeyi memnuniyetle karşıladı. Ancak subayların ilk hamleleri mülk sahipleri, emperyalistlere güven verme ve yoksul kitlelerde var olabilecek yanılsamaları yok etme amacı taşıyordu. Öte yandan, Kral Faruk, yatına yerleşip sessizce ülkeyi terk etmeyi başardı. İsyancı gibi görünen bu subaylar, Mısır burjuvazisinin yedek ekibini oluşturuyordu. Orduyu modernleştirmek ve toprak reformunu gerçekleştirmek istiyorlardı. Onlara göre, köylerin felç olmasının sorumlusu, toprak ağalarıydı ve toprak reformu ile de onların gücünü zayıflatmak istiyorlardı.

Ülkeyi sanayileştirmek ve üretime köstek vuracak her şeye, başta işçi grevlerini bastırmak istiyorlardı. 1952 Ağustosunda, İskenderiye'ye yakın bir yerde ordu, Misr'in iplik fabrikasını işgal eden işçilerin üzerine ateş açtı. Yaylım ateşi sonucu sekiz kişi öldü. Takibinde ise 800 kişi tutuklandı. Ertesi gün, iki grev yöneticisi asıldı.

Şunu da eklemeliyiz ki yeni iktidar, işçilere karşı çok hırçınca davranmasına rağmen yabancı sermayenin girişini kolaylaştırarak, emperyalizm ile iyi geçinmeye çalıştı.

Nasır ve soğuk savaş

Nasır, 1954 yılında, Nagib'in ayağını kaydırdı ve tüm iktidarı elinde topladı. İyi bir milliyetçi olarak, Amerikan bloğuna karşı Sovyet bloğuna kullanmaya başladı.

Batılı güçler, askeri araçları ona satmayı reddederlerken Nasır yönünü Çekoslovakya'ya ve SSCB'ye çevirdi. Nasır, 1955 yılında, soğuk savaş ortamında bağımsızlığa kavuşan Çin, Hindistan ve Endonezya gibi hem Sovyet Bloğundan hem de Batı Bloğundan bağımsız olduğunu iddia eden büyük ülkelerin düzenlediği Bandung Zirvesine koşarak gitti.

Bu yüzden ABD, Assuan Barajı'nın yapımı için daha önce sözünü verdiği 200 milyon doları vermeyi reddetti. Nasır, bu ret karşısında, İskenderiye mitinginde, 26 Temmuz 1956'da, kitlelerin alkışları altında, Süveyş Kanalını devletleştirdiğini ve masrafları karşılayacağını açıkladı. Bu açıklama, İngiltere ve Fransa tarafından hakaret olarak görüldü. Ancak 19. yüzyılın sömürüsünü simgeleyen kanalın devletleştirilmesi, Arap kitleler için, özellikle Mısırlılar için, geçmişteki sömürünün intikamıydı. Bu, üçüncü dünya ülkelerinin kendilerini hor gören büyük güçlere cevabıydı. Bu, emperyalizme bir meydan okumaydı ve aynı zamanda da Nasır'ın popülaritesini, sadece Mısır'da değil tüm Arap dünyasında kalıcılaştıran bir eylemdi.

Ekim 1956, Süveyş'e askeri müdahale

Sembolik olmasına rağmen bu karar hiç de devrimci değildi. Zaten 1968 yılında Mısır'a devredilmesi kararlaştırılan Süveyş Kanalı'nı daha erken devretmiş oldu. Ayrıca Nasır, hisse sahiplerinin çıkarına dokunmayacak oranda ödeme yapmayı düşünüyordu. Ancak buna rağmen Fransız ve İngiliz emperyalizmi için kabul edilemezdi. Onlar, Nasır için "yeni Hitler", "küstah çapulcu", "acemi diktatör" diyerek hakaret ediyorlardı.

Aslında, İngiliz hükümeti gibi, sosyalist Fransız Başbakan Guy Mollet için de söz konusu olan sadece Süveyş Kanalı değildi. Nasır, Arap milliyetçiliğini simgeliyordu. Tıpkı Cezayir'de, Irak'ta karşı karşıya kaldıkları gibi. Nasır, Cezayir'in bağımsızlık mücadelesini yürekten desteklediğini açıklamıştı. Tüm bunlar onu "öldürülecek adam" yapıyordu.

İsrail'e yardım eden Fransa ve İngiltere, Süveyş Kanalı'nı yeniden ele geçirmek için askeri sefer başlattı ama bu sefer başarısızlıkla sonuçlandı. Bölgedeki yönetimi daha öncesinde İngilizlerin elinden almış olan ABD bu askeri sefere karşı çıktı. SSCB de ateşkes istedi. İki süper gücün "kınama"sı karşısında Fransa ve İngiltere'ye birliklerini geri çekmekten başka bir şey kalmamıştı.

Nasır, Arap milliyetçiliğinin şampiyonu oldu ve halkların saygınlıklarını geri kazanmasını sağladı.

1957 yılında, Ürdün'de seçimi Nasır yanlısı partiler kazandı. Kral Hüseyin, seçim sonuçlarını reddederek sokağa çıkma yasağı ilan etti. Sonuç ayaklanma oldu. İngiliz ordusu monarşinin imdadına yetişti. Amerikan birlikleri de düzeni yeniden kurmak için Lübnan'a girdi.

Mısır'daki Özgür Subaylar darbesi, Irak'ta gösterileri yeniden canlandırdı: Grevler ve gösteriler patlak verdi. Kitleler, emperyalizme boyun eğen rejim karşısında nefretlerini kustular. Mısır, onları yüreklendiren bir örnekti.

Irak ordusunun subayları da Nasır'ın fikirlerinden etkilendiler. 1958 Temmuzunda, "Özgür Subaylar" isimli bir yer altı örgütü kuruldu.

General Kasım, ciddi bir direnme ile karşılaşmadan darbe yaptı. 1920'den beri iktidarda olan kral ailesi idam edildi. General Kasım, Bağdat'a kahraman gibi girdi ve cumhuriyeti ilan etti.

Bağdat'ta ilk olarak, daha çok Irak Komünist Partisi'nin yararlandığı bir özgürlük dalgası esti. Militanlarının cesareti ile Komünist Parti tekrar önemli bir saygınlık elde etti. Ancak Komünist Parti, tümüyle General Kasım'ın arkasına takıldı. Ancak General Kasım, hem Komünist Parti'ye hem de kitlelere sırtını döndü.

Bir dönem tamamlanıyordu. Kasım'ın, Nasır'ın ve diğer subayların askeri rejimleri babacan diktatörlüktüler ve şiddetli bir şekilde işçi karşıtı idiler. Onlar, ilerlemeyi temsil ederek iktidara tırmanabildiler. Çünkü Stalinist hareketin güçleri, devrimci olanakların açıldığı zamanda işçi sınıfını siyasi olarak silahsız bıraktı.

Bu komünist partiler, teşekkür olarak, onları hapse atan subaylara zemin hazırladı.

Nasır, 1955 yılında, Bandung Konferansı'na katıldığı sırada komünistlere karşı çok geniş çaplı bir polis baskını düzenledi. Ama Mısır ve SSCB ile iyi ilişkiler, komünistleri, Nasır rejimini desteklemeye zorunlu bırakıyordu. Ve dahası, hapsedilen, işkenceye maruz kalan komünistler, Nasır'a destek gösterileri düzenlediler ve Nasır'ı onurlandıran övgüler kaleme aldılar.

Panarabizm

1950'li yılların sonlarında Nasır, popülaritesinin zirvesindeydi. Tüm muhaliflerini sindirmişti. Konuşmaları, üslubu beğeniliyordu. Nasır, küçük bir posta memurunun oğluydu ve varoş dilini kullanmayı çok iyi biliyordu. Başkanlık sarayı için Zeitoun'daki evini terk etmemişti ve bu, Mısırlıları çok etkiliyordu.

Nasır, emperyalizm karşıtlığını simgeliyordu. Tüm görünüşüne rağmen, aslında, emperyalizmle mücadele etmedi. O, burjuva sistemi çerçevesinde, Mısır burjuvazisi için mücadele etti.

Ancak kanalın devletleştirilmesi ve konuşmaları, yoksul kitleler karşısında onu radikal gibi gösteriyordu ve gerçekleştirmeye çalıştığı Arap birliği projesi saygınlığını arttırdı.

Panarabizmin hedefi, gümrük engellerinin olmadığı, Arap sermayesinin gelişmesine izin veren, engin bir pazarı bir araya getirmekti. Arap kitlelerinin maruz kaldığı parçalanmayı göz önüne alırsak bu birlik, inkar edilemez biçimde bir ilerleme olacaktı. Ancak yerel burjuvazilerin ne bunu yapabilecek kapasitesi vardı ne de isteği. Milliyetçi politikacılar, kitlelerin birlik duygusunu kendilerinde toplamak için bu demagojik slogan ile hareket ediyorlardı.

Suriye ve Mısır, 1958 yılında, Arap Birliği Cumhuriyeti için sınırlarını birleştirdi. Ancak bu birlik, üç yıl sonra tekrar parçalandı. Aslında, Suriye devleti, çok daha güçlü olan Mısır devletinin hegemonyası ve denetimi altında olmayı kabul etmemişti.

Sadece mücadele eden yoksul kitleler, gerçek demokratik birliği kurabilirlerdi ve bu devlet, işçilerden ve küçük köylülerden destek alabilirdi.

Bu, bölgedeki tüm zenginliği, işçilerin denetim altında tuttuğu, ekonomiyi işçilerin planladığı ve geçmişin tüm kalıntılarının silinip süpürüldüğü bir devlet olabilirdi.

Nasırcılığın yıpranması

Mısır, askeri harcamalar nedeniyle ekonomik gerilemeye, zorluklara maruz kaldı. Sefalet her zaman yaşanan bir şeydi. Kırdaki köylüler, her zaman açtı. Nasırcılık yıpranıyordu. Arap birliği denemeleri kısa sürdü.

Hoşnutsuzluk, 1960'lı yıllarda büyüdü. Ulusal üretim, ülkenin büyümesi gibi sözlerle işçilerden ve köylülerden fedakarlık yapmaları istendi. Ancak esas çabayı gösterenler, karşılığında hiçbir şey alamadı. Grev yasaklanmış olmasına rağmen sonunda öfke patladı. 1966'nın sonunda, sıkıntılı geçen yılların ardından, çalışma saatlerinin uzatılmasına karşı grevler arttı.

Nasır, kaybolan itibarını yeniden kazanmak için, Kızıl Deniz üzerinden İsrail'e açılan Eilat limanını ablukaya aldı. Bu, İsrail'in 1967 Mayıs'ındaki saldırısına bahane oldu.

İsrail'in hava saldırısı, Mısır'ın stratejik ve askeri gücünün önemli bir kısmını yok etti. Mısır uçakları toprağa çakıldı. Altı gün içinde, İsrail tankları Suriye'deki Golan Tepelerini ele geçirdi. Mısır, Gazze'yi, Sina yarımadasını kaybetti ve İsrail, Ürdün'den, Ürdün'ün 1948'de aldığı toprakları geri aldı.

Altı Gün Savaşları'nın sonunda, İsrail, ABD'nin de desteğiyle, Arap halklarının ama özellikle Filistin halkının aleyhine topraklarını üçe katladı. Bu, Nasır'ın itibarına vurulan bir darbeydi. Mısır'ı yenilgiden korumayı bilememişti. Nasır, 1967 Haziran'ında istifa etti. Onun tekrar iktidarı ele alması için birçok gösteri yapıldı ve o da geri geldi ancak Nasırcılık siyasi olarak çoktan ölmüştü.

Filistin halkının mücadelesi

Altı Gün Savaşları'nın sonrasında, Arap ülkelerine, Ürdün'e, Suriye'ye ve Mısır'a İsrail tarafından işgal edilen topraklarından kovulan birçok Filistinli mültecinin geldiği görüldü. Filistin halkının mücadelesi, gündemin merkezinde yer alacaktı.

Filistinliler sadece kendilerine güvenmeleri gerektiğini anlamışlardı.

Filistinliler, Yaser Arafat tarafından yönetilen FKÖ'ye (Filistin Kurtuluş Örgütü) katıldılar.

Filistin halkının mücadelesi yeniden alevlendi ama çoğu zaman trajik bir şekilde. Mücadele, korkunç isyan potansiyeline sahipti. Bu isyan potansiyeli, devrimci tohumlar taşıyordu ve bu devrimci tohumlar, Filistinlileri yanına kabul eden Arap ülkelerini istikrarsızlaştırabilirdi. Filistin savaşçılarının mücadelesinin, tüm Arap dünyasında sınırsız itibarı vardı. Ancak Filistinli yoksul kitleler bilinçli değildi ve hiçbir parti onları bilinçlendirmiyordu.

Buna karşılık, FKÖ yöneticilerinin bilinçleri çok sivriydi. FKÖ yöneticileri, Filistin milliyetçiliğinin dar sınırları içerisinde kalarak, kendi burjuvalarının temsilcisi gibi hareket ettiler.

Arap yöneticiler, Filistinlilerin kendi ülkelerinin siyasetine karışmasını istemiyorlardı.

Arafat, onların alanlarına girmeyerek yetki alanının dışına çıkmadı. Çünkü bu, onun siyasetine de uygun düşüyordu. Arafat, Arap devletlerinin desteğini istiyordu ama ne kendisi isyanların başını çekmek istiyordu ne de Filistin halkının bu rolü oynamasını istiyordu.

Bununla birlikte Filistinliler, isyanın başını çekebilmek için ayrıcalıklı bir konumdaydı. Arafat'ın, coğrafi olarak Filistinlilere yakın olan, dirsek temasının olduğu, Ürdün, Suriye, Libya, ve Mısır yoksullarının isyanları ile ilişki kurabilmek için Facebook'a ihtiyacı yoktu. Bu ülkedeki tüm yoksulların aynı sınıfa ait olduğu duygusundan faydalanabilir, bu duygudan destek alabilirdi. Genelde Filistinliler, diğer Arap halklarına göre daha çok eğitimliydi, Arap halklarıyla ortak bir dili ve kültürü paylaşıyorlardı ama onların yöneticileri, sınıf bilincine sahip olmayı reddediyorlardı.

Bu nedenle, Filistinlilerin mücadelesi, kendilerine baskı yapanların tümüne karşı tüm Arap dünyasının isyanına dönüşebilecekken İsrail Devleti'ne karşı bir mücadele olmakla sınırlı kaldı. FKÖ'nün silahlı mücadelesi radikal bir görevdi. Ancak bu mücadele gerçekte toplumsal düzene saygılıydı ve yalnız bırakılmış, İsrail ile ve Arap devletleriyle mücadele etmek zorunda kalmış Filistin halkı için ortaya çıkardığı şey başarısızlıktı.

1970 yılında, Ürdün'de "Kara Eylül" katliamı yaşandı. Ürdün zırhlı birlikleri, Filistinli mültecilerin kamplarına saldırdı. Sonuç 3 bin 500 ölü ve 10 bin yaralıydı. Arap devletlerinin kılı kıpırdamadı. Ne Suriye ne de ateşkes istemek için Filistinli savaşçıların saf dışı olmasını bekleyen Nasır bir girişimde bulundu.

Suriye ordusu, 1976 yılında, Lübnan'a girdi. Suriye, Filistinlilerin ve yoksul Lübnan, Arap kitlelerinin birleşerek harekete geçmesini kendine tehdit olarak görüyordu. Bu nedenle de Lübnan'da sosyal düzeni tekrar sağlamak istiyordu. Sonrasında, 1982 yılında ise bu kez İsrail ordusu, FKÖ'yü Lübnan'dan kovmak amacıyla Lübnan sınırlarını geçti. Arafat 15 bin askerini Tunis'da (Tunus'un başkenti) topladı. Ancak çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan bin 500'den fazla Filistinli, aşırı sağcı Katolikler tarafından Sabra ve Şatilla kamplarında katledildi. İsrail ordusunun desteği olmadan böyle bir katliamı yapabilmek imkansızdı.

1987 yılında, birinci İntifada başlıyordu: Çocuk yaşta sayılabilecek Filistinliler, tam teçhizatlı İsrail askerlerine taşla saldırıyordu. Bu, FKÖ'nün değil, toprakları işgal edilmiş halkın başlattığı isyandı. FKÖ, Filistinli kitlelerin bu mücadelesinden, Filistin Devleti'nin İsrail tarafından tanınması sözünü alabilmek için faydalandı. Arafat, 1 Temmuz 1994'de Filistin'e döndüğünde sevinç gösteri ile karşılandı ancak sevinç gösterileri kısa sürdü. Filistinlilerin hayatı zordu. İsraillilerin işgali devam ediyordu. Bir kez daha Filistinliler, kendilerini İsrail karşısında tek başlarına buldular.

Sonuç olarak, Filistin milliyetçiliği, "ilerici" olarak adlandırılan ve çıkmaz sokağa girmiş olan Arap milliyetçiliğinin tüm tarihini özetliyordu: Daha gerici İslamcı hareketlere ortam hazırlamak için hayal kırıklığı yaratmıştı.

1973 Kippur savaşından siyasi açılım siyasetine kadar olan süreç hem Suriye hem de Mısır için savaşı onurlu bir şekilde kaybetme gibi göründü. Nasır'ın yerine gelen Sedat, Moskova ile arasına mesafe koydu. Sedat, panarapçılığa sırtını çevirip kendini sadece Mısır milliyetçiliği ile sınırladı.

Ciddi mali sıkıntılar karşısında Sedat, İsrail ve ABD'ye karşı bir açılım siyaseti izledi. 1977 yılında, Kudüs'e gitti ve bir yıl sonra da Carter'ın koruyuculuğu altında, Camp David anlaşmasını imzaladı.

Bunu 1979'da, ekonomik işbirliği anlaşmaları takip etti. Sina, Mısır'a geri verildi. İsrail ile tek başına yapılan bir anlaşma yüzünden Mısır, Arap Birliği'nden çıkarıldı. Kısa bir süre sonra, 1981 yılında Sedat, emperyalizmle işbirliği yapmanın bedelini ödeyerek İslamcılar tarafından öldürüldü.

Mısır ile barış, İsrail'e Mısır ile olan sınırına güvenlik getirirken Arap koalisyonunu da paramparça etti. Mısır'daki İslamcı muhalif hareketler, kendine "ilerici" diyen rejimin başarısızlığından faydalandı. İslamcı grupların yapısı, ülkeden ülkeye farklılık gösteriyordu. 1970'li yıllarda, İslamcılar, kitleler arasında taban kazanmaya çalıştılar. Arap Birliği fikrinin başarısızlığından ayrıca ilerlemelerine hız kazandıran başka faktörler de bir araya geldi: Başlangıçta Suudi Arabistan'ın, İsrail'in ve ABD'nin mali desteği var. Sonrasında İran İslam Devrimi, SSCB'nin dağılması ve ek olarak Körfez Savaşı var. Tüm bunlar, derin ekonomik kriz temellerinde gelişti.

Suudi Arabistan uzun bir süredir, "ilerici" denen rejimleri zayıflatmak ve özellikle de komünizmin etkisine karşı bir denge oluşturmak amacıyla birçok ülkedeki İslamcı harekete mali destek veriyor. Suudi Arabistan, ABD'nin ve İsrail'in teveccühleriyle birlikte, Filistin'deki Hamas'ın, Cezayir'deki FİS'in ve Mısır ve Sudan'daki Müslüman Kardeşler örgütlerinin en büyük mali destekleyicisi haline geldi.

1979'da Mısır'ın, ABD ve İsrail ile ittifakı, Arap halkları tarafından ihanet olarak görüldü. İran'daki devrim, Şah rejimini yıktı. Ayetullah'ı iktidara taşıdı. Böylece İslamcılar, emperyalizm karşıtlığının şampiyonu oldu.

Arap milliyetçiliğinin hayal kırıklığı, İslamcılıkta teselli buldu. Cezayir'deki Abassi Madani'nin geçmişi de bu evrimi işaret etmekte: 1940'lı yıllarda, Fransız Komünist Partisi'ne yakın biri olan Cezayirli militan Messali Hadj tarafından kurulan Demokrasi ve Özgürlük İçin Hareket'in üyesiydi. 1960'lı yıllarda, Cezayir Kurtuluş Cephesi yöneticisi Ben Bella'ya yakınlaştı ve 1980'li yılların sonunda, FIS'in başlıca yöneticilerinden biri oldu.

Sovyet bloğunun çökmesiyle, birçok Arap ülkesi, geleneksel ve güçlü bir müttefikten yoksun kaldı. Cezayir, Güney Yemen, Suriye, SSCB'nin artık yapmadığı mali ve teknik yardım için geçici çareler aramak zorunda kaldılar.

1980'li yıllar boyunca, Arap ülkeleri ekonomik kriz karşısında, "ekonomilerini liberalleştirme" yolunu tuttu. Mısır, Tunus, Cezayir ve Fas borçlandı ve IMF programlarını kabul etmeye zorlandılar.

Bu, kitleler için ekonomik ve toplumsal felaketle sonuçlandı. Aşağı yukarı her yerde açlık isyanları patlak verdi. Kalıcı bir hastalık haline gelen işsizlik ve artan eşitsizlik tarafından kışkırtılan toplumsal isyandan İslamcılar faydalandı. İslamcıların başarısı, yardıma dayalı olarak gelişti. Bu hareket, 1980'li yıllarda, sayıları artan camiler sayesinde ağlarını kitlesel olarak dokudu. Camiler, ifade özgürlüğünün olduğu birkaç istisna yerden biriydi. Ancak İslamcılar, tüm toplumu, siyasi ve ahlaki düzlemde geriletti. Bir dizi yasa ile aile planlaması ile bu gerilemenin ilk bedelini ödeyenler kadınlar oldu. Bu yasalarla kadınlar, doğar doğmaz reşit hale getiriliyordu.

İslamcılar, İslam'ın saflığı sayesinde, toplumsal durumu iyileştirebilecekleri iddiasındaydı. Ahlak bozukluğuna, geleneklerin ihmal edilmesine, alkol kullanılmasına karşı şeriatı getirerek mücadele edecekleri iddiasındalar. Ancak bu aşırı gerici hareketler,

tıpkı bugün olduğu gibi, burjuva siyasetini savunuyor. İslamcılar, ne kapitalist sömürüye ne de emperyalizmin egemenliğine karşı çıkıyor.

Örneğin Mısır'da Müslüman Kardeşler, toprak reformuna karşı çıktılar. Büyük toprak sahipleri, 1956 yılında yapılan toprak reformu sırasında topraklarını köylülere devretmek zorunda kalmışlardı. Böylece ağalar eski topraklarını yeniden geri aldı. Örneğin Nisan 2006'da Dakakliya köyünde yargı kararıyla eski toprak ağasının kızı, Nasır döneminde kaybettikleri toprakları geri aldı. Polis köyü kuşattı ve onlarca köylü ailesini köyden çıkardı. Al-Azhar üniversitesi öğretim üyeleri ve Müslüman Kardeşlerin yöneticileri bu kararın "özel mülkiyeti koruyan İslam'ın prensiplerine uygun olduğunu" açıkladılar. Birçok köylü "İslam'ın prensiplerinin" bedelini çok ağır ödedi: 2001-2004 yılları arasında, köylülerle toprakların eski sahipleri arasındaki çatışmaların sonunda 171 kişi öldü, 945 kişi yaralandı ve bin 642 kişi tutuklandı.

Arap halklarının günümüzdeki isyanları

Bu son otuz yıllık dönem, yoksul Arap kitleleri için karanlık bir dönem oldu. Şiddet ve savaşlarla birbirlerinden ayrı düşen yoksul Arap kitlelerinin yaşam seviyeleri daha da düştü. Aynı zamanda, siyasi engellerle de karşılaştılar: Toplumda gericiliğin artması, temel özgürlüklerin yokluğuna eklendi.

Diktatörler, Batılı güçlerin desteğinden ve baskı güçlerinden yararlandı. Baskı araçları; polis ve asker, emperyalist güçler tarafından desteklendi. Üst düzey subaylar, özellikle de Avrupa ve Amerika'daki askeri okullarda yetişenler, bu destekten yararlandı. Örneğin ABD, her yıl, Mısır ordusunu ayakta tutmak için bir buçuk milyar dolar yardım yapıyor.

Mısır ordusunun yeni kurmay başkanı Sami Anan (kendisini "yoksulların isyanının tarafsız hakemi ve muhafazakar geleneğin bel kemiği" şeklinde tanıtıyordu) Fransa'daki harp okulunda yetiştirildi.

Sami Anan, Mübarek'in düşüşünün arifesinde, Amerikalı generallerden tavsiye almak için Washington'daydı.

Mısır, Tunus ve Fas'taki diktatörlük rejimleri, Batılı patronlar için özellikle de Fransız patronlar için yatırım cennetine dönüştü.

Tunus basını, Tunus'da bulunan bin 250 Fransız işletmesinin önemli kazanç elde ettiğini açıkladı. Örneğin, büyük bir turistik otelde, bir oda, bin 500 avro karşılığında kiralanıyor. Bu rakama uçak, yemek, masaj, estetik bakımı da dahil. Ancak bu tatil, bir Tunus turizm şirketinde 300 avroya satın alınıyor. Başka bir örnek: Bir yabancı banka, Tunus'taki şubesine 5 milyon avro değerinde bir bilgisayar programını 15 milyon avroya sattı. Üstelik de bu program artık güncelliğini yitirmişti.

Ne söyleyelim! Yabancı yatırımcılar için bu devletler gerçekten bir cennettir. Nitelikli iş gücü, düşük ücret, baskı altında tutma, gülünç derecede düşük vergi, tüm bunlar patronlar için gerçekten bir rüya gibi.

Bu ülkeler, sadece arkeologlar için ya da güneş peşinde koşan turistler için bir cennet değil. Bu ülkeler, her şeyden önce, her türlü kapitalist için vergi cenneti.

Ancak şimdilik, Mısır'daki piramitlerden veya Tunus'taki tatil kulüplerinden bahsetmiyoruz. Çünkü üç aydan beri, halklar baş kaldırdı. İsyan dalgası, farklı düzeylerde yayılmaya devam ediyor.

Günümüzdeki isyan, çürümüş rejimlerin yıkılmasını hedefliyor. İsyan, gösterilerde özgürlük ve demokrasi gibi sözleri slogan yaptı. Ancak isyan, eğitimli gençler de dahil olmak üzere açlıktan, hayat pahalılığından, kitlesel işsizlikten ve olanakların eksikliğinden kaynaklanıyor. Ailesi için bir eve sahip olmak, sağlıklı bir şekilde beslenebilmek, bir yerden bir yere özgürce gidebilmek giderek imkansızlaşıyor.

İşçiler tarafından üretilen zenginlikler, sadece büyük kapitalistleri ve iktidardaki klikleri zengin etmeye yaradı. Yüksek büyüme oranları ile "Tunus mucizesi" sadece bir aldatma oldu.

Cezayir'deki rejim, petrol ve doğalgaz gelirlerinden elde edilen 155 milyar dolar serveti olduğunu övünerek açıkladı. Cezayir burjuvazisi ve yeni kodamanlar, iyi kâr elde ettiler ama sömürülen kitleler bu servetin dışında bırakıldı. Onlar artan sefalete, %30'lara 40'lara varan, özellikle de gençleri etkileyen rekor işsizliğe mahkum edildi.

Evet, Arapların gücü şüphesiz ki gençliği: Nüfusun %60'ı, 25 yaşının altında. Bu gençlik, Bin Ali ve Mübarek diktatörlükleri altında büyüdü. İşsizliğe ve yaşlanana kadar ebeveynleriyle bir arada yaşamaya mahkum edilen bir gençlik. Öyleyse, sömürülenler sınıfının gençliği sıkıntıdan boğuluyor ve tüm kapılar sert bir biçimde yüzüne kapanıyor. Artık gençler, önceki kuşakların Avrupa'ya göç edip yeni bir yaşam kurma hayallerini bile kuramıyor. Çünkü emperyalist metropollerde onlara kaşı tel örgüler örüldü. Bir vize alabilmek onlar için olanak dışı, çünkü vize bol para ve torpil gerektiriyor.

Gençlik "hogra"yı reddediyor. Hogra, "horlanma" demektir. Bu kelime Cezayir'de yürüyüşlerde taşınan dövizlerde "hograya hayır" şeklinde yayıldı. Umutsuzluğu ve kurban edilmiş kuşağın duygularını ifade etmek için gençler tarafından kullanılan deyim, Kazablanca'dan Tunus'a kadar yayıldı.

Muhammet Bouazizi isimli genç bunu kendini yakarak ifade etti. Yoksul mahallelerdeki tüm Arap aileler bu çığlığı duydular ve bedenlerinde hissettiler. Gençliği umutsuzluğa mahkum edilmiş bir toplum sürüp gidemez ve böyle bir toplum yıkılmak zorunda. Tıpkı göstericilerin söylediği gibi: "Korku duvarı yıkıldı". Gösteriler karşısında, Tunus'un 23 yıllık diktatörü Bin Ali ve Mısır'ın 30 yıllık diktatörü Mübarek bavullarını alıp gitmek zorunda kaldı. Bu bavullar, halklarından çaldıkları milyar dolarla doluydu. Mübarek için 40 milyar dolar, Bin Ali için (sadece!) 5 milyar dolar!

Üç aydan bu yana, iktidardaki rejimler biraz fazla biraz az düzeyde sarsıldı. İşte olayların gelişiminden kaygı duyan bir araştırmacının analizleri: "Tüm bölge sönmüş bir volkan gibi. Zannedildiğinden çok daha büyük bir kuvvetle uyanıyor ve bu yanardağın birbiri ardına yanıp alev alacak birden fazla ağzı var."

Şimdi bizler bundan dolayı sevinçliyiz. Sonunda, bir şeyler yerinden oynadı ve rejimler, isyanı durdurmayı başaramadı. Yanardağ ağızları, gerçekten alttan alta iletişime geçebilecek yollara sahip gibi görünüyor.

Bu, on yıllardır devam eden gerilemeyi ve boyun eğmeyi kesip attı. Kitlelerin ağır bedeller ödediği, bir yanda çürümüş rejimlerin askeri diktatörleri diğer yanda yükselen gerici akımlar arasına sıkıştığı on yıllar. Bu rejimler, arada bir aralarında sorun yaşamış olsalar da emekçi kitlelere karşı çıkmak ve onların mücadelelerini ezmek için her zaman birlikte hareket ettiler.

Maruz kalınan bunca şoktan sonra Arap kitleler, umutsuzluğa düşmüş kaderine boyun eğmiş gibi görünüyordu. Dirildiklerinde, sömürülenlerin güçlü oldukları görülüyor. Artık yanardağ zinciri alevlendi. Ancak bu alevlerin ileride çok daha büyük isyanları getireceği konusunda tahminlerde bulunmak zor. Gösteriler başarılı oldu ve hükümetler, geri adım atıp tavizler vermek zorunda kaldı.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah, patlamanın önüne geçmek için, 26 Şubat'ta 36 milyar dolarlık bir plan açıkladı. Kral Abdullah bu paranın, memurların ücretlerini iyileştirmek ve konut yapmak için kullanılacağının sözünü verdi.

Bahreyn hükümeti, altı bakanını 7 Mart'ta, görevden aldı. Beş yıl içinde, 5 milyar doların üzerinde yatırım ile 50 bin konut yapımını öngören bir program açıkladı. Umman Sultanı, 28 Şubat'ta, ülkedeki her bir işsize 300 avro vermeyi teklif etti ve asgari ücreti ve öğrenci burslarını arttırdı. Katar'da gelecek seçimin tarihi açıklandı. Kuveyt Emiri ise her bir Kuveytliye iki defa bin dolar dağıttı.

Ancak petrol monarşilerinin, emperyalistlerin tümünün arzuladığı gibi son derece stratejik önem taşıyan bir bölgede sosyal barışı para ile satın alabileceği kesin değil. Verilen tavizlerin hiçbiri, hareketi durdurmayı başaramadı. Tersine git gide diğer ülkelere yayılıyor. Yemen'de, onlarca ölüme rağmen, göstericiler hükümete meydan okudu ve olağanüstü hali yok saydı. Gösteriler, Suriye'ye yayılıp Esad rejimini hedef aldı.

Bizler umuyoruz ki, sömürülen sınıflar, onları kandırmaya çalışan burjuva siyasetçilerin oyunlarına gelmez ve onları gözlerini boyayıp kandırmak isteyenlerin tuzaklarına düşmezler. Mısır'da ve Tunus'ta, burjuva demokratları, televizyon kanallarında, yazılı medyada "yüz binlerce genç her şeye hemen sahip olmak istiyor. Bunların hepsine sahip olmak mümkün değil" diyorlar.

Ancak şimdi sıra tekstil, banka ve ulaşım işçilerine geldi ve greve çıktılar. Grevler daha çok ücretler için. Onlara verilen cılız kırıntılar, tepkilerini hafifletmedi.

Çünkü şüphesiz, net olmasa da, birkaç değişiklik ya da seçim oyunları veya anayasa getirilen şekilsel değişikliklerle mücadelelerinin sonuçlarından memnun olmayabilirler. Hızla yükselen enflasyon karşısında yok olan ücret artışlardan memnun olmak zorunda değiller.

Mısır gazetesi Al Ahram, 23 Mart'ta, grevlerin banka sektörüne ulaştığını yazdı. İskenderiye'deki banka çalışanları grevde. Ücret eşitliği ve adam kayırmacılığından suçlanan yöneticilerin istifasını istiyorlar. Patronun yakınlarına veya arkadaşlarına büyük ödenekler ayrıldığı halde kendilerine verilen küçük artışları kınıyorlar.

Ülkenin birinci bankası olan Ulusal Banka'da da aynı şey geçerli: İşçi ücretlerine %15 artış ama bazı üst düzey yöneticiler için aylık 1 milyona varan Mısır lirası ödeme yapılıyor. Bu yaklaşık olarak 120 bin avroya denk geliyor. Gazeteci yazısını şöyle sonlandırıyor: "Memurlar eşitlik ve adalet istiyorlar. Ancak bu haklar sadece, kurumlarda gerçek ve tam şeffaflık uygulamasıyla elde edilebilir".

Sömürülenler sınıfı için ortaya konan sorun şudur: Rejimin yıkılması yetmez, aynı zamanda bu rejimlere hizmet eden ve etmeye devam edecek olan ekonomik gücün devrilmesi gerek.

Korku duvarı yıkıldı ama para duvarı yıkılmadan kaldı. Yani yerel burjuvaziyle suç ortağı olan ekonomik diktatörlüklerin, emperyalist düzeni devam ediyor.

İşçi sınıfı geleceğin taşıyıcısı

Elbette bizler hareketin geleceğini bilmiyoruz. Ancak onlar maden cevheri, bize gelecek için umut veren büyük bir olay inşa ediyorlar.

Biz, işçi sınıfının bu mücadelede rol oynayabilecek ve geçmişteki tüm pisliklere ve imtiyazlara karşı koyabilecek tek sınıf olduğunu biliyoruz.

Bugün Arap ülkelerindeki işçi sınıfının sayısı, geçmişteki isyanlara kıyasla daha fazla, daha genç ve çok daha deneyimli. İşçi sınıfının elinde önemli bir kozu var: Sayı olarak çok güçlüler ve ortak bir dili konuşuyorlar. Arap ülkelerindeki işçiler, birbirleriyle ilişki halindeler. Bir ülkeden diğerine kolaylıkla gidebiliyorlar.

Libya'daki sivil savaş, bir buçuk milyon Mısırlının, Tunuslunun, Cezayirlinin, orada çalıştığını ortaya çıkardı. Bu durum, körfezin tüm ülkelerinde aynıdır.

Hem sonra, Arap işçilerinin bir başka kozu daha var: Fransa'da, Almanya'da, İngiltere'de ve İspanya'da yaşayan, çalışan milyonlarca Arap var ve bu işçiler, bu ülkelerin işçi sınıfları ile iç içe geçmiş mücadelelere katılmış durumda. Öyleyse, komünizmin Arap ülkelerinde yeniden doğuşu hesaplanamaz sonuçlar getirecek. Sadece Arap işçi hareketi için değil aynı zamanda Avrupa ülkelerindeki işçi hareketleri için de. Aralarında doğal olarak bağ kurabilirler. Bu, Avrupa işçi hareketinin, Arap işçi hareketiyle yeniden yeşermesini de sağlayabilirse iyi bir şey olacaktır.

Biz işçi sınıfının, bu mücadeleler yoluyla bilinç kazanacağına, gücünün bilincine varacağına ve zenginlikleri kontrol etme hakkına sahip olduğunun farkına varacağına inancımız tam.

Elbette, mücadeleyi sonuna kadar götürebilmek için işçi sınıfının gerçek komünist partilerine ihtiyacı var. İşçilerin ve aydınların arasında, bunu düşünmeye başlayan erkeklerin veya kadınların olduğunu umabiliriz. Bu sadece bir kişinin değil, tüm insanlığın geleceği içindir. Aynı zamanda Marksizm ile işçi hareketinin geçmişi ile yeniden birlik olacaklarını umabiliriz. Şunu biliyoruz ki işçilerin bu bilinci henüz yok ama yöneticiler sınıfı, işçilerin böyle bir bilince erişmesinden korkuyorlar.

Eğer bu korku gerçeğe dönüşürse, "Arap devrimi" bu gerçeğin geleceğe dönüşmesine izin verecek. Yani işçi sınıfının ve bu ülkelerdeki sömürülenlerin devrimi gerçekleşmiş olur.