Petrol tröstlerin diktatörlüğü

15 Mayıs 2014

"Petrol: Tröstlerin Diktatörlüğü" başlığı taşıyan broşür, Fransa'da Troçkist bir parti olan Lutte Ouvriere'in(İşçi Mücadelesi) "Troçki Çevresi" broşür serisinden 109 no'lu broşürün çevrisidir. Sınıf Mücadelesi Yayınları tarafından Mayıs 2014 tarihinde yayınlanmıştır.

* * *

1979'da Petrol istasyonlarındaki fiyatlar aşırı derecede yükseldi ve medya, petrolün yakında tükeneceği haberini verdiği sırada, Fransız Enstitüsü petrol uzmanlarından biri hidrokarbondan yoksun bir Fransa'yı büyük bir korkuyla hayal ettiğini söyledi: "Artık yollarda arabalar olmayacak. Hatta katran ve asfalt yokluğundan artık yollar da olmayacak. Mahalle bakkalından süper marketine, haller, mezbahalar kapanmak zorunda kalacak. [...] Tarlalarda traktör, gökyüzünde uçaklar olmayacak. Kömürle çalışan birkaç antika kabotaj gemisi ve yelkenli eğlence gemileri dışında bütün gemiler limanda kalmaya mahkum olacak. [...] Yağla çalışan kaloriferler olmayacak yani evlerin, büroların, okulların ve hastanelerin yarısından fazlası soğuğa mahkum olacaklar. Sanayi felce uğrayacak. Çiftçilik bir yüzyıl geriye gidecek."

Nerdeyse kırk yıl geçti ve buharlı kargo gemileri ortadan kalkmadı. Ne hayvanla yapılan tarım ne de doğal gübre, zirai araç gerecin, toprağı verimlileştiren modern yöntemlerin yerini aldı.

O zaman niçin bugün petrolü konu alıyoruz? Çünkü uzun zamandan beri petrolün varil fiyatının yükselmesi ve 80 doların üstünde olması herkesi etkiliyor. Tabii ki öncelikle arabası olanları etkiliyor. Fakat petrol fiyatlarının artışı, öyle veya böyle arabaya sahip olma imkanı olmayanlar için bile ulaşımın, akaryakıtın fiyatı ve bunun doğal sonucu olarak da, petrol faaliyetlerine bağlı sektörlerde fiyat artışına yol açıyor.

Pazara hakim şirketlere gelince, onlar en güçlüler ve en zenginler arasında yer almaya devam ediyor.

1970'lerden beri petrol fiyatının her artışında, artışın nedenleri, sorumluları ve günlük hayatımıza yansıma olasılıklarıyla ilgili yalan yanlış haberlere boğuluyoruz.

Öyleyse güncel olaylara göre renk alan bu dumanlı perdenin arkasında ne var? Bunu cevaplayabilmek için önce, şu andaki işleyişine kadar, son bir yüzyılda petrol pazarının nasıl oluştuğunu görmek gerek.

İlk petrol tröstlerinin oluşması

Petrol, milyonlarca yıl evvel, tortularla (çökelti) karışmış organik artıkların birikimi sonucu oluşur. Bu organik artıklar, en derinlere inerler ve sıcağın etkisi altında yavaş yavaş hidrokarbon, sıvıya ve gaza dönüşürler.

İçinde bulunduğu kayalıklardan yeryüzüne çıkan ve "bitüm" denilen yapışkan haldeki petrolün, Ortadoğu'da var olduğu, antik çağdan beri biliniyordu. Fakat kullanımı çok kısıtlıydı, sadece gemi kalafatında kullanılıyordu.

Kelime kökeni olarak, "kaya yağı" anlamına gelen petrol sanayide ilk kez, 19. yüzyılda makine yağlamada kullanılmıştı. O dönem, balina yağı kullanılıyordu ancak balina yağının sanayide kullanımının uzun süre devam etmesi, aşırı avlanmayı da beraberinde getirdi. Bunun sonucu olarak da, balinalar yok olmaya başladı. İşte bu andan itibaren petrol, balina yağının yerini aldı. Daha sonrasındaysa, özellikle ev ve kamusal aydınlanma için petrol kullanılmaya başladı.

19. yüzyılın son otuz yılına kadar sızdırma yoluyla elde ediliyordu ve çıkartılması çok zordu. Üretiminin gelişmesi, Amerikan mühendislerinin, geniş petrol yüzeylerini delme yöntemlerini geliştirmesiyle mümkün olmuştur.

Amerika kıtasındaki önemli petrol yataklarının keşfi, maceracıları ve maden arayıcıları kışkırttı. Görünüşe göre, yerin altından akışkan bir sıvı fışkırıyordu ki sadece onu çıkarmak ve ticaretini yapmak, zengin olmak için yeterliydi. 1860'lı yılların başında, iki seneden az bir zamanda, Pensilvanya'nın bir bölgesine yatırılan her dolar için bir kuyu, 15 bin dolar kazandırıyordu. İnsanlar, Kaliforniya'daki ve Kanada'nın kuzeyindeki altına doğru öyle bir saldırıyorlardı ki görenlerin tanıklıklarına göre dolup taşan yollarda ilerlemek için birbirleriyle dövüşüyorlardı. Değişen sadece altının rengiydi.

159 litreye karşılık gelen "varil" hesabı bu dönemin izlerini taşır. Ölçü aracı olarak kullanılan varil, başlangıçta petrol doldurulmadan önce içilen viski fıçılarıydı. Petrol sanayisindeki ilk spekülasyon da yine varillerle ilgili. Yaygın bir söylentiye göre petrolün doldurulduğu varil, petrolün kendisinden iki kat daha pahalıydı. Ancak petrolün ulaşımı ve denetimi daha o zamanlarda sistemliydi. Petrolün ulaşımının pahalı olması, 1865'ten itibaren, daha ucuza mal olmasından ötürü "petrol boru hatlarının" inşa edilmesini gerektirdi.

Petrolü çıkarmak ve hızlı bir şekilde nakledebilmek için vahşi bir yarışa girişildi. Amerikan yasaları, bu olayı iyice şişirdi. Yasaya göre toprağın sahibi aynı zamanda toprak altı zenginliklerinin de sahibiydi. Özellikle denizcilikte ve avlanmada uygulanan "keşif hakkı" ilkesine göre petrol yatağı birçok toprak sahibine ait olsa bile, onu çıkarana ait oluyordu.

Bir Teksas deyimi bu durumu şöyle özetler: "Komşun keşfetmeden önce petrolünü kap." Böylece ülke her bir tarafından delindi. 1967'de, dünyadaki 700 bin üretim kuyusunun 600 bini hala Amerika'da bulunuyordu.

Birçoklarının açlıktan öldüğü, bazılarının servet yaptığı bu ilklerin ülkesinden, tekeller ve baronlar döneminde, inek sağar gibi üretim yapan, gerçek kapitalist petrol kralları ortaya çıktı.

Standard Oil, bütün tröstlerin anası

Petrol krallarından ilki, Standard Oil'in kurucusu John D. Rockefeller'dır. 1870'te kurulan bu ilk tröstün yükselişi o kadar güçlü oldu ki birkaç yıl içerisinde dünyanın en zengin adamı olmuş, rakiplerine ve kendi isteklerine boyun eğmiş devlet aygıtına, kendi kanunlarını dayatmıştır.

Rockefeller, Amerika iç savaşı boyunca, devletle anlaşmalar yaparak, orduya araç gereç sağlamıştı ve Cleveland'da çok büyük bir rafinerinin inşasına başlamıştı. Bir damla bile petrol üretmiyordu ama çıkarma masraflarını ve risklerini üzerlerine alan binlerce küçük üreticiden petrolü satın alıyordu. Sonrasındaysa, petrolün nakliyatı için demiryolu şirketleriyle yaptığı önemli anlaşmalar sayesinde konumunu iyice sağlamlaştırdı. Sanayide etkili olduğu noktaysa; gerekli, arıtılmış ve standardize edilmiş ürünleri tedarik etmesiydi. Daha sonra, kendini bu isim altında kabul ettirecek Standard Oil'in ismi de buradan geliyor.

Rockefeller, birçok defa yükselişini durdurmaya kararlı sanayicilerin hedef tahtası oldu. Petrol savaşları boyunca iletişim, kodlanmış bir dille yapılıyordu ve gerilla taktikleri son derece artmıştı. Örneğin, Standard Oil tarafından dayatılan yüksek fiyatlar rakiplerini bu işten vazgeçiremediğinde, kendisine bağlı demiryolu şirketleri, rakiplerinin varillerini tam anlamıyla yok ediyordu. Rockefeller aynı zamanda, diğer grupların işçilerine sopalarla saldıran fedailer tutuyor veya işçilerin üzerine sıcak su döktürtüyordu.

On altı bin civarında üreticisinin bulunduğu bir bölgede, petrolün sudan ucuz satıldığı dönemin hemen ardından meydana gelen birinci iflas dalgasında Rockefeller, petrol ticaretini emin ve kârlı bir duruma geleceğine dair inancını açıklar. Hatta, petrol üretimine bizzat kendisi başladı. Parolasıysa "Bulabildiğimiz her şeyi satın alınız" sözüdür.

Standard Oil, yavaş yavaş bütün rakiplerini alt etti. Hatta Amerika'nın rafinaj denetiminin %80'ini ele geçirdi. En emin zenginleşme yollarından biri, kurların iniş çıkışlarını düzenlemekti. Basının yardımı sayesinde, Standard Oil, aşırı üretimin sektörü tehdit ettiğini ve kurun ani düşüşüne sebep olduğunu duyuyordu. En düşük fiyatlarda tutulan stoklar, pazar yükselişe geçtiğinde inanılmaz derecede büyük kâra imza atıyordu. Onun için şöyle deniliyordu: "Tanrı dünyayı yarattı, Rockefeller onu düzene soktu." Estirdiği terör o dereceydi ki üretim bölgelerinde anneler çocuklarına "uslu durmazsan Rockefeller seni almaya gelecek" diye korkutuyordu.

1895'ten itibaren, Rockefeller, satın alımlarında sadece Standard Oil'in belirlediği fiyatı dikkate alacağını ilan etti. Her sabah kuru belirleyen petrol borsası kapandı. Bundan böyle fiyatları belirleyen sadece Standard Oil tröstüydü.

Bir analizci, Standard Oil'in hakimiyetinin kapitalist sermaye içerisindeki ilerleyişini şöyle açıklıyordu: "Bütün rakiplerine karşı, bir sanayiyi finanse eden bir banka". Bu tanım aynı zamanda, büyük sermaye ile devlet aygıtı arasındaki ilişkinin yakınlığını da açıklıyordu. 1881'den itibaren, bir yazar şakayla karışık şöyle diyordu: "Standard Oil yürürlükteki Pensilvanya devlet yasalarına, onları rafineleştirmek dışında her şeyi yaptı". Bu etki, kendini Washington'a kadar hissettiriyordu. Sözde halkı temsil edenlerle zenginlerin yakınlığı herkes tarafından biliniyordu ve bu ilişki, halk arasında gırgıra dönmüştü. Kongrenin, kaptıkaçtıların fuarına mı yoksa bir satış salonuna mı benzediği soruluyordu. Rockfeller'la ilgili olarak bir petrol hattını, doğrudan Beyaz Saray'a bağladığı söyleniyordu. Onun işbirlikçilerinden, Ohio Valisi Mac Kinley, 1900'de Amerikan Başkanı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki diğer büyük şirketlerin ortaya çıkışı

Diğer tüm kapitalistlerin kinine rağmen Standard Oil kâr elde edebiliyordu. Milyarderlere düşman kamuoyunu temsil etme iddiasındaki Amerika Birleşik Devletleri Kongresi, birçok bağımsız grubun parçalanmasına onay veren metni kabul etti. Ancak parçalanma sadece yirmi yıl sonra gerçek oldu. Öte yandan kanun, tröstlerin petrole el koymasına son vermedi çünkü gelecek on yıllar, dünya pazarını denetleyen birçok şirketin doğuşuna sahne oldu. Bölünen parçalardan biri olan Standard Oil of New Jersey, eski şirketin varlığının yarısından fazlasını ele geçirdi. Daha sonra adı Exxon oldu ve üstün pozisyonunu şimdiye kadar hiç kaybetmeksizin devam ettirdi. Bağımsız şirketler haline gelen ve dünya pazarını paylaşan Standart Oil'in diğer alt şirketleri arasında Mobil, Chevron ve Amocco'yu sayabiliriz. Rockefeller'e gelince, imparatorluğunun tamamının satılmasıyla servetini iki katına çıkarmıştı ve bugünkü değeri 200 milyardır. Bu aşağı yukarı, Bill Gates'in servetinin dört katıdır.

Bu yeni oluşum, çetin bir mücadelenin sonuçlarından biriydi. Çünkü özellikle Teksas'ta yeni petrol yataklarının keşfi, yeni rakip şirketleri ortaya çıkarttı. Bu şirketlerden ikisi, Texaco ve Gulf Oil, dünya pazarına hakim olan bu "yedi kız kardeş" veya "büyük"leri, yani büyük firmalar denilen bu grubu, hızlı bir şekilde birleştirecektir. Gulf Oil öyle hızlı büyüdü ki kurucusu şu itirafta bulundu: "Gulf Corporation o kadar büyüdü ki onun izini kaybettim."

Keşifler, aynı zamanda mazot gibi başka bir ürünün de ortaya çıkmasını sağladı. Çünkü Teksas petrolünün kalitesi o kadar kötüydü ki mevcut arıtım metotları onu uçak benzinine dönüştüremiyordu.

Kapitalistler arasında sürekli bir savaşa teslim edilmiş ekonomi içerisinde, bu yeni hammadde, petrol tröstlerine, şarbon tröstlerine karşı savaş açmaya izin verecekti. Birçok alanda onların ayağını kaydırmayı gerçekten umut edebiliyorlardı. Nasıl ki elektrik, aydınlanmada petrolün yerini aldı, birçok sanayi dalı birkaç yıl içinde kömür yerine mazota geçiş yaptı.

Bu kavga, yirminci yüzyılın başında, ilk olarak Amerika'da, otomobil sanayinin gelişmesinden beslendi. Bu sektörde, havacılık sektöründeki gibi hiç bir enerji kaynağı petrolle rekabete girmemişti. Petrolcüler, önlerinde büyük bir kâr kapısının açıldığını görüyorlardı. Petrolün çıkarılışından dağıtımına kadar, petrol zincirine el koymayı kendilerine garantileyen servis istasyonları şebekelerini geliştirdiler. 15 milyondan fazla satılmış olan Ford'un "T" modelinin ticari başarısı, bu yeniçağın sembolü oldu ve bu büyük pazarı beslemek için ortaklıkların kavgası, bütün dünyayı arenaya çevirecekti.

Devletlerinin gölgesinde Avrupa ortaklıklarının doğuşu

Fakat Amerika kıtası dışında, Avrupa ortaklıkları her zaman hakim durumdaydılar. Denizcilik sayesinde okyanusların ve denizlerin hakimiyetinden yararlanarak, sömürgeci güçlerin korumacılığı altında, özellikle bu bölgelere girişi kolaylaştıran kendi devletlerinin korumacılığı ve desteği sayesinde doğup geliştiler.

Büyük çaptaki ilk işletme, Rusya İmparatorluğu içerisindeki Bakü yakınlarında, 19. yüzyılın son otuz yılında tam olarak faaliyete geçmişti. Nobel adlı şirketin kuyuları, arıtma tesisleri, depoları hatta onları inşa etmek için tankerleri ve tersaneleri bile vardı.

Petrolle dolu bu bölge, Avrupa ve Amerika kapitalistleri arasında, özelikle Crédit Lyonnais, Rolhschild ve Rockefeller arasındaki çetin bir mücadele sebebiydi. Bu şirketlerin bölgeye gelişi, başka bir sonucu daha doğurdu: Çarlık Rusya'sında işçi sınıfının doğuşunu. Petrol sektöründeki işçilerin çalışma koşulları korkunçtu ve her karşı çıkış mal sahiplerinin özel milisleri tarafından vahşice bastırılıyordu. Tanıklar, özel eğitim almış olan Kazak atlılarının, işçilerin arasına dalıp bıçaklarla dağıttıklarını anlatıyorlardı. Önder kabul edilenler, sokak ortasında kırbaçlanıyordu.

Bu petrol yatırımlarının inşasından birkaç yıl sonra, ilk grevler başladı ve 1905'te devrim, özellikle Bakü civarında etkili oldu.

Ortadoğu ve Asya'da, en büyük Avrupalı emperyalist güçler, Standard Oil'in hegemonyasına karşı gelecek güçte ortaklıkların doğuşunu kolaylaştırdı.

Bunlardan ilki, Royal Dutch Shell idi. İngiliz-Hollanda ortaklığı olan bu grubun kökeninde, bir tarafta, Hollanda devleti tarafından desteklenmiş ve özellikle onun sömürgelerinden biri olan Endonezya'da da açılmış olan Royal Duch ortaklığı, diğer tarafta, Shell şirketi vardı. Shell (kabuklu deniz ürünleri) isminin geldiği, özellikle inci ticaretinde uzmanlaşmış olan bu şirket, önemli bir petrol gemisi filosuna sahipti. Kurucusu Henri Deterding, dağıtım halkasına sahip olmanın kapitalistler için önemini anlamıştı ve buna petrolün yalın üretimi diyordu. Kendisine, Amerikan pazarına girişini sağlayan yeni bir petrol savaşı sayesinde, en büyük servetler listesinde, Rockefeller'in önüne geçti. Hayatı boyunca "dünyanın en güçlü adamı" denilen büyük antikomünist, daha sonra Hitler'e ve faşizme olan sempatisini saklamayacaktı. Standard Oil gibi Shell de, 1935'te Etiyopya'yı işgali için İtalyan ordusuna, İspanya iç savaşı sırasında Franko ordusuna yardım etmişlerdi.

İngiliz emperyalizmi, çok önemli başka bir şirket tarafından da temsil ediliyordu: Anglo-Persian. Bu şirket, 1901'de, Şah'ın ülkenin tüm petrolü işletme hakkı tanıyan bir ayrıcalık tanıdığından beri, İran'da keşfedilen bir petrol yatağını işletiyordu. Liberal ekonominin temsilcisi İngiltere devleti, bütün petrol sanayisinin gelişimini yürüten amiralliğin bizzat kendisidir. 1912'de, dünyanın en önemli filosunun tamamını mazota çevirmeye karar verdi. Anglo-Persian, ona mal veren tek şirketti. O zamanlar Amiralliğin tek lordu olan Winston Churchill, şöyle diyordu: "Petrolsüz İngiltere ne mısır ne pamuk ne de ekonomisinin işleyişinde gerekli diğer hiçbir hammaddeyi kabul etmeyecek. Amiralliğimiz, petrolü kaynağından kontrol edebilmeli, petrolü çıkarabilmeli, arıtabilmeli ve nakliyatını yapabilmelidir." Devlet Anglo-Persian şirketini güçlendirmek için şirkete, sermayesinin %51'i oranında yatırım yaptı. Bu çok kârlı bir yatırımdı: Birinci Dünya Savaşı boyunca, şirketin İran'daki üretimi on kat artmıştı. Hükümet 1987'ye kadar, sonradan BP, Britsh Petroleum olan bu grubun hissedarı olarak kalmak zorundaydı.

Fransız emperyalizmi, Almanya ile birlikte petrolde fakir çocuk rolü oynuyordu. Dünyanın ve kaynaklarının tekrar paylaşımı için yapılan Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesi, bu açığı kapanmasına izin vermiş olmalıydı. Petrol çatışması sırasında ordu, o zaman dünya üretiminin üçte ikisini sağlayan Amerikan gruplarından, kendi ihtiyaçlarını sağlamak durumundaydı. Yok olma korkusu altındaki, pazarlıkta uzman Fransız kapitalistleri, yüzünü devlete döndü. Devlet sanayicilerini korumak için Amerikan tröstlerini %30'luk bir kotayla sınırlarken, ithalata devlet tekeli getirdi. Clemenceau, Fransa'nın kendi petrolüne sahip olmasını onaylıyordu çünkü petrol, bundan böyle "yarın savaş alanlarında akacak kan kadar gereklidir" demişti.

Fransa ve İngiltere, daha savaş bitmeden, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'daki topraklarını kendi aralarında paylaşmak için anlaşmışlardı. Bölgedeki sınırlar, savaş sonrasında tekrar çizilmişti. İngiltere, ne halklara ne de temsilcilerine danışılmadan, haritaya attığı çizikle, diğer ülkeler üzerindeki hakimiyetini garantiye alırken, Fransa, kendisine Suriye'de ve Lübnan'da yalnızca vekillik verildiğini gördü. Öte yanda, bu iki büyük gücün siyasi yöneticileri Alman emperyalizminin döküntülerini de aralarında bölüştüler. Bunların arasında, ilk Alman bankası olan Deutsche Bank'ın, Türkiye Petrolleri Şirketi'nin de sahip olduğu hisseler vardı.

Bu hisseler, devlet desteğiyle yeni kurulmuş olan şimdiki Total'in eski büyük babası Fransız Petrol Şirketi'ne verilmiştir. Böylece Fransız Petrol Şirketi, şimdiki Irak'ın petrol yataklarının dörtte birine sahip oluyordu. Fransız kapitalistleri, nihayet bir petrol kuyusuna doğrudan sahip oluyorlardı.

Doğal kaynakların, dünya çapında örgütlü bir şekilde yağmalanması

Bir Amerikan kuruluşu, 1919'da, gelecek 2-5 yıl içerisinde ulusal üretimin tükeneceğini ilan etti. Kömürden sıvı yakıt elde etmek için araştırmalar başlamış ve İngiliz hükümeti, bir enginar üreticisine, yakıt olarak kullanmaya yeterli miktarda alkol üretebileceği ümidiyle toprak vermişti. Petrolün bitişi, gördüğümüz gibi, yeni bir düşünce değil, bioyakıt düşüncesinden bile daha eski.

Ekim Devrimi'nin ardından, Bolşeviklerin petrol sanayisinin devletleştirilmesi ve böylece de bütün Sovyet topraklarına, yani zengin Bakü yataklarına girişinin kendilerine kapanmasıyla, Ortadoğu'nun tamamı, büyük petrol gruplarının iştahını kabarttı.

Ortadoğu, İngilizlerin dokunulmaz alanıydı fakat bu dokunulmazlık sorgulanacaktı çünkü savaş Amerika'yı güçlendirmişti.

Amerikan hükümeti 1920'de, yabancı sanayicilere petrol kuyusu açmasını yasaklayan bir kanun onaylatmıştı ki diğer hükümetler de benzer kanunlarla, Amerikalılara, kendi sınırlarında petrol kuyusu açmayı yasakladı. Bu düzenleme sayesinde, Amerikan şirketleri, Ortadoğu topraklarına yöneldiler. Avrupalı rakipleri de paylaşıma razı olmak zorunda kaldı. Irak topraklarında petrol aranması ve işletilmesi için Irak Petrol Şirketi'nin kurulması bu döneme rastlar. Bu şirketin tam kalbindeki Anglo-Persian, Shell, Fransız Petrol Şirketi ve Amerikan gruplarının her biri, kendilerine %23.75'lik pay düştüğünü gördüler. Kalan %5'lik payın da, dönemin bütün büyük anlaşmalarında görülen ve tarihte adı "Bay %5" olarak kalan Gulbenkian adında bir aracıya gitti. Bu da onun inanılmaz servetinin nereden geldiğinin cevabıdır!

Bu danışıklı dövüş İkinci Dünya Savaşı'na kadar sektöre hakim olacaktı. 1928'den itibaren, bu üç tröst, fiyatın düşmesine karşı mücadele etmek ve yeni pazarlar keşfetmek için kendi aralarında bir seri gizli anlaşma yaptılar. Bir sonraki yıl, kapitalist ekonomiyi sarsan ekonomik kriz, onların bu eğilimini güçlendirdi.

Görünüşte bir av partisi için toplanan bu büyük grupların temsilcileri, toplantıda her birinin "kırmızı hattın" Ortadoğu haritası üzerinde çarçabuk çiziktirdi. Bu alan içerisinde keşfedilmiş her petrol yatağı, bundan böyle bu büyük şirketlerin mülkiyeti olacaktı ve böylece onu birlikte işletmeye de mecburdular. Bu Amerikan şirketleri için yeni bir ilerlemeydi.

Bu danışıklı dövüşün diğer kısmıysa, üretimin ve fiyatın düzenlenmesiyle ilgiliydi. Şirketler, anlaşmanın dışında kalan Amerika toprakları hariç, üretim kotalarına göre dağılırlar. Yeni rafinelerin inşası çok sıkı bir şekilde sınırlandırıldı. Böylece en yüksek kârı garantileyen, bir çeşit tek bir dünya fiyatı sabitlendi. Çıkarılması çok daha ucuza mal olan Ortadoğu petrolünün kurunun, Amerika'da üretilenle aynı olduğunu bu sayede görüyoruz. Bunun için ve genel olarak, Avrupa'ya gönderilmesine rağmen, şirketler, "hayalet" masrafı diye anılan, Amerika'ya gidecek gibi hesaplanan hayali taşımacılık masrafını faturalarına ekliyorlardı. Fakat yaptıkları kâr, tabii ki hayal değil, gerçekti.

İngiliz donanması, sanki petrolü Teksas'tan almış gibi yani en yüksek fiyatı ödemek zorunda kaldı. İngiliz devleti, Anglo-Persian şirketine tabii ki en azından başka bir tarife dayatabilirdi ancak kendi tröstünü incitmiş olacaktı.

Amerikan şirketleri, bu tip anlaşmalar sayesinde, kendi kuyularının verimliliğini uzun bir süre için garanti altına almışlardı. Doların, petrol pazarındaki hakim para birimi olması, hakimiyetlerini güçlendirdi. Bu hala geçerliliğini koruyan bir ayrıcalık.

Amerikan emperyalizmin bu yayılmacılığı, Suudi Arabistan'ın Amerika saflarına geçmesiyle daha da sağlamlaştı. 1933'ten beri, henüz bir damla petrol bile çıkarılmamışken, Amerikan şirketleri, Suudi Arabistan'daki büyük petrol yataklarını soyup soğana çevirdiler. Bu şirketlerden biri, 1939'da, nerdeyse Fransa yüzölçümünün üç katına denk gelen 1 milyon 400 bin metrekarelik alan üzerinde imtiyaz elde etti. Bu alan, söz konusu şirketin hissedarların on yıllar boyunca çok büyük gelir getirdiği gibi İbni Suud'un ve kral ailesinin servetini de oluşturdu.

Otuzlu yılların krizine rağmen şirketlerin zenginleşmesi

Otuzlu yıllardaki krize rağmen, otomobil üretimi ve petrokimyanın yükselişi, petrol şirketlerine sürekli artan alanlar açıyordu. 1929'da, dünyadaki otomobillerin %78'i Amerika'daydı. Yeni servis istasyonları kurulmuştu. 1930'da, 7 bin servis istasyonu vardı. On yıl sonraysa bu rakam iki katına çıktı. Bu yükseliş aynı zamanda, başka teknik buluşları da devamında getirdi. Havayolları ve sismoloji (deprembilim) görüntülerini kullanma ve petrol aramada uzmanlaşmış şirketlerin ortaya çıkması gibi. Hatta sadece büyük kapitalist grupların isteğine ve karayolu taşımacılığına göre şehirler, sanayi ve lojmanlar kurulmuştu. O derece ki Amerika'da bu duruma "petroleum way of life" (hayatın petrol yolu) deniliyordu.

Zehirli olduğu birçok araştırmayla kanıtlanmasına rağmen kurşunun, benzinde katkı maddesi olarak kullanılması da, yine bu dönemde oldu. Aynı rolü oynayabilecek etanol, havayı kirletmiyordu fakat tröstler bu maddeyle hiç ilgilenmiyordu çünkü onun patentini alamıyorlardı. Buna paralel olarak ve kırk yıl boyunca, kurşunlu benzinin zararları üzerine yapılan araştırmalar, kimya alanında dünyaca tanınan, otomobilde bir numara olan Du Pont, General Motors ve Standard Oil tarafindan denetmendi. Çünkü Du Pont, bu katkı maddesinin patentine sahip olan General Motors'un hisselerinin üçte birinden fazlasına sahipti ve kurşunun, 1936'dan beri benzinin %90'ında bulunması da bu nedenledir. Bu maddenin kullanımı, binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Özellikle de hala kullanımının çok yaygın olduğu fakir ülkelerde.

Amerika'da devlet tarafından petrol çıkarlarının savunulması

Büyük sanayicilerin çıkarlarına sadık devlet, kurşunun pazara girişini kendisi sağladı. Bu çürümüşlük; hükümet tarafından özel şirketlere sağlanan avantajlar o kadar fazlaydı ki basın da bu haberlerle dolup taşıyordu. Çok satan bir gazete şöyle yazıyordu: "Bütün Washington boynuna kadar petrolün içinde." Bu konuyla ilgili bir sürü dava açılmıştı fakat hüküm giyen çok azdı. Bu konuda bir Amerikan senatörü şöyle diyordu: "Amerika'da bir milyon doları mahkum edemiyoruz." Amerika'da, krizin yayılması ve üreticilerin çoğalmasıyla korkunç bir petrol rekabeti yaşanmış ve fiyatlarda önemli düşüş olmuştu. Fiyatın düşmesini durdurmanın ve üreticilerin ayakta kalmasının tek çaresi, devletin müdahalesine başvurmakla oldu.

1931'de, Oklahoma valisi, bu siyaseti sıkıyönetim ilan etmeye kadar götürdü. Hatta önemli petrol bölgelerinin denetimini ellerine alması için orduya emir verdi ve petrolün varil fiyatı, bir dolara çıkıncaya kadar petrol bölgelerini kapalı tutacağını ilan etti. Fiyatı 10 ila 20 dolar arasında dalgalandığı sırada, "varil bir dolar" sözü, üreticilerin sloganı oldu. Federal devlet, altta kalmadı. Roosevelt'in yönetmeliğinde bir "petrol beyefendisi" seçildi. O da şöyle dedi: "Petrol sanayisi uçurumun dibinde ve [...] hiçbir şey yapmamak, sanayinin çöküşü olacaktır." Petrol patronlarının isteği üzerine devlet, iç tüketimde ithalat payını %5'in altına indiren gümrük haklarını çıkardı.

Bu işbirliğinden güçlü çıkan büyük şirketler, krizi hafif atlattılar.

Emperyalist güçlerin burjuvazisi için bu tablonun tek karanlık yanı, Meksika'nın petrol sanayisinin devletleştirilmesi oldu. 1910'dan itibaren, Meksika halkının başkaldırısı, devletin önemini ortaya çıkardı. Formülü, 1917'de, anayasaya bile konmuştu. Gerçekte, büyük şirketler, Traven'in "Rosa Blanca" adlı romanında da anlatıldığı gibi, kendi kanunlarını ve emirlerini, bütün kıtaya dayatıyordu.

Fakat 1937'de, Meksika, ücretlerinin arttırılması için mücadele eden petrol işçilerinin grevleriyle felç olmuştu. Bu grevi, zenginler arasında büyük bir korku yaratan bütün ülkelerdeki destek grevleri izledi. 1938 Martında, Cumhurbaşkanı Cardenas, İngiltere ile diplomatik ilişkilerin kopuşunu hazırlayan, yabancı şirketleri devletleştiren yasayı nihayet imzaladı. Hissedarlara tazminat ödenecekti. Fakat Meksika ekonomisi, ülkenin petrol üretiminin üçte ikisini sağlayan Shell ile başlayarak diğer şirketler tarafından uygulanan ambargonun dramatik sonuçlarına yıllarca katlanmak zorunda kaldı. Bununla birlikte, ilk defa fakir bir ülkede devlet şirketi kuruluyordu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında petrol kaynaklarına yatırılan para

Petrol bölgelerinin denetimi, İkinci Dünya Savaşı sırasında da büyük emperyalist çatışmaların merkezinde olmuştu. Sanayisi %90 oranında kömüre bağımlı olan Nazi Almanya'sının, Avrupa'da, Romanya'nın ve Sovyetler'in petrollerinde, İngiliz denetimi altındaki Ortadoğu petrollerinde de gözü vardı. Nazi Almanyası kimya sanayicileri, otuzlu yılların başından itibaren, büyük Amerikan şirketlerinin işbirliğiyle, sentetik akaryakıt üzerinde araştırma yapmak için çok büyük miktarda para harcadılar. 1940'da, Almanya'nın petrol ihtiyacının %46'sı bu yolla sağladığına göre, bu alanda başarılı oldukları görülmektedir. Ancak askeri alanda, özellikle havacılıktaki etkisi daha azdı. Tabii ki Stalingrad önlerinde Alman benzini tank depolarında donarken, Sovyetlerin T-34'leri böyle bir sorun yaşamadı.

Japonya, otuzlu yıllardan beri, Asya'da zor kullanarak, katliamlar yaparak, hakimiyetini yaymıştı. Fakat söz konusu petrol olduğunda, Amerika'ya bağımlıydı. Japon emperyalizmi, Amerikan tröstleri tarafından tedarik edilen gazyağıyla, İngilizler'in ve Hollandalılar'ın maden yatakları bakımından zengin Doğu Asya'daki sömürgelerine saldırdı. Hatta Pearl Harbor'da, Japon bombardımanından birkaç ay önce, 1941 yazında, Amerikan devleti tarafından ilk ambargonun konulmasına kadar bu satım alımlar zirve yaptı gösterdi.

Savaşın bizzat kendisi yani tankların, hava taşımacılığının, savaş gemilerinin hatta patlayıcı maddelerin yoğun kullanımı, büyük rezervler ve dünya çapında bir dağıtım şebekesi gerektiriyordu ki buna da, sadece Amerikan tröstleri sahipti.

Bize 1914-1918'deki gibi, faşizmle demokrasinin savaşı olarak sunulan bu savaş, dünyanın tekrar paylaşımı için yürütülmüştü. Eğer Sovyet bürokrasisiyle işbirliği yapmış İngiliz kuvvetlerinin zaferi, Amerika'yı diğer kamptaki rakipleri Japonya ve Almaya'yı, saf dışı bırakmaya imkan tanımışsa da, bu zafer aynı zamanda, o zamana kadar İngiltere'nin ve hatta küçük bir ihtimalle Fransa'nın hakimiyetinde olan topraklar üzerindeki etkisini yaygınlaştırması için fırsat olmuştur.

Amerika'nın büyük petrol şirketleri, Avrupalı rakiplerine rağmen bu savaştan zenginleşmiş ve güçlenmiş olarak çıkabildiler.

Dünyanın yeniden emperyalist paylaşımı: Savaşın hemen arkasından gelen büyük Amerikan şirketlerinin hegemonyası

Suudi Arabistan, bu şirketler için gerçek bir cennet oldu. Savaş sırasında, mühendislikten sorumlu biri şu itirafta bulunmuştu: "Bu bölgedeki petrol, bir tek bölgede toplanmış tarihin şimdiye kadar hiç rastlamadığı en mükemmel ganimettir."

1945'te Yalta konferansı dönüşünde Roosevelt, Suudi Arabistan yöneticisi İbni Suud ile karşılaşır ki İngilizler, kendi paylarına düşeni fazlasıyla ödemiş olmalarına rağmen ona büyük Amerikan şirketlerine ayrıcalık tanıyan anlaşmayı imzalattılar. Zaten Amerikan başkanının sekreteri şöyle yazdı: "Savaştan sonraki birçok konferanstan boğucu bir petrol kokusu geliyordu."

Büyük grupları ve bölgedeki üretimi daha iyi denetleyebilmek için Amerikan hükümetinin devletleştirdiği bir şirketle yapılan bir anlaşmadan, 1944'te ARAMCO (Arap Amerikan Petrol Şirketi) doğar. Bu şirket on yıllar boyunca, büyük Amerikan tröstlerine ülkenin en büyük petrol yataklarını işletme ve devasa kâr elde etme imkanı verecekti.

Kendini İngiliz burjuvazisinin sözcüsü yapan medya kralı Beaverbrook şöyle protesto ediyordu: "Petrol, savaştan sonra bize kalan tek güçlü sermayedir. Bu son sermayeyi Amerikalılarla paylaşmayı reddetmeliyiz." Fakat Avrupa kapitalistleri, koşullarını dayatacak güçte değildi. Yirmi yıldır devam eden ve Amerikalı şirketlerle Avrupalı şirketler arasındaki ilişkileri düzenleyen "kırmızı hat" anlaşmaları, artık geçerli değildi. Amerikan emperyalizmi "Açık kapı" denilen ilkeye dayanarak, kendisinden önce Ortadoğu'da bulunanları kovuyordu. Suudi Arabistan'da, derin bir su limanı açılmış ve bölgenin en büyük Amerikan üssü kurulmuştu. Böylece tröstlerin çıkarları ve emirlerin diktatörlüğü, kalıcı olarak korunmuş oldu.

O yıllarda üretici ülkelerin ekonomileri üzerindeki büyük şirketlerin diktatörlüğü, sınırsızdı. Çok uzun süreli (50 yıllık) işletme hakları vardı ve devletlerin ne işletme üzerinde ne de kazandıkları para üzerinde en ufak bir denetim hakkı vardı. Suudi Arabistan hükümetinin, ARAMCO'nun yönetim kurulunda bir tane temsilcisi vardı fakat bu temsilcinin ne oy hakkı vardı ne de şirketle ilgili bilgi alma hakkı.

Ödenen vergiler, telif hakkı maliyeti de (bir petrol yatağını işleten şirketin, o petrolün bulunduğu devlete ödediği vergi) gülünç derecede düşüktü, petrol boru hatlarının geçtiği ülkelere ödenen vergiler de aynı derecede gülünçtü.

Üretim, taşımacılık, arıtma, benzin ticareti ve büyük petrokimya işletmeleri, büyükler tarafından kontrol ediliyordu. Örneğin, 1950'li yılların başında, bu büyük tröstler, İran'da ve Irak'ta üretimin %95'ini, hatta Suudi Arabistan ve Kuveyt'te %100'ünü ellerinde tutuyordu. Diğer yandan, arıtma kapasitesinin %55'ine, tankerlerin yarısına ve dünya petrol boru hattı şebekesinin beşte üçüne sahiptiler.

1939-1945 arasında, savaşan tarafları beslemek için yapılan müthiş petrol tüketiminden sonra, bu büyük şirketler, gerçek bir savaş hazinesini ellerinde bulunduruyorlardı. Yedekteki bu mallar ve onların büyük bankalarla olan ilişkileri, aynı zamanda, Avrupa pazarına girmelerine de izin veriyordu. Sonuç olarak, kömür hâlâ büyük ölçüde kullanılıyordu hatta daha çokta ısıtmada ve demir yollarında. Büyükler, Avrupa'da en düşük fiyatları dayatarak, kendi topraklarında korumacı tarifeler kullanarak, savaşa girişti. Fransız Komünist Partisi, güçlü Amerikan tröstlerine karşı, Fransız çıkarlarını savunmak için kömür savaşını ortaya attı. İşçilere, cehennem azabı ve düşük ücret dayatarak, grev girişimlerini kırarak, işçi sınıfının gözünde kredilerini tükettiler.

Petrol üreten ülkelerde milliyetçiliğin yükselişi ve OPEC'in kuruluşu

1950'li yıllar, Asya, Afrika ve Arap dünyasında milliyetçi düşüncelerin yükselişine tanıklık eder. Ortadoğu'da, ezilen yığınların durumundan habersiz zengin sınıflar, ülkelerindeki zenginlikleri önemli bir kısmına, bizzat kendi adlarına el koymak için açıklamalarda bulundular. İran'da da söz konusu yağmalamayı dile getiren bir girişimde bulunuldu ve ilk resmi tavizlerden bu yana, orada İngiliz şirketleri hakimdi. İleride BP'ye dönüşecek olan Anglo-Persian'dan miras kalan Anglo-İranian ortaklığı, özel bir statüye sahipti. Fiyatları, çıkarılan petrolün miktarını dahi denetleyemeyen İran'a, çok cüzi bir tazminat ödüyordu.

Bu ülkede, 1944-1953 arasında, petrolden elde edilen gelir, 5 milyar dolardır. Bunun sadece bir kaç on milyon doları (askeri malzeme olarak) İran'a verildi.

1951 Nisanında, kitlelerin baskısı sonucu, emperyalizmin sadık bekçisi Şah'a karşı, milliyetçi önder Musaddık başbakan seçilir. Musaddık, şirketten, petrol kârının %50'sini talep eder.

Zaten Amerikan şirketleri, Suudi Arabistan da dahil olmak üzere birçok ülkeyle benzer bir anlaşma yapmıştı. Ancak bu, sadece resmi olarak yapılan hesaptı ve pazarlığın ardından büyük tröstler yine kârlı çıkıyordu. Çünkü üretici ülkelere verilen miktar, vergiden düşürülüyordu. Bunun bedelini de yine halk ödüyordu. Ancak bu anlaşma, İran'da reddedildi.

Musaddık tepki olarak, petrol sektörünü millileştirdi. Hissedarların tazminatları ödendi fakat İngiliz-İran ortaklığı faaliyetlerini hemen durdurdu ve üretimi boykot etti. Diğer büyük şirketler de boykotu destekledi. Çünkü herhangi bir hükümet, kendilerinden bağımsız karar aldığında rekabet duruyordu. Ardından İngiliz savaş gemileri, İran körfezine gönderildi. Bütün emperyalistler, İngiltere'yi destekledi.

1952'de petrol gelirleri sıfıra düştü: İran için ham ve rafine olmuş ürünleri pazarlamak artık imkansızdı. Musaddık moralini bozmadan, soğuk savaşın tam ortasında Rusya ile işbirliğinde bulundu. Amerikan hükümeti, Musaddık'ı devirmek için bunu bahane olarak kullandı. CIA'in yönettiği bir devlet darbesi İran Şahı'nı iktidara taşıdı. Acımasız bir baskı, ülkeyi etkisi altına aldı. İlk hedefse komünist parti militanlarıydı. Amerikan emperyalizmi, bu girişim sayesinde, İran'a postu serdi. Böylece İngiliz emperyalizminin sırtına ödenmesi gereken bir bedel daha bindi.

Musaddık tarafından oluşturulan ulusal şirket, sadece tesislerin sahibi olarak kaldı. İşletmesi ve pazar hakkı %40 BP tarafından, %40 Amerikan şirketleri tarafından kalanı da Shell ve şimdiki Total olan eski Fransız Petrol Şirketi tarafından paylaşıldı.

Amerikan emperyalizmi, Avrupa pazarının hakimiyetine son vermek için, 1959'da, fiyatları aniden %20 oranında düşürdü. 1960'da bir daha düşürülen fiyatla, üretici ülkelerin geliri de bir o kadar düştü. O dönem petrolün varili 2 dolardan düşüktü. Buna karşılık, üretici ülkeler, OPEC'i (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) kurdular. OPEC, Amerika'nın sadık müttefikleri, Suudi Arabistan, Irak, İran, Kuveyt ve Venezüella'yı bir araya getirdi.

Yöneticileri, hiç bir şekilde emperyalizmi hedef almadı hatta ilk genel müdürleri daha sonra Mitterand'ın bakanı olacak Claude Cheysson adında bir Fransızdı. Birçoğu, doğrudan bu şirketler tarafından göreve getirilmemiş olsalar da, onların desteğiyle iktidardaydılar ve isyan etmiş halkı kandırmak istemeleri bile oyunun bir parçasıydı.

"Yedi kiz kardeş" denilen bu küçük gruba ait olmayan ikinci bölge emperyalizminin temsilcileri, bağımsız denilen birkaç şirket, bazı devletlere, kâr paylaşımının %50'sinden fazlasını teklif ederek, pazarda kendilerine yer edinebilmek için bu durumdan yararlandılar. Bu da tam olarak, AGIP olarak tanıdığımız İtalyan grubun durumuydu. Yöneticisi Mattei, Libya ile yaptığı önemli bir anlaşmadan sonra esrarengiz bir şekilde katledilecekti.

Yetmişli yılların kapitalist ekonomi krizinde petrol

Altmışlı yılların sonundan itibaren, kapitalist ekonomi alarm sinyaller vermeye başladı, kâr oranı düştü. Üretici yatırımlar yavaşladı, işsizlik kendini gösterdi. Fazla üretimden geldiği söylenen kriz başladı ve bu kriz, Vietnam'a müdahalesine bağlı olarak yaptığı büyük askeri harcamaları finanse eden, böylece de bütçe açığını derinleştiren ve dünyayı git gide değersizleşen dolarla boğan Amerikan devleti sayesinde, parasal krizle iki katına çıktı. 1955-1970 yılları arasında, dolar %35 oranında değer kaybetti. 1971'de, Amerikan devleti, artık doların altına endeksli olmayacağına dair kararname çıkardı ve parasının değerini iki defa daha düşürdü. Böylece petrol üreten ülkelerin geliri bir anda çok büyük kayba uğradı.

Petrol şirketleri de bazı dayatmalara karşı önlem almak zorunda kaldılar. Durdurulması zor, uzun vadeli yatırımlar yapmışlardı: Alaska'daki petrol boru hatlarının yapımı, Kuzey Denizi ve Meksika körfezindeki bölgelerinin işletmeye açılması.

Kârlarını düşürmeksizin bu işletmeleri finanse edecek araçları kesinlikle bulmak zorundaydılar. O zamanlar bir bankacının da söylediği gibi, bir fiyat artışıyla, bu projeler ticari açıdan akıllıca olabilecekti.

Bu durumda büyük şirketler, zengin ülkelerdeki özellikle de üretim masraflarının çok daha yüksek olduğu ABD'de, kârlı petrol kuyusu işletmeciğini ellerinde tutarak, fakir ülkelerdeki kâr oranlarını yükseltmeyi düşündüler.

Amerikan hükümeti, hiç gecikmeksizin onların isteklerine boyun eğdi. 1971'den itibaren, Nixon tarafından oluşturulan bir komisyon, ulusal enerji programını tekrar incelemek için büyük bir gizlilik içerisinde çalıştı. Komisyonun sonuçları çok açıktı: "İç pazardaki fiyatları yüksek tutacak şekilde düzenlemek ve ulusal enerji kaynaklarının gelişiminde gerekli yatırımları cesaretlendirmek için ithal petrol fiyatlarını yükseltmek."

Kamuoyu gerçek anlamda şartlandırıldı. Benzin karneye bağlandı. Mazot yokluğu sebebiyle kapanan okullar, fabrikalar; petrolcüler bununla da yetinmedi ve ülke enerjisinin "özgürleşmesi" adına propagandaya giriştiler.

Bu siyasi manevra, petrolün fiyatını arttırmayı istemeye cesaret edemeyen OPEC'in uysal yöneticilerini şaşırttı. 1972 Haziranında, Nixon'un danışmanı James Akins, Arap Petrolleri Kongresi'nde, bazı OPEC ülkelerinin, petrol fiyatını varil başına 5 dolar yükseltmeyi düşündüklerini iddia etti. Bu toplantıda bulunan ve bugün petrol konusunda uzman olan Nicolas Sarkis, "Yanımda Irak petrol bakanı vardı. 5 dolar rakamını duyduğunda, kulağını kaşıyarak bana baktı çok şaşkın bir vaziyette aynı şeyi duyup duymadığımı bana sordu. Şaşkınlığımız o kadar büyüktü ki, hiçbir OPEC ülkesi, henüz petrol fiyatı üzerindeki değişikliği bile tartışmaya başlamamıştı."

Sarkis şöyle tamamlar: "Biz gerçekten devrimci bir atılım yaptığımızı düşünüyorduk (devletleştirme söz konusuydu) ve aniden bir adam müdahale etti ve bize hedeflerimizin çok zayıf ve çekingen olduğunu ve daha güçlü, daha büyük hedeflerin gerektiğini açıkladı. Nixon, çevresinden ve büyük petrol şirketlerinin yönetim kurullarından bir üye, esasında bize bir siyasi radikalleşme dersi veriyordu. Bu bizim için çılgınca bir şeydi."

Böylece, üretici ülkelerle müzakereler pazarlığa açıldı. O zamana kadar federal devlet tarafından düzenlenmiş olan Amerika'da üretilen petrolün fiyatı, yavaş yavaş serbest bırakıldı.

1973'ten itibaren, fiyatlardaki ani yükselişin birinci ve temel sebebini bu politikada görmek gerek.

Aynı yılın sonbaharında, fiyat artışlarının tetikleyici bahanesi, OPEC ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu oldu. Birinci hedefleri petrol fiyatını yükseltmek değil, Mısır'a savaş açan İsrail'in siyasetini teşhir etmekti. Diğer taraftan bu ambargo, ambargoyu başlatan Suudi Arabistan dahil olmak üzere karar sahibi ülkeler tarafından bozuldu ve birkaç ay sonra kaldırıldı.

Büyük şirketlerin siyasetinden sorumlu tutulan OPEC

OPEC bu işin ne savunucusu ne de kâr sahibiydi. Buna rağmen OPEC sorumlu tutuldu.

Başkan Nixon: "Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında bile görmediği çok ciddi bir enerji sıkıntısıyla mücadele etmek durumunda." uyarısında bulundu. Bütün medyanın o zamana kadar dalga geçtiği, hatta Washington Post'un "bunlar sadece muz cumhuriyetleri ve inatçı deve emirlikleri topluluğu" dediği OPEC aniden dünyanın refahını ve güvenliğini tehdit eden büyük bir kartel gibi gösterildi. Bununla birlikte Exxon'un %80'lik kâr artışı açıklıyor olması, belli ki onları hiç şaşırtmamıştı.

Fransa'da hükümet, "ülkede petrol yoksa, fikir var" diyerek, vatandaşlarına evlerinde yün kazak giymelerini ve enerji tasarrufu yapmalarını öneren reklam kampanalarıyla övünüyordu. Birçok uzman da, 2000 yılının enerji kaynaklarının sonu olacağını iddia ediyordu.

Büyük petrol şirketlerinin, özellikle vergi kaçırarak ya da vergi indirimlerinden faydalanarak yaptıkları kârı ve fiyatlar üzerindeki anlaşmaları teşhir eden parlamenter Schwartz'ın raporuna gelince, hemen hasıraltı edildi ve hatta bütün kitapçılardan geri çekildi.

Yani basın, bu şartlandırma mekanizmasında görevini iyi yapıyordu. Hatta ekonomik iktidarın üretici ülkelerin ellerinde olduğuna bizi inandırmak istiyorlardı. Bazıları "ilerlemiş sanayi medeniyetinin çatırdaması" olarak gösteriyordu. Diğerleri de 1973 petrol krizini, Fransız ve Rus devrimleriyle karşılaştırıyordu.

Express gazetesi, dünya borsalarında hisseleri olan şirketlerin tamamını satın almak için OPEC'in yöneticilerine on beş yıl, merkez bankasının bütün altınlarını satın almak için üç yıl, Champs Elysées'yi satın almak için on gün, Eiffel Kulesi şirketini satın almak için sekiz dakika yeteceğini söylüyordu. O gün, hiç bir emir bu gazetenin hisselerini satın almadı. Fransa'da petrol yoksa da, her durumda emir kulu aptal bir basınımız vardı.

Yetmişli yıllardaki krizin sebebi petrol fiyatlarının genel yükselişi değildiyse de krizi ağırlaştıran bir faktör oldu.

Bu durum aynı zamanda birçok sanayi sektöründeki kâr oranının düşmesine sebep oldu. Petrol tröstleri, diğer kapitalistlerin kârlarından yararlanarak güçlendiler. Tekel olarak bu hakkı kendilerinde görebiliyorlardı.

Bir şoktan diğerine: Pazardaki değişimler

1979'da, fiyat artış senaryosu üretildi. Bu sefer, İran Şahı'na karşı ayaklanma ve onu izleyen yılda, İran ile Irak arasındaki savaş işin bahanesi oldu.

Halk tam olarak rehin alındığı duygusuna kapıldı. Çünkü ısınma ve benzin faturaları dar gelirlilerin alım gücünü kötü etkiledi. Fakat bu durumun sebebi üretici ülkeler değildi. Dolardaki değer kaybının da eklendiği dünya enflasyonunda gelirleri, ilk petrol şokunun öncesindeki seviyeye düşmüştü. 1973'deki fiyat artışlarından gelen bütün kazançlarını da böylece kaybetmişlerdi. Tek kazançlı çıkan büyük petrol şirketleri ve vergiler aracılıyla tüketim yapan ülkelerin devletleri oldu.

Pazar, kayda değer daha farklı gelişmelere de tanık oldu. Büyük şirketlerin pazar paylarını koruyan ve üretici ülkelere garanti veren uzun vadeli anlaşmalar sistemi, yerini yavaş yavaş kısa vadeli anlaşmalara bıraktı. Bundan böyle günden güne belirlenmiş bir resmi fiyat bir de serbest fiyat olacaktı. Karmaşık finans sisteminin uzmanı olan "tüccarlar" dönemi başlıyordu. Artık hedef, petrol satmak değil bir yığın aracıyı da içine alan, hayali satışlardan sağlanacak artı değerdi.

Büyük kampanyaların aynı zamanda satıcısı olduğu gaz fiyatının, petrol fiyatına endekslendiği ve de uzun bir süre için kuru sabitleyen anlaşmaların kurumlaşması da yine bu dönemde oldu.

Aynı zaman içerisinde, tröstler, yatırımlarını bir hayli azalttılar. 1981'den 1988'e kadar ikiye bölündüler. Paralarını finans sektörüne aktarmaya ve bağımsız denilen şirketleri tekrar satın alma siyasetine girişmeye karar verdiler. Petrol kuyuları, Wall Street'te en iyi kazanç kapısıydı.

Petrolcüler, üretim miktarını yükseltmeden, üretimi yavaşlatmayı teşvik ederek ve elbette hükümetin de işbirliğiyle, halkın kendi geleceği için yaptığı birikimlerine el atmayı başardı. Kendilerine, enerji kaynaklarını kontrol edebilmek için mali kaynak sağladılar. Petrolün brüt fiyatında, 1981-1986 arasında %50'ye yakın düşüş, "karşı petrol şoku" dedikleri şok yaşandı ama kimseyi etkilemedi. Çünkü bu düşük fiyatlar, tüketiciye hiç yansıtılmadı. Aksine borca batmış üretici ülkelerin birçoğunu dize getirdi.

Kara altın, emperyalist yağma ve savaş: Emperyalist dünyada petrol

1973 petrol şokunu takip eden otuz yıl boyunca, kapitalist ekonomi ne emirlerin ne de üretici ülkelerin ulusal burjuvazisinin denetimi altında kaldı. Bunların gelirleri, emperyalizmin hakimiyetini söz konusu bile yapamadı.

70'li yıllara kadar, zenginliklerin tamamı doğrudan büyük şirketler tarafından toplandı. OPEC'in kurulmasıyla, birçok ülkede yeraltı zenginliklerinin devletleştirilmesi ve ulusal şirketlerin ortaya çıkmasıyla, yağmalama mekanizması değişti. Ancak özü aynı kaldı.

Çoğunlukla Ortadoğu'da bulunan küçük devletlerdeki birkaç prens ailesi, yoğun para girdisine sahipti. Parayı çok bulunca işi yatlar, Rolls Royce filolarıyla ve Walt Disney saraylarıyla karikatürize etmeye kadar götürdüler. Hatta yakın zamanda, çölde kayak merkezleri kurduklarını bile gördük.

Bu israf, medyanın kibarca öne çıkardığı, aniden ortaya çıkan servetin sadece görünen yüzüydü. Çünkü esas olarak, 1973'te çok konuşulan petrol gelirleri, yani "petrodolar"ın çok azı yerinde yatırıma dönüştürüldü. Bir kısmının her türlü silah alımında kullanılmas Batılı şirketlerin en büyük kârı oldu. Paranın büyük bir bölümü, en hızlı finans tekniklerinin izin verdiği oranda, zengin ülkelere geri döndü. Borsalara yatırıldı, bu da yeni kredilerin sağlanmasına ve Amerikan devlet tahvillerinin yoğun bir şekilde satın alınmasını sağladı. Bunun anlamı, dünyanın en büyük emperyalistinin borçlarının finanse edilmesiydi.

Üretici ülkelerden çıkan petrodolara, petrol sanayisinden ve bu sanayiye bağlı yan sanayiden gelen kârı da eklemek gerekiyor. Amerikan devletinin denetimi dışında kalan bu çok büyük miktardaki sermaye, bütün dünya fonlarını kendine çeken yeni bir finans sistemi oluşturdu. On yıl boyunca bu mekanizma, dünya enflasyonunu besledi. Uzun vadeli olarak, bir çeyrek yüzyıldan beri, kapitalizmin gelişiminin temel çizgisini oluşturan temel vurgun motorlarından biri oldu.

Üretici ülkelerin tamamı, sanayileri ve parasal kaynaklarıyla, kapitalist ekonominin içindeki hiyerarşide yerlerini aldılar.

Petrol parası, Ortadoğu'nun yöneticilerine, iktidarda kalmaları için gerekli garantiyi sağladı. Bir taraftan da, zirai faaliyetlerin birçoğu yavaş yavaş ortadan kalkıyordu ve kitlelerin çoğunluğu, yoksulluk içerisinde kendi başına bırakılmıştı. Yakın ve Ortadoğu'dan gelen Mısırlılar ve Filistinliler hatta çok daha uzaklardan, Asya'dan gelen milyonlarca göçmen işçiye gelince, hem geçmişte hem de şimdi köle olarak kullanılmaya devam ediliyor.

Dünyanın bir numara petrol ihracatçısı Suudi Arabistan, bütün diğer petrol devletleri gibi, başta kadınlara karşı olmak üzere, dünyanın en gerici rejimlerinden biri olarak kaldı. Öte yandan bölgede emperyalizmin en sadık bekçisi. Emperyalizm, hakimiyetini eski çağa ait siyasi ve sosyal yapılanmaların varlığı üzerinden sürdürmektedir.

Ulusalcı ve Üçüncü Dünyacı bir takım akımların söylemlerinin tersine, emperyalist güçler, finans gruplarının ve sanayicilerin egemenliği altına girmiş bir ekonomide, bir ülkeyi az gelişmişlikten ve yeraltı kaynaklarının -bu petrol bile olsa- devletleştirmesiyle bağımlılıktan kurtarmasını ummak boşuna. Bu, Ekvator Gine'si ve Gabon gibi küçük ülkeler için doğrudur ve hatta Meksika, Endonezya ve Cezayir gibi kalabalık ve büyük ülkeler içinde geçerlidir.

Cezayir gibi bir ülkede, bağımsızlık koşullarını belirleyen Evian Anlaşmaları, en güzel payı, Fransız petrol şirketlerine ayırdı. Anlaşmadan sonra Cezayir'in petrolden elde ettiği gelir de düştü. 1965'te, Fransa, ülkenin sanayileşmesine katkısının karşılığında, yeraltı zenginliklerinin serbest kullanım hakkını elde etti. Bu da, belki siyasi bağımsızlıktı ama ekonomik değil.

Fransız Petrol Şirketleri, 1970'lere kadar, Cezayir'in vergi gelirlerinin iki katı kâr etmişti. Bu kâr onlara, dünyanın diğer bölgelerinde özellikle Afrika'da, kaynak araştırma yatırımlarını finanse etmelerini sağladı. Cezayir, 1971'de şirketlerini devletleştirmek için her türlü sebebe sahipti.

Cezayir halkı, bugün kaynaklarından kesinlikle yararlanmıyor. O kadar ki on beş yıldan beri, yabancı şirketler, yeni petrol yataklarının keşfinin denetimini tekrar ele aldılar. Burjuvaziye gelince, devlet aracılıyla ve öncelikle çok önemli çıkarlarının bekçisi olan ordu, gaz ve petrol gelirlerinin kısmi denetimi sayesinde hakimiyet kurdu. Bunu, askeri malzeme satın almak için kullandılar. Halk ise yoğun işsizlik, barınma sorunu, su kesintisi, yetersiz altyapı, yetersiz veya çok kötü toplu taşımacılığa mahkum edildi.

Zenginlikleriyle kanayan Afrika

Emperyalizme boyun eğmiş bütün ülkelerde, bazılarının onlara vaat ettiği kudret macunundan ziyade, petrol, halklar için tam bir uğursuzluk oldu.

Afrika'da, her çatışmada, her şiddet patlamasında ve sivil savaşta, olaylar bize, kıtanın geri kalmışlığının veya din, kabile savaşlarının tekrar ortaya çıkışının göstergesi gibi sunuluyordu. Fakat bu olayların hangisinde petrol veya maden zenginlerinin denetimi için yapılan mücadele yok ki! Bunlar geçmişin savaşları değil, modern olarak ifade edilen kapitalizmin bugün onların sayesinde hakimiyeti elinde bulundurduğu savaşlar. Bugün dünyada kaç tane diktatör, kapitalistlerin çıkarlarına hizmet ettiği için ayakta kalmaktadır? Yeni gelişmeler, Fransız yöneticilerine, Birmanya diktatörlüğü hakkında kızgın söylemler dile getirmelerine izin verdi ve sanayicilerin de bu konuda kendilerini tutmaları gerektiğini hatırlattı. Fakat orada, gaz tesislerini elinde bulunduran Total'dan herhangi bir şey istemek söz konusu değildi.

Üretimin %95'ini garantileyen büyük petrol şirketlerinin zenginlik ve hakimiyetinin hiç bir zaman sorgulanmadığı Nijerya, emperyalizmin hakimiyet sağlamak için kullandığı yöntemlerin çarpıcı örneklerinden biri.

Bu ülke, 125 milyon nüfusuyla, Afrika'nın en kalabalık devleti ve Afrika kıtasının birinci petrol üreticisi.

1967'de, bağımsızlığının ilanından birkaç yıl sonra, rekabetçi emperyalizmin mağduru oldu. Petrol yataklarının bulunduğu Biafra bölgesinin ayrılması, büyük politik bir oyundu ve bu savaş, kuzeydeki Müslümanlar ile güney doğudaki Hıristiyanlar arasındaki etnik çatışmanın sonucu olarak gösterildi. Bu savaşın büyük bir bölümü, Shell ve Elf ile başlayan İngiliz ve Fransız tröstleri arasındaki rekabetten ve büyük Nijerya'dan daha uysal bir yönetimin bağrında, petrol faaliyetlerini birleştirme amacından besleniyordu. Savaş bittiğinde, 1970'te, iki milyona yakın ölü vardı. Sonra Elf, oradaki diktatör ile işbirliği yaptı ve petrol işletmesini Shell ile paylaştı.

1993'te, deltanın petrol bölgesindeki bir azınlığın ayaklanması izledi. Misilleme adına, Shell, Nijerya ordusunu donattı, taşıdı ve aylık ödedi. Baskı, kanlı ve vahşiydi: 2.000 'e yakın kurban aldı. Ayaklanmanın sözcüsü ve 9 yöneticisi asıldı. Halkın çoğunluğunu oluşturan çiftçiler ve balıkçılar, benzinli topraklarla, kirlenmiş yeraltı yataklarını miras aldılar. Ve terör, bölgede kalıcılaştı.

Ülke yoksulluğa batmaya devam etti. Kişi başına düşen brüt gelir, üç misli azalmıştı ve hiçbir besin, ihtiyaca yeterli değildi. Halkın üçte ikisi, günlük bir dolardan daha az parayla yaşıyordu. Akaryakıt bulmak bile bir problem çünkü arıtma olanaklarından yoksun olan Nijerya, benzin ihtiyacının tümünü ithal ediyor! Bu son yıllarda, yüzlerce kişi boru hatlarından petrol çekerken, yangın ve patlamalarda ölüyor. Halkın büyük çoğunluğu, enerji ihtiyacını hala odun kömüründen sağlıyor. Orada petrolün "şeytan pisliği" diye anılması şaşırtıcı olmasa gerek.

Halk, şiddetin ve yoksulluğun her türlüsünü yaşarken, devasa petrol gelirlerinden sadece büyük şirketlerin hissedarları, rejimin ve ordunun yöneticileri yararlanıyor.

Afrika'dan, emperyalist ülkelerin finansörlerine akan 150 milyar dolarlık gelirin büyük bir bölümünü petrol geliri oluşturuyor. O zaman, yalana rağbetin tersine, zengin ülkeler, petrol üreticisi ülkelerin iyi niyetine bağımlı değiller.

Fransa'nın ve Elf'in kontrolündeki Kongo

Kongo Brazavil'in yakın tarihi, 1999'da, Elf grubunun Total ile birleştiği tarihle karıştırılır ve böylece Fransız devletininkiyle de. Onun eski yöneticisi Le Floch Prigent şöyle dedi: "Elf, petrol aracılıyla Afrika'yı ve zenci kralları yörüngesinde tutmak için kuruldu. Bu politika, Cezayirlilerle başarısızlığa uğradı. Zenci krallarla devam ediyor." Bu şahsın, ırkçılığını ve kabalığını geçelim fakat kini, burjuvazinin kinini temsil ediyor.

1966'da, De Gaule tarafından kurulan Elf, devletin desteği ve araçlarıyla kanlı diktatörleri desteklemekte tereddüt etmedi. İlk genel müdürü, İkinci Dünya Savaşı sırasında "özel hizmetler" kurucusu, sonra 1958'de savunma bakanı olan Pierre Guillaumat'tı. Diğer taraftan, Le Floch Prigent'in itiraf ettiği gibi: "Elf sadece bir petrol şirketi değil aynı zamanda bir takım Afrika ülkeleri üzerinde denetimi sağlamaya yönelik bir diplomasi."

Yetmişli yıllarda petrolün keşfi, Kongo ekonomisini alt üst etti. Fakat bu kaynaklardan sadece Elf ve hissedarları yararlandı.

Şirket, tankerlerini resmi olmayan şekilde yıllarca doldurdu ve Kongo'ya hiç vergi ödemedi. Ard ardı gelen diktatörler, bunu görmemezlikten geldi çünkü komisyon adı altında özel hesaplarına para aktı. 1992'de, Denis Sassou Nguesso'nun on üç yıllık terör rejiminin ardından yapılan seçim, Pascal Lissouba'yı iktidara getirdi. Lissouba, memurların gecikmiş maaşlarını ödeyen ve karşılığında yeni bir petrol anlaşması teklif eden Amerikalı bir şirketi, Elf'in karşısına koymaya karar verdi. Maliyeye ödenen vergiler iki katına çıktı. Fakat bu rakibin ortaya çıkışı, pazarlarını koruma konusunda Elf yöneticilerinin tabii ki hoşuna gitmedi.

Fransa tarafından korunan şirket, el altından sivil savaşı besledi, çatışan iki grubu tereddüt etmeden silahlandırdı.1997'de, rakibine karşı Sassou Nguesso'nun "Cobras" denilen milislerinin kanlı ve zaferle sonuçlanan başkaldırılarını, askeri olarak destekledi.

Bugün Total, yüzlerce kuyuya ve de üretiminin %12'sini sağladığı açık deniz platformuna sahiptir.

Elf ve Total tarafından Afrika'nın yağmalanmasıyla biriktirilen para, birçok aracıyı besliyor. Onların arasında, yıllarca rüşvetle beslenmiş Fransız siyasi temsilcilerini de saymak gerekir. İtalyan ENI grubunun ilk patronu Mattei, bu tip ilişkiler konusunda şöyle der: "Siyasi partiler, bir taksi gibidir. İhtiyaç olduğunda ıslık çalarsınız ve içine binersiniz ve hedefe vardığınızda terk edersiniz."

Söz konusu Fransa olduğunda, Afrika'dan gelen bolluk, öncelikle de Gaulle yanlısı partileri besledi aynı zamanda burjuvazinin siyasi işlerinin sorumluluğunu alanları da unutmadı. Zaten birkaç sene önce, bu söylentilerin bir kısmının açığa çıktığı Elf yöneticilerinin mahkemesi sırasında, kamuoyunun tam olarak keşfettiği şey bu olmuştu.

Dédé la Sardine takma adlı, bu işin sahtekarlarından biri olan André Guelfi'ye inanacak olursak şöyle der:"Eğer adalet, Elf parasına dokunanları içeri atacak olursa, Fransa'da hükümeti oluşturacak adam kalmaz".

Olayların çığ gibi büyümesi karşısında adalet, sadece Le Floch Prigent ve birkaç suç ortağını hafif biçimde cezalandırdı.

Esasta, valiz dolusu para ve az çok gizli diğer komisyonlar, büyük şirketler için hayati bir önem taşımıyor. Gerçeği çarpıtmaya ihtiyaçları yok. Çünkü sadece bazılarının kafayı taktığı "vergi cenneti" olayındaki gibi değil, aynı zamanda bütün ulusal ve uluslararası kanunlar, onların çıkarlarını korumak için yapılmıştır. Gerçekte büyük şirketler ve onlara bağlı olanlar, çok vergi ödüyor. Diğer örneklerdeki gibi, Total tarafından kiralanan Erika çöp gemisinin batışında da görüldüğü gibi, deniz taşımacılığı kuralları, on yıllardır kıyıları kirletenlere dokunulmazlık sağlıyor. Bu hakimiyetin yanında, dalkavukluklar ve "Grenelle de l'environnemet" ile ilgili güncel haberlerin hepsi içi boş laf, dibi boş sohbetlerdir.

Petrole bulaşan savaşlar

Amerika'nın, Irak'ta petrol sektöründeki projeleri ne olursa olsun, üç yıllık askeri işgalden sonra üretim, savaş öncesi seviyenin altına düştü. Bununla birlikte petrol bölgeleri, ilk güvenlik altına alınan bölgelerdi ve Irak'ın yeniden inşası adına tahsis edilen meblağ, her şeyden önce petrolün çıkarılmasını ve işletmesini yoluna koymaya yönelikti. Tesislerin yeniden inşası ihalesini alan Halliburton şirketi, paranın büyük bir bölümünü kendi hesabına kullandı. Bu da şüphesiz, ülkenin yeniden inşasına pek yardımcı olmadı.

ABD ülkede yeni bir anayasayı ele alırken, gelecekteki olası bölünmeyi, her iki tarafın da enerji kaynakları açısından zengin olacak şekilde öngörmüştü. Böylece denetimi daha kolay olacaktı. Bu konuda eski bir Irak üst düzey memuru kısaca şöyle der: "Irak, son petrol cennetidir. Büyük şirketler pastadan büyük pay istiyorlar fakat işletme koşulları henüz tam olarak belirlenmedi."

Demokrasi adına yürütülen bu iki savaş, bölge halkları için genel bir sefalete dönüştü.

Yüz binlerce kurban verildi ve ekonominin tamamını yıktı. Su ve elektrik dağıtım şebekelerini ve sağlık sistemini yerle bir etti. Hepsi, Amerikan birlikleri ve müttefiklerinin yürüttüğü kirli savaşın sonucu.

Petrolün jeopolitikası üzerine yazılmış bütün eserlerde belirtilmiş olsa bile, mevcut çatışmalar elbette sadece petrol ve gaz zenginliklerinin kontrolü için değildir.

Enerji politikalarının, Kafkasya'da, Çad'ta ve hatta bugün Darfur'daki savaşın etkisinin olmadığını veya çok yakın zamanda Bolivya ve Venezüella'da ortaya çıkan politik krizde etkisinin olmadığını, kim iddia edebilir ki? George Bush şöyle der: "Ciddi bir problemimiz var. Birleşik Devletler petrolden vazgeçemez. O petrol ki bugün daha çok istikrarsızlığın hakim olduğu bölgelerden ithal edilmektedir." Fakat tam olarak da bu bölgeler, emperyalizmin egemenliği altında olduğundandır ki oralarda krizler, bu derece dramatik bir boyut alır!

Petrol fiyatındaki artışla ilgili yalanlar

Birinci yalan fosillerden oluşan enerjinin tükeneceğidir. Bu enerji kaynakları tabii ki ne tükenmez ne de yenilenebilir kaynaklar değiller. Fakat kısa sürede kaynakların tükenmesinin dünyayı tehdit etmesi fikri, bizzat petrolün bulunuşu kadar eski bir fikir.

Bugün uzmanların büyük bir bölümü, kırk yıl yetecek rezerv olduğunu tahmin ediyor. 1973'te de kırk yıl yetecek rezerv olduğunu düşünüyorlardı. Bu durum, tükenen petrol yatakları yerine aynı düzeyde yeni başka yatakların bulunduğu anlamına gelir. Kuveyt petrol rezervlerinin, öngörülenin iki katı olduğunu açıkladı. Suudi Arabistan "yetmiş yıl petrol çıkarabileceğini" söylüyor. Hangi rakamlardan bahsediyoruz? Söylemesi zor, çünkü elimizdekiler sadece petrol şirketlerinin verdiği rakamlar.

Uzmanlar, "varlığından şüphe olmayan doğal rezervlerden" bahsediyorlar. İşletilebilecek yataklar söz konusu, yani zamanın teknik koşullarında yeterince verimli olabilecek yataklar. Ayrıca Amerikan şirketlerinin muhasebe bilançolarında kârlılığı hesaplanmamış rezervleri göstermeleri yasak. Böylece istedikleri şeyleri pazarın durumuna, hissedarların baskılarına ve kendi aralarındaki oyunların sonuçlarına göre yayınlıyorlardı.

Büyük şirketler, maliyetin çok yüksek oluşu sebebiyle, Kanada'da ve Venezüella'daki katranlı, kumlu, petrol tabakalarının işletilmesine başlamadılar. Bununla birlikte Suudi Arabistan'ın "konvansiyonel" denilen petrol miktarıyla ağır petrole sahipti. Derin sulardaki rezervler, kuzey kutbuna kadar keşfedildi. Mühendisler, artık yatakların dörtte birinden fazlasını elde edebiliyorlar. On yıldan bu yana kapatılmış bazı kuyular, birkaç seneden beri tekrar açıldı. Çünkü verimlilik onları zorluyor. Diğer taraftan teknoloji, gazdan ve kömürden petrol elde edilmesine olanak sağlıyor ve büyük firmalar bu sektörlere şimdiden yerleştiler.

Jeolojik araştırmaların ötesinde rezervler hakkındaki belirsizlikler, spekülatörlerin işine gelir. Fiyatların yükselmesini bize kabul ettirmek için sanki bu bir kadermiş gibi hatta geleceği korumak için gereklilikmiş gibi savunurlar. Bizim onlara diyebileceğimiz tek şey onlara hiçbir şekilde güvenmediğimizdir.

Fiyat artışını açıklamak için çok sık bahsedilen diğer bir neden de talebin artması. Özelliklede Çin'den gelen talebin (son zamanlarda ideal bir suçlu olarak kullanılan). Gelişme hızı o kadar büyükmüş ki nerdeyse çeliğe, çimentoya ve petrole olan ihtiyaç inanılmaz olacakmış.

Genel olarak bakacak olursak eğer petrol kullanımı son yıllarda artıyorsa yani son on yıldır, her yılda ortalama %1,5 artıyorsa, bu gayet normal. Her durumda bu kadar küçük bir artış kurun bu derece fırlamasının sebebi olamaz. Dünya nüfusunun % 20'sini oluşturan Çin'e gelince, dünya petrol tüketiminin sadece % 6'sını yapıyor. Çok daha az nüfusa sahip olan ABD, petrol tüketiminin 4 defa daha çoğunu yapıyor.

Fiyat artışı petrol tröstleri tarafından isteniyor

Hayır, kurların yükselmesinin sebebi Çin Seddi değil. Asıl sebep kapitalist ekonominin işleyişi. Çünkü üretim bölgesindeki bir savaş, küçük bir talep artışı, hatta basit bir kriz %20 ile %30 arasında fiyat dalgalanması yaratmaktadır. İşte bu kıtlık ve istikrarsızlık durumu, üretim zincirinin bir başından diğerine, üretimden dağıtıma kadar büyük petrol şirketleri tarafından elde tutulmasının sebebidir.

OPEC'e üye ülkeler bu hikayede sorumlu değil. Öncelikle, dünya üretiminin sadece %40'ını gerçekleştiriyorlar ve birçoğunun devletleştirilmeleri veya devlet kontrolü altında olmaları, şirketlerinin dünya pazarına bağlı olmadığını göstermez. Devletlerine gelince, bizzat kendileri, pazarın kurallarına boğun eğer. Petrolün aranması ve altyapı inşası için Schlumberger ve Halliburton gibi gerekli teknoloji ve sermayeye sahip uzmanlaşmış şirketlerin hegemonyası altında olmaya devam ederler. Örneğin, İran birkaç aydan beri, yabancı yatırımların eksikliği ve üretim bantlarının aşınması sebebiyle üretimi azaltacağını duyurdu.

Gelişmiş ülkelerde yapılan petrol çıkarma işlemi, ilk beşinin ezici bir pozisyona sahip olduğu Exxon-Mobil, Shell, BP-Amoco, Total ve Chevron-Texaco gibi özel ortaklıklar tarafından kontrol ediliyor. Diğer taraftan, bütün Afrika'da ve OPEC'e ait olmayan bütün fakir ülkelerde petrolü direk olarak çıkarmaya devam ederler. Endanozya'da, Güney Amerika'da, özellikle de eski Sovyetler'den ayrılmış birçok ülkede, ulusal şirketlerle işbirliği yaparlar. Bu da onlara, masrafların tamamını yüklenmemelerini sağlar.

Özellikle, rafineri ve dağıtım konusunda büyük şirketlerin hegemonyası kalıcı. Gerçekte, petrolün üçte ikisi ileri kapitalist ülkelerde rafine oluyor. OPEC ülkeleri de %10'un altında bir rafineri kapasitesine sahipler. Venezüella, dünyanın 5'inci petrol ihracatçı ülkesi. ABD'ye en çok petrol satan ülke, benzini ithal etmek zorunda. Seksenlerin başında, Irak'a karşı yürüttüğü savaş esnasında rafineri tesislerinin yıkıldığı İran misali.

Yetmişli yılların sonunda, kıtlık hayaletinin yeniden canlandığı zamanlarda şirketler, yatırımlarını bu sektörde hızla azalttılar. Beş senede, rafinaj kapasiteleri %20'ye yakın düştü. Bugünkü kapasitesi, artan petrol tüketimine göre, aşağı yukarı 80'li yıllarınkine eşittir. Fransa'da kapasite yarıya düştü. ABD'de en son rafineri bundan otuz sene önce kuruldu. Var olanlar o kadar eski ki sürekli arızalanıyor. Ağır kazalar, sürekli tekrarlanıyor. 2005 Nisan'ında Texas City'de, 1934'te kurulan BP'ye ait bir kompleksin patlaması 15 kişinin ölümüne, 105 kişinin yaralanmasına sebep olduğu gibi sanayiciler bilinçli uygulanan bu yetersiz yatırım siyasetiyle kıtlık riskini kışkırtacak derecede, var olan petrol üretim kapasitelerini azaltıyorlar.

Şirketler, petrol üretiminde de aynı davranışı gösteriyor. Örneğin 2004'te dünyada 32 bin açık kuyu bulunurken buna karşılık yedi yıl öncesinde bu sayı 52 bindi.

BP'nin geçen kış Alaska'daki yataklarının işletmesinin geçici olarak durması, oraya yapılan yatırım ve bakım eksikliğinden kaynaklanmıştı (Kuzey Amerika'daki en geniş yataklar). Petrol boru hatları, tehlikeli bir şekilde sızıntıya başlamıştı.

Yüksek fiyat artışı sayesinde şirketler çok büyük kâr elde ediyorlardı. Geçen yıl en büyük beş şirket, yüz milyar dolardan fazla kâr etti.

Total, 15,5 milyar dolarlık kârıyla, şimdiye kadar hiçbir Fransız şirketinin ulaşamadığı rakama ulaştı. Dünyada petrol sektörünün bir numarası olan Exxon, tek başına Birleşmiş Milletler'e üye 195 ülkeden 180'ninin yıllık brüt iç gelirinden daha yüksek bir ciroya sahip. Söylemek gerekirse, bütün bu çok uluslu şirketlerin sahipleri, aynı zamanda yeryüzünün gerçek sahipleri.

Yeni yatakları işletebilmek veya mevcut teknikleri iyileştirebilmek için gerekli sermaye çok büyük ve büyük şirketler, bunun için gerekli araçlara sahipler. Fakat bu, aynı zamanda yüzlerce hatta binlerce milyar doları yirmi, otuz yıllığına bloke etmek anlamına da gelir ve bu gereklilik kapitalist rekabetin ve kârın mantığına ters. Sonuç olarak bugünün dünyasında, finansal ve spekülatif faaliyetler, üretim gücünden gelen mal varlığından ziyade direk parasal sermayeyi çekmektedir. Bu yatırımlar, kısa vadeli olduklarından burjuvazi için önemli. Kendi siyasetlerinin sonuçlarına maruz kaldıklarında ve kâr hedeflerine ulaştıklarında büyük şirketler en azla yetiniyorlar. Bu durum altmışlı yılların sonundan beri, bu pazarın genel eğiliminin yükselişi ve spekülatif fenomenlerin ortaya çıkışıyla hayat bulduğu içindir.

Tröstlerin git gide ağırlaşan hakimiyeti

Finans sektörünün bütün büyük aktörlerini çeken petrolün satışındaki ve yeniden satış faaliyetlerindeki artı değerin gerçek miktarını bilmek olanaksız olmasına rağmen, bu unsurlar, fiyat artışlarının önemli bir taşıyıcısı oldu. Büyük şirketler, bu tip faaliyetlerde uzmanlaşmış şirketlere sahipler ki bunların ajanları milyonlarca sanal varil alırlar ve bunlara "risk rafinörleri" denilir. Sermayeden bu kadar kâr eden tek rafinaj sektörü de budur!

Bugün, genel olarak petrol söz konusu olduğunda, iki çesit pazar mevcut. Bunlardan birine, "spot" ya da "anlık" pazar denir ve belli bir fiyattan dünyanın herhangi bir yerindeki bir malın gerçek stok miktarıdır. Fiyatı arz ve talebe göre sürekli değişmektedir.

İkincisi en büyük ikisinin Londra ve New York'ta bulunduğu "vadeli" denilen pazarlardır. Gerçek bir mal satışı yapılmaz fakat belli bir süre içerisinde gönderilecek "kağıt petrol" söz konusudur. Bir tanker, İran körfezinden 90 günlük bir yola çıktığında taşınan mal, bütün yolculuğu boyunca elli defadan fazla satılabiliyor. Toplam olarak, kağıt üstünde satılan 570 varil "kağıt petrol"den sadece bir varilinin gerçek petrole denk düştüğü tahmin ediliyor 2003'ten beri, pazarlığı yapılmış bu sözleşmelerin sayısı dörde katlanmıştır.

Diğer yandan, spekülatörlerin riskleri nispeten düşüktür çünkü yatırdıkları sermaye gülünç miktarda ve yatırdıkları paranın sadece %3,8'ini ödemek zorundalar.

Görüldüğü gibi pazara hakim olan OPEC değil finansçılar. Amerikan Federal Rezerv'in eski başkanı şöyle diyor: "Ortaya çıktığında {...} petrol sanayi çoğalan talebe cevap vermek için artık ham petrol üretimine yeterince yatırım yapmıyordu ve bu yüzden fiyatların daha da yükseleceğini seziyorduk. Petrole uzun vadeli yatırımlar arayan spekülatif fonlar ve diğer kurumsal yatırımcılar, fiyatları yükseltmeye başlamışlardı."

Kitleler haraççı devletlerin kurbanı

Fakir ülkelerde, hatta önemli miktarda petrol üretimi olan ülkelerde bile halk, çok dramatik şekilde kurların iniş çıkışlarına ve ekonominin bu suç örgütüne maruz kalır.

Zengin ülkelerde de benzin fiyatındaki artışın bedelini çeken kitlelerdir. Ailelerin ulaşıma ayırdığı pay, Fransa'da ortalama %15 ve bu alt tabakalarda çok daha fazla. Toplu taşımacılık yeterince gelişmediğinde, ucuz olmadığı hatta bedava olmadığında, çalışanların çoğunluğu, arabalarını kullanmaya mecbur kalıyor. Bu da onlara dayatılmış vergi anlamına geliyor.

Benzine, ısınma masraflarını ve gazı da eklememiz gerekecek. Çünkü ısınma masrafları da doğrudan petrol fiyatına endeksli.

Öte yandan balıkçılar için özellikle de ağ balıkçıları ve küçük çiftçiler için bazı küçük vergi indirimlerine rağmen, benzin fiyatı çok önemli bir ağırlıkta. Bu haraç sisteminde hükümetler, işbirlikçileri ile birlikte hareket ediyorlar.

Fransa'da vergilendirme, KDV ve petrol ürünleri tüketim vergisi, süper benzinin ortalama satış fiyatının %72'isine, mazotun %63,4'üne denk düşer. Bu vergi, devlet bütçesi gelirinin dörtte birini oluşturur aynı zamanda. Bundan birkaç yıl önce, Jospin hükümeti, varil fiyatına göre bu vergiyi etkileyen karmaşık bir sistem tasarlayarak, fiyat yükselişini sınırlamak istiyormuş gibi gösterdi. Fakat KDV oranı değişmedi ve hiçbir işe yaramayan bu sistem, 2002'de kaldırıldı.

Sol, hiçbir zaman büyük petrol şirketlerini zorlayacak kararlar almadı. Büyük şirketlerin kârını vergilendirmek hiç bir şekilde kesinlikle söz konusu olmadığı gibi tam aksine Elf ve Total'in, özellikle Afrika kıtasındaki çıkarlarının sadık bekçisi oldu. Ulaşıma gelince sol, devlet demir yolları taşımacılığını parçalama politikasına devam etti ve karayolu taşımacılarını teşvik etti.

Çevrecilere gelince, kedilerine göre, harcamaları sınırlandırma ve başka enerjilere geçme zorunluluğunu getireceği için fiyat artışlarıyla gurur duyarlar. Yves Cochet, "dünyanın materyalist gerçeği, petrolün azaldığı ve pahalandığı ve aynı zamanda ondan kurtulmak gerektiğidir" der. Kitlelerin, fiyat artışının kurbanı olması, bu insanların umurunda değil. Asıl materyalist gerçek, bunu, onların görmek istememesidir. Bugün, sosyalist yöneticiler, yönettikleri bölgelerde petrol tüketim vergisini yükseltmekten tereddüt etmiyor. Onlar, en adaletsiz, en riyakar, kemer sıkma politikalarını tercih ediyorlar.

Halkın hoşnutsuzluğu karşısında, bütün hükümetler, göz boyamak için içi boş cümlelerle yetiniyorlardı. Devlet bütçesine giren tek kuruş petrol geliri olmadığını bize açıkladılar çünkü tüketim azalmıştı. Eğer bu doğruysa, demektir ki fiyat yükselişinden kâr edecekler yalnızca hissedarlar ve onlar bu kârı, büyük bir rahatlık ve dokunulmazlıkla en edepsizce yapıyorlar. O zaman niçin yalnızca halkın fedakarlık yapması bekleniyor? Gönül isterdi ki petrol gruplarının bu olağanüstü kârı daha fazla vergilendirilsin ve gelirleri çok sıkı denetimlere tabii tutulsun. Fakat durum bunun tersi. Otuz yıldan beri, bütün diğer şirketler gibi vergi indiriminden veya sosyal primlerdeki indirimlerden yararlandılar. Total'in yöneticileri, olayın her seferinde halka yansıması durumunda, üretim bölgelerinde vergi ödediklerini söyleyerek, bundan utanmadan yakınırlar. Rekabet yasaları izin vermezmiş ki şirketin sözde rekabetçiliği tehlikeye düşsün. Öyleyse hesaplarını bize göstersinler ve finans işlemlerini gözlerimizin önüne sersinler.

Amerika'da, petrolcülerin ayrıcalığı ve devletin korumacılığı çok fazla. Sektör son derece avantajlı vergi koşullarından her zaman istifade eder. Bundan yirmi sene önce, bu vergi avantajları üzerine yapılmış bir üniversite raporunda şöyle der: "Vergi sistemimiz kazanca dayalı vergi ilkesi üzerine kurulduğu sanılıyordu. [...] Fakat bir petrol faaliyeti yürüten vergi yükümlüleri söz konusu olduğunda, bu ilke tersine işliyor. Ham petrol satışı ve üretimi net geliri ne kadar yüksekse, vergi oranı da o derece düşüktür. Petrol araması bir yerde maliye ile yazı tura oynamaya benzer. Bu oyunun çok basit ve güçlü bir kuralı vardır: Yazı gelirse ben kazanıyorum, tura gelirse siz kaybediyorsunuz. Maliye böylece her zaman kaybeder." Aslında kaybeden "bütün toplum" diye eklemeli miyiz?

"Petrolü çıkardıkça azalıyor." Bu olağan bir durum gibi görünüyor. Tam da bu anlamda, şirketler, petrol yataklarının gerçek seviyesi ve onlardan kazandıkları kâr ne olursa olsun, sürekli azalan vergi oranlarından istifade ediyorlar.

Irak savaşından beri, büyük şirketlerle siyasi yöneticilerin ilişkileri iyi biliniyor. Bütün Bush ailesi petrolden servet yaptı. Condoleezza Rice, 1991- 2001 yılları arasında Chevron Texaco yönetimindeydi. Bu şirketin bir tankeri onun adını taşır. Başkan yardımcısı Dick Cheney, Halliburton tröstünün eski bir yöneticisi. Amerikan emperyalizminin siyaseti, yalnızca aile ilişkilerine dayanmıyor. Çok daha derin kökleri var. Amerika ve Avrupa solunun büyük bir bölümünün dikkatini çekmesine rağmen, Bush ailesinin gidişi onu sarsmayacak.

Enerji rezervlerinin talanını bitirmek için önce sermaye diktatörünü bitirmek gerekecek

Petrolün programlanmış tükenişi son zamanlarda çok gündemde ve dolayısıyla ekonomideki yeri de öyle. Eğer bu doğruysa, gerçek problem, petrolün yerine hangi enerji çeşidinin koyulacağı değil fakat hangi tip ekonomik örgütlenmenin kapitalizmin yerine geçeceğidir.

Bioyakıt dedikleri, çok iddialı yeşil yakıtın ortaya çıkışının sonuçlarını görmemiz gerekiyor.

Otuz yıldan beri Brezilya'da, sonra daha yakın zamanda Amerika'da, tarım sanayi sübvansiyonlarla da desteklenerek, yakıta dönüştürmek üzere bitki ve tahıl üretimine yöneldi. Hatta amonyakın bile bu amaçla ileride kullanılacağından bahsediliyor bu demektir ki dünyanın en yoksul bölgelerinde kullanımı söz konusu olacak. Çünkü bu organik yakıtların bazılarının imalatı, çok daha fazla enerji harcayacağı için üretimine izin verilmez. Diğer taraftan, atmosfer için kirliliği de sorgulanmaya başlandı. Fakat bu yönelimlerde özellikle cezai bir durum var. Bu durum, gıda tarımı üretiminde düşüşe sebep oldu ve kurunun bir buçuk yıldan beri %75 yükseldiği mısır örneğinde olduğu gibi temel gıda fiyatlarının yükselişini besledi. Endonezya, Mısır, Cezayir, Nijerya ve Meksika gibi ülkelerde ortaya çıkabilecek olan "şehirlerde açlık isyanları"nı şimdiden hatırlatanlar var. Eğer durum, bugünkü gibi devam ederse, 2025 yılında, 1 milyar 200 milyon insanın tamamı, karnını doyuramayacak. Halk karnını doyuramazken, milyonlarca hektar alan rezervleri doldurmak için kullanılacak.

Evet bu kapitalist ekonominin ve özel mülkiyetin hakimiyetinin kötü karakterinin gerçek yüzüdür ve petrol sanayi bir asırdır onun sadık görüntüsüdür.

Bu sektör, paranın hakimiyetinin en mutlak şekilde, en safi anlamda uygulamaya konulduğu sektörlerden biri. Şüphesiz, şimdiye kadar kapitalizmin tarihinde olmadığı kadar büyük sermayenin birleştiği, dev bir kaç şirketin himayesi altındadır. Şirket özgürlüğü ve rekabet adına, sırtını devletlerine dayamış birkaç tröst oldukça bulanıklık, yalanlar, manipülasyonlar ve adımıza yürütülen savaşlar sayesinde hakimiyetini sürdürür.

Bu büyük şirketler, kanunlarını devletlere uygulattılar ve dünyayı, halkları ve çevreyi hiçe sayarak sağmal inek gibi kullandılar, yani insanlığın geleceğini tamamen hiçe sayarak bunu yaptılar.

Onlar, bütün yetkileri ellerinde bulundurarak, yönetime ve doğal kaynakların geleceği hakkında karar veriyorlar.

Bugün en önemli şey, büyük üretim araçlarının kamulaştırılması ve halkın çoğunluğunun ihtiyacına göre yeniden örgütlenmesidir.

Yeraltı kaynaklarının, bütün ekonomide olacağı gibi halkın demokratik kontrolü altında planlı ve kolektif işletilmesi, her zamankinden daha fazla acil bir ihtiyaç. Komünizm insanlık için hâlâ tek gerçek hedeftir.