BÜYÜK SERMAYENİN ELİNDEKİ TARIM, GIDA TARIMCILIĞI VE BESLENME

27 nisan 2001

(LEON TROÇKİ ÇEVRESİNİN YAYINLARI 90 numaralı- 27 NİSAN 2001)

Belirli bir zaman önceden beri, gıda tarım sanayinin üretimi olan ürünler kadar "üretken" denilen tarımcılık da suçlanıyor. Son yıllarda süregelen bazı belirli sayıdaki problemler de bu dosyayı kabartıyor.

Daha önce, genel olarak "Deli dana hastalığı" adıyla bilinen, Bovine Spongiforme Encephalopathie (BSE) hastalığı vardı. Birkaç aydan beri, henüz Fransa'da fazla yaygınlaşmamış olsa da, yetkililerin, birçoğu sağlıklı olan binlerce hayvanı öldürerek yakma kararı almalarına yol açan şap hastalığı salgını bulunuyor.

Tabii ki sözkonusu bu hayvanların büyük bir çoğunluğu bu şekilde öldürülmeseler kasaplara gönderileceklerdi, yine de bu kurbanlarla yaşanan heyecanın ne kadar büyük olduğu anlaşılabiliyor.

Daha sonra, listerioze (1), dioksinli (2) tavuklar, hormonlu dana vb gibi alarmların verildiği başka sorunlar da oldu.

Tüketiciler tehlikesiz olarak ne yenilebileceği konusunda sorular soruyor, kendilerini sorguluyorlar. Bir kaç yıl önce bazı etlerin, özellikle de hormonla şişirilmiş dana etlerinin ve yakın bir geçmişte de bütün büyük baş hayvanların etlerinin başarıyla boykot edildikleri biliniyor. Aniden ve kendiliğinden gelişen ikinci boykot, hükümetin, ilk başta reddettiği, büyük baş hayvanların yetiştirilmesi ve beslenmesi için hayvansal unların kullanılmasını tamamen yasaklanmasına karar vermesini sağladı.

"Kötü beslenme"nin eleştirilmesi moda oldu. Halk kitleleri ve köylülük içinde büyük eğilim, güncel sorunların yani düşük kaliteli, tehlikeli, lezzetsiz çevrenin kirlenmesine yolaçan ve tarımcılara verilen sübvansiyonlarla topluma çok pahalıya mal olan beslenmenin sorumlusu olarak "üretken tarımcılığı" suçluyor.

"Bio" tarımcılığı modası, sınırlı olsa da, tüketicilerin bir bölümünün kuşkuculuğunu yansıtıyor. Bunlardan bazılarının, "deli dana hastalığının" insanlara geçmesine neden olduğundan kuşku duyulan et sanayisinin salam sosis vb gibi alt ürünleri kadar, diğer birçok yiyeceğin de ambalajlarında belirtilmeyen, gizlenen Genleri Değiştirilmiş Organizmalar'dan (GDO) ödleri kopuyor. Şekerli ürünlere bile kuşkuyla bakılıyor çünkü avrupa topluluğunun gelecekteki çukulatasının bir bölümü, üreticiler tarafından kullanılan malzemenin ambalaj üzerinde belirtilmesi zorunluluğu olmayacağı için, "yarı gerçek" çukulata olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.

O halde bugün onlarca yıl öncesinden daha mı kötü besleniyoruz? "Üretken" tarımcılığı suçlamalı mı? Bugün geleneksel tarımcılık neye dönüştü? Bu tarımcılık hala mevcut mu yoksa tamamen büyük sermayenin eline mi geçti?

Bundan 50 yıl kadar önce, sabahları alışveriş yapıldığında, ekmekler hamuru ekmekçinin kendisi tarafından mayalayan ve gece pişirilen ekmekçilerden alınırdı. Endüstrileşmiş ekmekçilikten söz edilmezdi: Hele de endüstrileşmiş pastacılıktan hiç sözedilmezdi. Taze süt, sütçülerden boş bidonlar götürülüp doldurtturularak alınırdı. Uzun süre korunulabilen veya vitaminli sütlerden hiç bahsedilmezdi. Aynı biçimde yoksul aileler şaraplarını, boş şişelerini şarap satan dükkanlara götürüp doldurtarak alırlardı.

Çiftlik hayvanları, kışları saman ve yeşil otlarla beslendikleri ahırlar hariç, açık havada yetiştirilirdi. Herhalde, domuz veya tavukları üretme çiftliklerinde yüzlercesi bir arada, sıkışık bir vaziyette yetiştirme düşüncesi, o dönemin köylülerini şaşırtacağı kadar çok da öfkelendirirdi.

Meyve ve sebzelere çok fazla işlem uygulanmazdı, ya da uygulansa bile çok az uygulanırdı. Kimse, yediği salatayla öldürücü tarım ilaçları, bifteğiyle hormon, maden sularıyla nitrat alıp almadığını sormazdı.

Kiwi, mango ve avakado gibi dış ülkelerden gelen sebze ve meyveler hiç bilinmezdi. Portakal ve muz savaşın hemen öncesinde yayılmaya başlamışlardı; savaş sırasında yok oldular; savaştan sonra yine yavaş yavaş ortaya çıktılar. Dondurulmuş yiyecekler hiç bilinmezdi. Buzdolabı halk kitleleri arasında tanınmayan bir lükstü : Evlerin serin bir yerinde sadece yiyecek saklanılabilecek kadar bir yer bulunuyordu.

Fransızcada "gıda tarımcılığı" terimi 1960 yıllarına doğru yani 40 yıl kadar önce ortaya çıktı. Önceden "gıda endüstrisi" terimi vardı ve bu terim sadece profesyonel kişiler tarafından konserve yapımı için kullanılıyordu.

Kökenler

Bütün bunlar, sadece doğal hallerindeki ürünleri yediğimiz anlamına gelmiyor. Besinlerin zanaatkarca dönüştürülmesi çok eski bir uygulamadır. Yani insanların buğdayı ve diğer tahılları öğütüp un, undan galetalar, bulamaçlar ve ekmek vb. gibi yiyecekler yapmayı öğrendikleri tarımın kendisi kadar eskidir.

Antik çağlardan beri tahıl öğütmek için kullanılan değirmen taşları ve daha sonraları inşa edilen değirmenler muhtemelen gıda-tarımcılığı diye nitelendirilebilecek faaliyetlerin ilk biçimlerini oluşturuyorlardı. Antik çağ boyunca, kazılarda bulunan o döneme ait binlerce amforun da (antik çağda kullanılan küpler) tanıklık ettiği gibi, büyük boyutlardaki ticareti olanaklı kılan, zeytinden zeytinyağı, üzümden de şarap yapılması biliniyordu.

Fakat o dönemin randımanı, günümüzün randımanıyla karşılaştırıldığında uzun bir dönem boyunca çok düşük oldu. Orta çağda, tahıl üretimi randımanı 1'e 3 veya ok ender olarak da 4 tahmin ediliyor. Yani 1 ölçek buğday ekildiğinde bundan 3 veya 4 ölçek buğday elde ediliyordu. Sık olarak 400, 500 kiloya yakın randıman alınsa da, hektar başına 250 kilo randıman almak da çok az karşılaşılan bir durum değildi. Bu günümüzde elde edilen randımandan 15, 20 kat daha azdı. Açlık, düzenli olarak tekrarlanan doğal felaketler arasında yer alıyordu. Köylüler, toprak sahibi aristoklar ürettikleri herşeyi zorla aldıklarından kendilerini geçindirmekte giderek daha da zorluk çekiyorlardı. Şehir nüfusu tarımsal artık ürünün azlığı nedeniyle sınırlı kalıyordu. Kırsal nüfus, toplam nüfusun % 80 veya % 90'ını temsil ediyordu ve bazan daha da fazlaydı. Tarım ürünlerinin artışı uzun zaman boyunca, herşeyden önce, toprakların daha çok ekili alan ve tarla haline getirilmesi ve böylece de ekili alanların artmasıyla gerçekleşti.

Kırsal kesimde sadece köylüler yoktu. Orta Çağ'ın sonundan itibaren giderek daha da önem kazanan bir kırsal kesim ticaretinin ve zanatçılığın ortaya çıktığı görüldü. Henüz endüstri bulunmuyordu ama onun yerini yaygın olan zanaatkarlık alıyordu.

17. ve 18. yüzyıllardan itibaren, Antiller'in ve Brezilya'nın kölelerce sağlanan el emeğinin sömürüsüne dayanan, henüz sanayileşmemiş şeker ve şekerli ürünler üretilen sömürge işletmeleri muhtemelen ilk gıda tarımcılığı manüfaktürleriydi. Okyanusun bu tarafında Fransa'da, Bordo ve Nantes limanlarına şeker rafineleri yerleştirilmişti. Aynı dönemde, ringa ve morina gibi balıkların tuzlanması öylesine gelişmişti ki Amsterdam limanının ringa balıkları fıçılarının üzerine kurulmuş olduğundan sözediliyordu.

Ama bunların hiçbiri kelimenin gerçek anlamıyla sanayiyi oluşturmuyordu. Gıda tarımcılığı endüstrisinin ortaya çıkması için 18. yüzyılın sonunda başlayan endüstri devrimini beklemek gerekti.

Buna rağmen evrimleşmiş bölgelere seyrek olarak rastlanıyordu. Böylece dokuma ve iplik manüfaktürleri kenti olan Flandres da, bir süre sonra da Hollanda'da tarımcılık çok yüksek verim alınan noktaya ulaştı : Yani hektar başına 700 kilo ekin elde ediliyordu.

Fakat en önemlideğişim ve dönüşüm İngiltere'de oldu. Orta Çağ'ın sonundan itibaren, burjuva tavırlar takınmaya başlayan aristokrat toprak sahipleri, tahıl üretmektense, koyunlarının yünlerini, Manş denizinin diğer tarafında bulunan flaman iplikçi ve dokumacılara satmanın daha karlı olacağına karar verdiler. Böylece de, flaman ve daha sonra ortaya çıkacak olan ingiliz manüfaktürleri için "koyun yetiştirmeye" başladılar.

Koyun yetiştirmek için toprağı işlemek için hektar başına gerekenden daha az köylü gerekiyordu. Soylu toprak sahipleri bir yandan köylüleri topraklarından kovarken, bir yandan da koyunları istedikleri alanların dışında herhangibir yerde otlamasını engellemek için arazilerini etrafını çitlerle veya duvarlarla çeviriyorlardı. Bu dönemde, ekili toprakların belki de %30'unu kapsayan ve kırsal nüfusta öfke yaratan bir "arazi çevirme" hareketi gerçekleşti.

İngiltere'deki ilk tarım endüstrisi devrimi

Orta Çağ'da gübre hemen hemen hiç kullanılmıyordu. Tabii doğal olarak kimyasal gübre hiç yoktu ama organik gübre yani hayvanların dışkıları da çok az kullanılıyordu çünkü çok az hayvan bulunuyordu. Çiftliklerde sadece sabanları veya arabaları çekmek için kullanılan büyükbaş hayvanlar, yetiştirilmesi kolay olan birkaç domuz ve biraz da kümes hayvanı olmak üzere çok az sayıda hayvan bulunuyordu. Geriye kalan büyük baş hayvanlar ise, o dönemin insanları tarafından, arada bir tesadüfen et yiyebilen çok yoksul köylülere yiyecek sağlayan toprağın bir kısmının onlara ayrılmasını gerektiren rakipler olarak görüyorlardı. Soylulara gelince, zaman geçirmek için tercih ettikleri avlarda avladıkları hayvanların etini yiyorlardı. Elde edilen ürün ve hasatlarla, bitki yetiştirilmesi için gerekli maddeleri tükenmiş toprağın, kendini toparlayıp yeniden ekime hazır olabilmesi için dinlendirilmesi (nadas), çok uzun bir süre boyunca zorunlu oldu. Daha sonra, 8. yüzyıldan itibaren, ekimin dönüşümlü olarak yapılması tekniğinin genelleşmesi, bu gübre yokluğunun, yani ona duyulan gereksinimin sadece çok küçük bir bölümünü giderebildi.

Sonuç olarak, İngiltere'de endüstri devriminden çok önceleri 16. yüzyıldan itibaren ekonomik ve sosyal koşullar, bazı toprak sahibi aristokratlara, diğer bir deyişle ilk "centilmen çiftçilere", tarımcılıkla hayvan yetiştiriciliğini birleştirdikleri alanlara yatırım yapmalarını sağladı. Böylece de, büyük baş hayvanların beslenmesini ve buna bağlı olarak da ekili alanları gübrelemeye yarıyan hayvan dışkısından oluşan çok değerli gübrenin artmasını sağlayan ot ve saman gibi yemlerin üretilmesi için ekilmeye başlandı.

Mirabeau Markizi daha sonraları "paranın, toprağa serpilebilecek en gerekli gübre" olduğunun ayrımına vardı. Ve randımanlar hektar başına 1200, 1500 kiloya ulaşarak büyük bir sıçrama yaptı, yani aynı dönemde Fransa'da, hatta Avrupa'nın geri kalan yerlerindekinden 2 ya da 5 katı daha fazla randıman elde ediniliyordu. Aynı zamanda, üretken hayvan cinslerinin seçimi ve veterinerlerin bakımı sayesinde hayvan yetiştiriciliği de gelişiyordu. Kasaplık sığırların 1700 yılında 370 livre (1) yani 185 kilo olan ortalama ağırlıkları, 1800'de yaklaşık iki katından biraz daha fazla 800 livreye yani 400 kiloya yükseldi. İngiliz sığırları o dönemde dünyanın en iyi, en tombul sığırlarıydı.

İşte sanayi ortaya çıkmadan önce, tarımın ulaşabileceği en yüksek düzey kuşkusuz buydu. Çünkü bugün aynı topraklardan hektar başına 7500, 8500 kiloya denk düşen 6, 7 kat daha fazla ürün alınıyor. Hala katedilecek yol bulunuyordu. Böylece İngiltere'deki sanayi devriminden önce, şehirler geliştiğinde onların nüfusunu beslemek için gereken besin ürünleri fazlası (artı ürün) ve topraklarından kovularak proleterlere dönüşmek zorunda kalan köylülerin sunduğu el emeği sayesinde sanayi devrimini destekleyip kolaylaştıran bir çeşit ilk tarım devrimi gerçekleşti.

Endüstri devrimi ve demir yolları

İngiltere'deki endüstri devrimi, Fransa'nın Eski Rejime karşı tam bir devrim içinde olduğu dönemde başladı. Daha sonra 19. yüzyılın birinci yarısında Batı Avrupa'ya ve ABD'ye yayıldı. Japonya için bu 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti.

Bütün inandıklarımızın aksine, ilk dönemde sanayileşme tarımı çok büyük oranda etkilemedi, altüst etmedi. Bunun nedeni çok basitti : sanayi başlangıçta buharlı makinelere dayanıyordu. Oysa ki tarımda birkaç buharlı traktör veya diğer makinaların denenmesine rağmen, pek kullanışlı görülmedi ve tutulmadı. Tahıllar için, çiftlikten çiftliğe giden buharlı bir biçerdöver icad edilmişti. Fakat tarımın gerçek anlamda motorlu araçlarla donanması için, patlamalı motorları yani 20. yüzyılın başına kadar beklemek gerekti.

Buna karşılık demiryollarının gelişmesi ise kesinlikle belirleyici bir rol oynadı. Demiryolları, 1830'lu yıllarda gelişti, 1860-70'li yıllarda daha da yaygınlaşarak, tarım ürünlerinin daha geniş pazarlara ulaşmasını sağladı.

Dolaylı olarak randımanın artmasını da sağladı. Örneğin Fransa'da, demiryollarından önce bir taşra kentinden diğerine ulaşım çok zor olduğu için heryerde herşey üretiliyordu. Böylece çeşitli yeşil bitkiler ve otların ekimine elverişli batı topraklarında, sıkı sıkıya tahıl hatta üzüm üretimine sarılınıyordu. Eski Rejim altında, uygun ulaşım olanaklarının yokluğu nedeniyle bazı bölgelerde kıtlık ve açlık sözkonusuyken, komşu taşra bölgelerinde yeterince yiyecek bulunduğu bilinmektedir. Demiryollarıyla, bölgeler, üretmedikleri besin maddelerini diğer bölgelerden getirerek, belirli alanlarda uzmanlaşmaya başladılar. Fransa'da Paris Havzası tahıl, Batı hayvan yetiştiriciliği, Languedoc ise kuzeyin işçi sitelerine ucuz şarap sağlamak için bağcılık ve şarap üretimi bölgelerini oluşturuyordu. Her bölgeye en uygun, en iyi biçimde uyum sağlamış ürünleri üretmesi, sadece bu randımanı arttırıyordu.

Diğer yandan demir yolları, daha sonraları "kırsal göç" (exode rural) diye adlandırılacak olan, kırsal kesimlerin nüfusunun azalması olgusuna neden oldu. Bunun ilk kurbanları ise köylüler olmadı. Kırları ilk olarak terketmek zorunda kalanlar, yaşamları toprağa bağlı olmayan, yani direk olarak toprakta çalışmalarıyla geçinmeyen zanatkarlar, hepsinin ötesinde de tekstil endüstrisinin rekabet ettiği iplikçi ve dokumacılar, kırları bir baştan bir başa dolaşan işportacılar (vb. gibi) oldu. Bu insanlar proleteryanın saflarını geliştirmek üzere kentlere gittiler.

19. yüzyılda ingiliz tarımı

İngiltere, 18. yüzyılın sonundan itibaren ilk sanayileşmiş güçlü devletti ve yaklaşık olarak ABD tarafından geçildiği 19. yüzyılın sonuna kadar da böyle kaldı. Böylece, besinlerin "beyaz demir" denilen sırlanmış metal kutularda konserve olarak saklanması ilk İngiltere'de doğdu. Halbuki bu yöntem ilk olarak Fransa'da, Nicolas Appert tarafından bulunmuştu. Nicolas Appert, daha 1782 yılında, yani 16. Louis zamanında, bezelyeleri cam kavanozlara koyarak 18 ay sonra tüketmişti. Bu deneyle problemsiz yaşamını sürdürmüş, yöntemi geliştirmişti ama uygun bir metalurji endüstrisinin olmaması nedeniyle çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Öte yandan, İngilizler bu buluşu sanayileşmiş yöntemlerle tekrar ele aldılar. Gerçeği söylemek gerekirse başlangıçta konserveler öncelikle denizcilikte kullanılıyordu.

İngiliz sanayicileri dünyanın en başarılı ve rekabet tanımayan sanayicileri olarak, yabancı pazarlara açılmak, yani serbest ticareti ve dolaşım istiyorlardı. Fakat bu, belli başlı toprakları elinde bulunduran ve ülkeyi politik egemenlikleri altında tutmaya devam eden "gentry"lerin çıkarklarına ters düşüyordu : İngiliz tarımcılığı, gelişmişlik düzeyine rağmen ihracatçı değildi. Serbest değişim ve dolaşım onlar için sadece kullanışsız ve yararsız değil, aynı zamanda da tehlikeliydi. Gıda maddelerinin fiyatlarını yüksek tutabilmek için buna karşı çıkmaya çalışıyorlardı.

Richard Cobden adlı bir sanayici tarafından, yoksul sınıfların besinlerinin temelini oluşturan tahılların serbest ticareti konusunda bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya, sanayi kapitalistlerinin de desteğiyle halk kitleleri içinde büyük başarı kazandı. Sanayi zaferi kazandı ve 1849 - 1852 yılları boyunca gümrük vergileri azaltıldı veya tamamen kaldırıldı. Buğday ve dolayısıyla da ekmek fiyatları düşürüldü, bu ise sanayicilerin ücretleri çok düşük düzeyde tutmalarını sağladı. Aynı zamanda yaklaşık on yıldan beri süren çartist işçi hareketinin yarattığı çalkantılara da bir reformla cevap verildi.

Bunu izleyen 30 yıl boyunca ingiliz tahıl üreticilerinin durumunu tehdit edici hiçbirşey olmadı. Fakat ulaşım ve taşımacılığın maliyetine karşın, deniz ötesi ülkelerin, ABD'nin, Kanada'nın ve Arjantin'in buğdayları, İngiltere'ye daha ucuza gelmeye başladılar. Buğday üretimi bu dönemde, 10 yılda üçte bir oranında geriledi. Sanayi kapitalistlerinin çıkarları herşeyden önce geliyordu.

Serbest ticaret için mücadele edilen bütün bu yıllar boyunca, tümüyle İngiltere'nin egemenliği altında olan İrlanda, bu ülkenin yegane önemli gıda maddesi olan patateste oluşan bir hastalığın ardından, Orta Çağdan beri ilk defa böylesine büyük çapta olanı görülen bir kıtlık ve açlık yaşadı. 1845 ve 1848 yılları arasında belki de 1 milyon irlandalı açlıktan öldü, diğer bir milyonu ise göç etmeye zorlandı. İrlanda, nüfusunun hızla dörtte birini, açlık yılları uzadıkça da yarısını kaybetti. İngiliz yöneticiler İrlandalıların bu yazgısı karşısında tamamen ilgisizdiler. Böylece Batı Avrupa'da yaşanan en son, en büyük kıtlık ve açlık, en zengin, en sanayileşmiş ve tarımın da en çok gelişmiş olduğu ülkede gerçekleşti. İrlandalılar, ingiliz hakim sınıfları için karlı bir pazar oluşturmadığından, bu sınıflar soruna gerçek bir çare bile aramadılar.

1945'e kadar Fransa'daki tarım

Fransa'da endüstrinin, buna bağlı olarak da köylü dünyasının evrimleşmesi farklı oldu. İngiliz rakiplerine göre geri kalmış olan Fransız sanayicileri, daha çok kural olarak korumacılığı istiyorlardı. Sadece, ortalarına doğru, 30 yıl kadar bir süre serbest değişim ve ticaretin yapıldığı 19. yüzyılın ortalarında bu kurallar uygulanmadı. Daha sonra 1880'lere doğru yeniden korumacılık politikasına dönüldü.

Köylülük küçük mülk sahiplerinin egemenliği altındaydı. Bunların toprakları, kilisenin, krallığın ve soyluların topraklarının çok düşük fiyatlarla satılması ve bazan da devrim sırasındaki el koymalarla daha da büyüdü.

Fransız köylüsünün tarımsal yöntemleri, 1,5 asır yani 150 yıl boyunca çok yavaş bir biçimde evrimleşti. Randıman doyum noktasındaydı, durgundu : Örneğin buğday ekimindenki randıman, 1950'de hala 1850'dekinin aynısıydı, yani üretim hektar başına 1500, 1600 kiloydu. Sonuç olarak genel köylü nüfusundan geriye bu nüfusun güçlüleri kaldı : 20. yüzyılın başında aktif nüfusun yarısı hala tarım alanında çalışıyordu. Ve 2. Dünya Savaşı'nın ertesinde nüfusun üçte biri tarım alanında kalmıştı. Tarım varolan nüfusu beslemekte güçlük çekiyordu. Fransa ihracatçı değildi. Gıda endüstrisine çok seyrek olarak rastlanıyordu : genellikle sömürgelerin ürünlerini işleyen, birkaç şeker ve şekerli ürün, sıvı yağ, bisküvi üretimi sözkonusuydu. 1860, 1865 yılları arasında çok az sayıda un değirmeni vardı, ama ülkeye dağılmış 41 binden fazla küçük değirmen sayılabiliyordu.

Hatta elde edilme yöntemleri 1. Napolyon zamanında oluşturulan şeker pancarından elde edilen şeker endüstrisi, Antiller'in ve Réunion'un şeker kamışlarını işleten sömürgelerin yararına alınan önlemler nedeniyle çok yavaş gelişti.

Bu arada diğer konulara geçmeden önce, ilerde bir defa sözedeceğimiz, 1886 yılında Nantes'da Lefèvre-Utile'in, piyasadaki adı LU olan küçük bir bisküvit fabrikasının kuruluşundan da sözedelim.

Yabancı tahıllarının rekabetinin ardından, 1880'li yıllara doğru, Tarım Bakanı Jules Méline'nin himayesi altında tarım ve endüstri alanlarındaki korumacılığın güçlendirilmesi sözkonusu oldu. Fransız kapitalizmi, rekabetçi ülklerin girememesi nedeniyle korunan pazarlar oluşturan sömürge imparatorluklarına doğru geri çekildi. Ve kapitalistler endüstriye yatırım yapmak yerine, Panama Kanalı veya rus borçları gibi "parlak" işlerde spekülasyon yapmayı seçiyorlardı.

Fransa'da tam anlamıyla İngiltere'dekine karşıt bir gelişme olsa da, tarımsal ekonomi de dahil ekonomiyi kendi çıkarları anlamında yönlendiren, sanayi sermayesi oldu.

Küçük mülk sahiplerinin egemen konumda olduğu çok sayıdaki fransız köylüsü, önce feodal vergileri kaldıran ve kendilerine toprak veren devrim sırasında devrimci, bunun ardından Napolyon'un yönetimi altında Bonapartcı oldular. Daha sonra ise, yeniden yapılanmadan sonraki monarşi, III. Napolyon'un II. İmparatorluğu, ve III. Cumhuriyet gibi rejimlerin gerici ve tutucu belkemiğini yani bu rejimlerin dayandıkları temel sınıfa dönüştüler. Vichy rejimi altında 1940 ve 1945 yılları arasında, "toprak yalan söylemez" ifadesini kullanan propagandayla şımartıldılar, çünkü Pétain rejiminin iş, aile ve vatan gibi çeşitli değerlerini temsil ettikleri düşünülüyordu.

Fransız tarımı 20. yüzyılın ortalarına doğru hala gecikmiş durumdaydı. 1938'de yani İkinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, Fransa'da sadece 38 bin, yani ABD'dekinden yüz defa daha az sayıda traktör vardı. Kuşkusuz Fransa daha küçüktü ama bu sayı büyüklüğü ile orantılı değildi. değildi.

ABD'nin merkezi bölgelerinin batısındaki tarım devrimi

ABD, tarımdaki gelişimin en büyük olduğu ülkeydi.

Kuruluş tarihinin başlangıcında, bu ülkenin nüfusu daha çok köylülerden oluşuyordu : nüfusun % 95'i toprakta çalışıyordu. Bağımsızlık sırasında belli başlı şehirlerden biri olan Filedelfiya'nın nüfusu 40 bin, New York'un nüfusu ise 25 bindi. Hatta bu ülke, bağımsızlığını elde etmeden önce İngiltere'nin sömürgesiyken bile, köylülük asla Avrupa'daki büyük aristokrat mülk sahipleri sistemini yaşmadı. Köylüler toprakları için kira ödemiyorlardı ve eğer topraklar başka yerlerde daha zengin ve verimliyse, para ödemeden elde edilebiliyorsa şanslarını buralarda denemek üzere çekip gitme özgürlüğüne de sahiptiler.ABD'nin kuzeyinde Atlantik kıyılarındaki topraklar çok verimli değildi. Fakat Batıya gidildikçe Appalaş dağları aşıldığında, Ohio vadisinden Missisippi ovasına doğru inildikçe buralarda boş ve çok verimli topraklar bulunuyordu. Bu topraklar tam anlamıyla boş değillerdi ama sadece sömürgecilerin buralara püskürttükleri ve daha sonra da katlettikleri kızıldereliler bulunuyordu.

Bu büyük ovalarda el emeği çok güçlükle bulunuyordu. Sömürgecilerin yeni teknik metodlara ihtiyaçları vardı. Cyrus McCormick 1834'de ilk mekanik biçme makinesini keşfetti. Ama dikkat, bu makina atlarla çekiliyordu. Atlarla çekilmesi makinayı çalıştırıyordu.

Demiryolları büyük ovalara, bugün Merkezin Batısı diye adlandırdığımız yerlere ulaştığında, tarım dverimi gerçekten başladı. Buğday ve mısır üretimi 1840 yılından itibaren, 20 yılda, iki katından daha fazla arttı. Batı, üretimini özellikle de tahılı henüz endüstrileşmeye başlamış olan kuzeye direk olarak ihraç edebiliyordu. Kuzey ise karşılığında batıya endüstri ürünlerini satıyordu. Böylece batı, merkezin batısı ve kuzey arasında temel bir dayanışma yaratıldı.

Bu süre boyunca, bu ana kadar köleleriyle daha çok tütün üreten Güney diye adlandırılan Atlantiğin güney kıyılarındaki eyaletler, pamuğu çekirdeklerinden ayıran bir makina sayesinde ve bu bölgenin ikliminin pamuk üretimi için ideal olması nedeniyle pamuk üretiminin onlara sunabileceği çıkarları keşfettiler. Ve Güney, 60 yılda dünyanın bir numaralı pamuk üreten bölgesine dönüştü.

Güney pamuğunu, dünyanın tekstilde birinci olan ülkesi İngiltere'ye ihraç ediyordu. Karşılığında ABD endüstrisinin henüz üretemediği kaliteli ve lüks endüstri ürünlerini alıyordu. Böylece, Güney ve İngiltere arasında bir ekonomik dayanışma kuruldu. Güney pamuğunu rahatça satabilmek için özgür değişimi yani serbest ticareti isterken, endüstrileşme halinde olan kuzey kesinlikle, yeni doğan endüstrisini bir gümrük duvarlarıyla korumak istiyordu. Böylece Kuzey ve Güney arasında bir anlaşmazlık doğdu ve özellikle de gümrük tarifeleri konusunda yapılan oylama sırasında iyice büyüdü. 1828'de Güney tarafından "iğrenç" olarak nitelendirilen gümrük tarifeleri belirlendi. Buna bir de kölecilik konusundaki anlaşmazlık ve tartışmalar eklendi : Endüstrileşmiş Kuzey fabrikalarda daha az üretken olan köleler yerine, ücretli işçiler istiyordu. Büyük üretme ve yetiştirme çiftliklerine sahip olan güney ise kölecilikten yanaydı. Bu çelişkilere bahane oldu, ama en önemli neden bu değildi. Güney ayrılmayı istedi. Aynı adla anılan "ayrılma" savaşı yapıldı. Bu savaşta Batının tarımcı eyaletleri Kuzey ile ittifak yaptılar. 1865 yılında Güney yenildi.

Endüstirileşmiş kuzey ülkenin bütününü ele aldı ve endüstrileşme bir kıta kadar büyük olan bu ülkede olağanüstü bir hızla gelişti. Ayrılma Savaşı'nın bitiminden dört yıl sonra, ilk kıtalararası demiryolu Atlantik ve Pasifik okyanuslarını birbirlerine bağlıyordu. Birkaç yıl içinde yeni böyle birçok demiryolu inşa edildi. Merkezin Batısı'ndaki bölgeler demiryollarıyla örülmeye başladı. Köylüler giderek daha az kendi tüketimleri için üretiyorlar, daha çok ise satmak için üretiyorlardı. Toprak üzerinde iklime ve toprağın kalitesine göre uzmanlaşma büyük rol oynadı. Çiftçiler "kuşaklar" (belt) oluşturuyordu. Çünkü haritaya bakıldığında bu bölgeler genel olarak Büyük Göl etrafında kuşaklar oluşturuyorlardı. Büyük Göl'ün yakınındaki "Dairy Belt" süt ürünleri kuşağını, bundan uzaklaştıkça "Corn Belt" mısır ve domuz yetiştiriciliği kuşağını, "Wheat Belt" buğday üretimi kuşağını oluşturuyordu. Batıya doğru ilerledikçe bu bölge ekim için elverişsiz ve kurak olduğundan, bu topraklar büyük baş hayvanların yetiştirildiği büyük çiftlikler için kullanılıyordu. Güneyde ise pamuk üretimi yapılan "pamuk kuşağı" bulunuyordu. Missisippi, Missuri, Ohio vadilerindeki bulunan işlenebilir toprakların tamamının büyüklüğü, Fransa'nın ekilebilir topraklarının 5, 6 katını kapsamaktadır. Bu topraklar büyük bir hızla yerkürenin en büyük tarım alanlarına dönüştüler, hala da birinci sırada yer almaktadırlar.

Federal devlet, bu bölgelere insanların yerleşmesini ve bu tokrakların işlenmeye özendirmek için sadece Kızılderililere ait olup hiçkimsenin sahip olmadığı bu toprakları, yerleşecek olanlara çok ucuz fiyatlarla satmaya, hatta ücretsiz olarak vermeye karar verdi. Bu topraklara yerleşenler, 1882 tarım kanunuyla 64 hektar tutarındaki toprakları sembolik fiyatlarla aldılar. Demiryollarının inşasına yardımcı olup desteklemek üzere özel demiryolu şirketleri devletten toprak kuşakları ve diğer ülkelerin topraklarına giren demiryolları için topraklar aldılar. Böylece demiryolu şirketleri, konumlanmaları çok iyi olan bu toprakları yeniden satabiliyorlar, ya da kendileri çeşitli yollarla değerlendiriyorlardı. Böylece de bu şirketler bu alanları kendilerine ikram etmiş oldular ve başka bir seçim hakları olmayan çiftçilere, tahılların taşınması veya diğer taşımacılık işleri için çok yüksek fiyatlar dayattılar.

Bu dönem boyunca, Avrupa'dan gelen göç akımıyla amerikan pazarları, büyük oranda genişledi ve 19. bitmesinden hemen önce, dünyada 1. sırayı aldı. Tarım ürünleri her zaman daha çok gerekliydi. Bugün üretici diye adlandırdığımız tarım, o dönemde gerçek bir biçimde Merkezi Bölgenin batısındaki bölgelerde doğdu.

Makinalaşma - ama henüz motorlaşma değil - harika bir ilerleme kaydetti: biçme, orakla kesme, koçan veya başak ile taneleri ya da tohumu ayırmak için dövme, toprağı havalandırma, tohum ekimi makinaların yardımıyla yapılıyordu. 1880'de buğdayın 5'de 4'ü makinalarla biçiliyordu. Çok büyük buğday depoları ve değirmenler inşa edildi. 1870, 1880 yıllarına doğru endüstrileşme sayesinde devasa mezbahalar inşa edildi. Aralarında Sinsinati, Kansas City, Saint Louis ve hepsinin ötesinde de Şikago'nun da sayılabileceği mantar gibi çoğalan birçok kent, ya gıda sanayi ya da tarım araçları ve malzemeleri alanında uzmanlaşmıştı. Şikago bugün hala dünyanın gıda ürünleri üretiminde birinci sırada yer alan kentleridir. Bu kent ayrıca dünyanın en büyük tahıl borsasının ve belli başlı mezbaha işletmelerinin merkezidir. Aynı zamanda, biçme makinaları üreticisi olan McCormick fabrikaları yani McCormick Harvester Şirketi burada bulunmaktadır.

Diğer konulara geçmeden önce 1 mayıs anma gününün kökeninde, Şikago'daki McCormick fabrikasında yapılan grevin bulunduğunu hatırlatalım. 1886 yılı mayıs ayının başında yapılan grev sırasında, polisin grevcilerin üzerine açtığı ateş sonucunda 6 kişi ölmüştü. Emekçiler bunu protesto etmek için ertesi günü bir protesto gösterisi düzenlediler. Polislerin üzerine atılan bir bomba 7 polisin ölmesine yolaçtı. Bu bombanın kimin tararafından atıldığı hiçbir zaman öğrenilemedi. Patronların veya polisin provakasyonu olabilirdi. Tüm bunlara rağmen 6 işçi yöneticisi tutuklandı, yargılandı, suçlu olduklarını ispatlayan hiçbir delil bulunamamasına rağmen asıldı. Ve böylece, bu grevin, emekçilerin bu mücadelelerinin ve haksız yere verilen bu ölüm cezasının anısına, 1 Mayıs "uluslararası emekçiler günü" ilan edildi.

Çiftçiler ve tröstler

Büyük kapitalistlerle çatışanlar sadece işçiler değildi : Aynı zamanda "çiftçi" olarak adlandırılan köylülerin de çıkarları büyük kapitalistlerin çıkarlarıyla çelişiyordu. Demiryollarının aşırı, abartılı tarifeleri ile zarar ediyorlardı. Diğer yandan makinalarla donanabilmek için bankalara ihtiyaçları vardı. Borçlarını ödeyeceklerine dair teminat olarak, genellikle topraklarını ipotek etmek zorundaydılar. İyi bir hasatla borçlarını geri ödemeyi ümit ediyorlardı. Fakat maalesef onlar için hasatın çok çok iyi olması, üretimin dolayısıyla da stokların artması, böylece de fiyatların düşmesi anlamına geliyordu. Parayı geri ödeyemeyenlerin topraklarına bankalar tarafından el konuluyordu. Birçoğu ise çok fazla borçlandıkları için bunalım içinde yaşıyorlardı. Bazıları artık bankalara borçlarını ödemek için çalışıyorlardı. 1870, 1900 yılları arasındaki dönem tarımcılar için çok zor bir dönem oldu. Özgür amerikalı çiftçiler bir ya da iki nesil süresince büyük mali sermayenin kölelerine dönüştüler. Ayrıca Merkezi bölgelerin batısındaki bu yerlerde, çiftçilerin çok kısa ömürlü olan, Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti'den ayrı partisi Halk Partisi görüldü.

19. yüzyılın sonu, Rockefeller ile petrolde, demiryollarında, çelik üretiminde ilk tröstlerin kurulduğu dönem oldu. Aynı zamanda tarım alanında tröstler oluştu. Bu alanda daha önceden sözettiğimiz McCormick bulunuyordu. Ayrıca, tütün, şeker, whisky tröstleri de vardı. Sessizce ortaya çıkan ve daha sonra müthiş bir tröste dönüşen bir şirketten de sözetmek gerekir : 1887'de Atlanta'lı bir ecza'cı ABD'nin Corciya (Géorgie) eyaletinde "Coca-Cola" olarak adlandırdığı şekerli ve güçlendirici bir şurup üretti. Hayvan yetiştiriciliğinde batıdaki "hayvancılığın baronu"ndan sonra, Şikago'da Philippe Armour "konserve kralı" ilan ediliyordu.

1906'da Sosyalist gazeteci Upton Sinclair tarafından, Şikago'daki Armour mezbahaları üzerine yapılan bir anketi içeren, Orman Kanunu adıyla yayınlanan roman kamuoyunda büyük bir skandal yarattı. Sinclair romanında hem et fabrikası işçilerinin çok kötü çalışma koşullarını tasvir ediyor, hem de temizlik koşullarının yokluğuna değiniyordu. Sinclair, "Sosislere, işçilerin terleyip milyonlarca tüberküloz basili içeren tükrük ve balgamlarını tükürdükleri yerlerdeki toz ve testere tozları içinde ortalıkta sürüklenen etler konuluyordu." diye yazıyordu. Çalışma koşullarından çok bu genel görünüş genel bir tepki hareketi yarattı. Sinclair : "Kalbi hedef almıştım ama ulusu midesinden vurdum" diye açıklamada bulunuyordu. Kitap, girişim özgürlüğünün arkasına sığınan sanayicilerin muhalefetine rağmen kendini dayatan bir kanuni düzenlemenin doğmasına ve yiyeceklerin etiketlerinde yazılanlarla içinde bulunanların uygunluğunun zorunlu kılınmasına yol açıyordu.

Amerikan çiftçileri bir zincirin basit halkalarına dönüşmüşlerdi. Yukardan aşağıya makina, gübre sağlayanlar, bankalar ve aşağıdan yukarıya da, demiryolu şirketleri olduğu kadar, tohumlarını veya hayvanlarını alan toptancılar bulunuyordu. Onlar da tüm bağımsızlıklarını kaybetmişlerdi. Amerikan tarımı en üretken bölgelerde en azından tamamen büyük sermayenin ellerine düşmüştü.

Bu evrime üretimin ve üretkenliğin harika bir biçimde artışıyla birlikte bazı fekaketlerin artışı da eşlik etti. Herşeylerini tamamen kaybeden çiftçiler için tam bir sosyal felaket yanında doğal felaketler de sözkonusuydu. Doğu ve orta amerikanın süper ormanları hemen hemen tamamen yokolmuştu. Büyük ovalardaki milyonlarca bizon tamamen yokedildi. Aynı zamanda bir süre sonra da vahşi at sürüleri, batının mustangları, öylesine katledildiler ki, artık onlara gerçek yaşam yerine filmlerde rastlanılır oldu.

Çok kuru toprakların işlenmesi, zaman içinde, özellikle de Oklohoma'da kilometre karelerce toprağı kasıp kavuran, bütünüyle bir bölgeyi harabeye çeviren büyük kum fırtınalarının oluşmasına yolaçtı.

Çiftçiler, sürekli artan hasattan elde edilen ürünü elden çıkarabilmek üzere, ABD'nin pazarları artık yetersiz kaldığı için dünya pazarlarına açılmayı hedefleyen tahıl tröstlerine satıyorlardı. 1880'li yıllara doğru ABD, Kanada ve Arjantin buğdayı Avrupa ülkelerinin buğdayı ile rekabet etmeye başladılar. Fransa'nın Le Havre limanlarına fransız buğdaylarından çok daha ucuza varıyorlardı. Böylece, tahıl üretimi rekabete dayanamayan ve çöken İngiltere hariç, Avrupa, yeniden korumacılığı benimsedi.

ABD kapitalist tarımcılığı, 19. yy sonunda, insanlığın o zamana kadar ortaya koymadığı düzeyde harika bir tarımcılık geliştirdi : ABD, et ve süt sayılmazsa, dünyadaki buğday'ın beşte birini, mısırın üçte ikisini, pamuğun % 50'sini, tütünün ise üçte birini üretiyordu. Buna ayrıca, teknik ve kapitalist bütün görünümleriyle amerikan tarımının uzantısı gibi görünen buğdayda uzmanlaşmış Kanada tarımını da eklemek gerekir.

Patlamalı motorun keşfiyle emperyalist gıda tarımcılığında patlama :

20 yüzyılın ilk 10 yıllık bölümünde, yeni bir önemli teknik icat yapıldı : Önce benzinle çalışan motorlu traktör, birkaç yıl sonra da mazotla çalışan bir motor keşfedildi. 1910 yılında ABD'de 1000 traktör vardı, 30 yıl sonra bu sayı 3,5 milyona yükseldi. Traktörler, giderek daha da karmaşıklaşan ve performansları artan makinaları çekerek, tarımcıların işte kullandıkları araçlarına dönüştüler. Buna paralel olarak diğer makinalar, özellikle de devasa biçerdöver makinaları motorla donandı. Bu, ABD'nin kırsal kesimlerinde hayvanla çekilen araçların sonu oldu. Bu duruma ulaşmak için Avrupa'da ise, İngiltere hariç yarım asır, yani yaklaşık 50 yıl beklemek gerekti.

Sonuç olarak daha çok üretmek için daha az köylü gerekiyordu. Köylü sayısı azalmaya devam etti. 10 yıl süren 1929 kriziyle birlikte, borca boğulan, aşırı üretim nedeniyle ürünlerini satamayan 10 binlerce köylü ailesi, tamamen yoksullaşarak, açlıktan ölerek, çok kötü koşullarda da olsa bir iş bulabilmek ümidiyle ülkeyi bir baştan bir başa dolanıyorlardı.

Bu John Steinbeck'in "Gazap Üzümleri" adlı romanında anlatılan koşulların yaşandığı dönemdir. Steinbeck romanında, en yoksul köylüler tarafından terkedilen topraklara nasıl bankalar tarafından el konulduğunu ve nasıl yeniden büyük toprak sahiplerine satıldığını anlatmaktadır.

Tarım tröstleri, aynen endüstri tröstlerinin yaptıkları gibi, amerikan iç pazarını tamamen ele geçirdikten sonra, sadece bugün söylenildiği gibi "pazarlarda pay" elde etmek için değil, buralardaki bütün zenginlikleri ele geçirmek için dış ülkelerde olanaklar aramaya başladılar. ABD'nin gıda tarımcılığı tröstleri Latin Amerika topraklarını paylaşmaya başladılar.

Özellikle de, İspanya Amerikan savaşı ile Küba ve Porto Rico'nun ABD birlikleri tarafından işgalini izleyen yıllarda 1899'da kurulan United Fruits (Meyve Birlikleri) adlı şirket bu duruma örnek gösterilebilir. United Fruits, büyük üretim çiftlikleri kurdu. Özellikle Orta Amerika'daki birçok ülkede, temel olarak da Guatamala, Honduras ve Costa Rica'da, diğer ürünlerin yanında ve herşeyden önce muz yetiştirme alanları oluşturdu. Üretim çiftliklerinin ve demiyollarının işletme hakkını 99 yıllığına ele geçirdi. Bu şirket, sefalete yakın skandal yaratacak düzeyde düşük ücretler ödeyerek bölgede yaşayanların el emeklerinin sömürüsü sayesinde zenginleşti.

Şirket bölgedeki idarecileri satın aldı, özel milisler oluşturdu veya en basitinden tröstlerin alanlarını bölgedeki ordular koruyorlardı. "Muz Cumhuriyeti" ifadesi de buradan gelmektedir. United Fruits, iktidara gelen rejim kendi istedikleri doğrultusunda yeterince uysal olmazsa askeri darbeye yol açmakta tereddüt etmiyordu. ABD ordusu, 1903 ve 1932 yılları arasında, dünyanın bu bölgesinin 7 ülkesinde, kendi kanunlarını dayatmak, seçimleri kontrol etmek, grev kırıcılığı yapmak vb. gibi nedenlerle 20 defa müdahalede bulundu. Bir süre sonra, 1953 yılında, Cumhurbaşkanı Jacobo Arbenz Guatamala'da tarım reformu girişiminde bulunduğunda da aynı durum başgösterdi : Jacobo Arbenz United Fruit'nin silahlı sağ kolu yani yardımcısı ABD tarafından örgütlenen bir askeri işgalle devrildi.

Küba adasında, ülkeye şeker tröstleri egemendi : bu trösler toprakların en iyisi olacak biçimde % 25'ine sahip oldular ve üretimin % 40'ını da kontrolleri altında tutuyorlardı. ABD, Fidel Castro'nun iktidara gelişine kadar süren bu dönemde, Küba'nın şekerini dünya kurlarından daha düşük fiyatlarla alıyordu ve böylece de kendi şeker ekimcilerine ve sanayicilerine sübvansiyonla yardım etmiş oluyordu.

1930'da amerikan köylüsü toplam nüfusun sadece % 21'inden biraz fazlasını temsil ediyordu. Tarım "modern"leşmiş, tümüyle üretici olmuş ve sadece Apalaş'lardaki veya güneydeki, bu bölgelerde yaşayanların kullandıkları deyimle "yoksul beyazların" büyük üretim ve ticaret çevrelerinin dışında ekim yaptıkları bazı bölgeler hariç, tamamiyle tröstlerin eline düşmüştü.

Aynı yöntemle, yeni keşfedilmiş Amerika kıtası dışındaki topraklarda tröstler daha çok Batı Avrupa'da ve Japonya'da kurulmuştu. Bu tröstler, sömürge ülkelerdeki devasa boyutlardaki tarım işletmelerinin, ekim alanlarının kontrolünü ellerine almışlardı : Textilde kullanılan bitkiler, kauçuk - Hindiçin'deki Fransız şirket Michelin gibi -, Senegal'de yer fıstığı, Hindistan'da çay, kahve, kakao vb. gibi. Genellikle, bölgede yaşayanlara zorla dayatılan ve yaşam için gerekli bitkilerin ekimini tehlikeye atan bir tarım ekonomisi sözkonusuydu. Sömürgeleşmiş bu ülkelerin köylülerinin bir kısmı, sömürgeci ülke yetkililerce zorla dayatılan çalışmaya bağlı olarak, tröstlerin kölelerine dönüşüyorlardı. Daha sonra bu ülkeler bağımsızlıklarını elde etseler bile, kendilerini, gelişmelerini engelleyen eski sömürgeci metropollerine ekonomik anlamda zincirlenmiş buldular.

Hollanda'da bitkisel yağları üreten "Margarin Unies", İngiltere'de de sabun üretimini gerçekleştiren "Lever Brothers" kuruldu. Margarin ve sabun üreticisi bu iki şirket, 1929 yılında birleşerek Unilever'i oluşturdular. Unilever, bugün gıda tarımcılığı ve temizlik ürünleri alanında devasa boyutlara ulaşmış 2 veya 3 çok uluslu şirketten biridir.

Aynı zamanda, konsantre sütün keşfedilmesinin ardından, 1867'de Nestle'nin kurulduğunu da belirtmek gerekir. Böylece İsviçre ineklerinin sütü bu ülkenin bankalarını zengin etmeye hizmet ediyordu. Ve Nestle günümüzde dünyada birinci - veya ikinci - sırada yer alan sanayi grubuna dönüşmüş bulunuyor.

Bütün dünyadaki tarımın modern sektörleri, 20. yüzyılın ortalarında, daha onlarca yıldan beri, sadece SSCB hariç, ister Avrupa'nın yaşlı ülkelerinde, ister yeni dünya ABD de ya da Japonya'da, isterse de sömürgelerde olsun, şu yada bu biçimde sermayenin, başka bir deyişle emperyalizmin eline geçmiş veya kontrolü altına girmiş oldu.

1945 yılındaki durum ve Avrupa tarımının modernleşmesi

II. Dünya savaşı'nın ertesinde, ABD tarımının, avrupa tarımıyla özellikle de iyice geri kalmış olan fransız tarımıyla hiçbir ilgisi yoktu.

ABD savaşla harabeye dönüşmüş çok sayıdaki ülkeye tahıl ve başka ürünler sağlayacak durumdaydı ve bu durum da bu ülkeler üzerinde ekonomik ve politik kontrol uygulamasını saylıyordu.

Fakat Avrupa'da gıda ürünleri açığı vardı. Bunun nedeni ise sadece savaş değil basit olarak tarımda geri kalmışlığıydı. Fransa'da, hektar başına düşen ortalama buğday randımanının savaştan 5 yıl sonra 1950 yılında, 1500 veya 1600 kilo yani 1850 yılında elde edilen miktarın aynısı olduğunu hatırlayalım. Gıda maddelerinin karne ile satılması, gıda maddesi alım kartlarının tamamen ortadan kaldırıldığı 1949 yılının ocak ayına kadar uzatılmıştı.

Fransa'da savaş sonunda aktif olarak çalışan nüfusun dörtte biri köylüydü. Ülkede sadece 57 bin traktör bulunuyordu. Yani bu, toprağın işlenmesinin ve ulaşım ve taşımacılılığın hala büyük oranda atlarla yapıldığı anlamına geliyordu. Ve 1950'li yılların sonlarına kadar, Fransa'nın merkezinin batı bölgelerinde (Perche bölgesi) yetiştirilen perşoron, Boulogne bölgesinde yetiştirilen bulonez ve Bretagne bölgesinde yetiştirilen brotanya atlarının performansı ve dayanıklılığı övülüyordu.

Burjuvazi ve Avrupa'lı devletler ekonomilerini yeniden yapılandırma ve modernleştirme arayışı içindeydiler. Fransa için eski sömürgeci korumacılık politikasıyla yeniden örgütlenmeyi sağlamak giderek güçleşiyordu : İmparatorluk yavaş yavaş fransız sömürgeciliğinden özgürleşiyordu. Setif'te Cezayir ayaklanması, Hindiçin savaşının başlangıcı, Madagaskar ayaklanması, Tunus ve Fas'da başkaldırıların yarattığı karışıklık Cezayir Savaşı'nın ipuçlarını veriyor ve sömürge imparatorluğunun ölüm çanlarını çalıyordu. Fransız emperyalizmi eski sömürgeleriyle sürdürdüğü ayrıcalıklı ekonomik ilişkilerini, bu güne kadar korumayı başardı. Ama artık tekelci durumunu yitirdi.

De Gaulle hükümeti, fransız kapitalistlerinin açıklarına geçici de olsa çözümler bulabilmek için, özellikle de emperyalizm için yaşamsal anlamda önemli olan havacılık, finans, ulaşım ve taşımacılık gibi alanlarda, enerji üretiminin büyük oranda millileştirilmesine girişti. Devlet bu millileştirmeleri, burjuvazinin yatırım yapmak istemediği, ya da istese de gücünün yetmediği alanlarda gerçekleştirecek şekilde yapıyordu. Büyük burjuvazi bir defa belini iyice doğrulttuktan sonra, devlet yeniden özelleştirmeye gidecekti ama bu defa bu farklı bir konuydu.

Devlet ayrıca özellikle de malzeme üreticilerine avantaj sağlamak amacıyla tarımı modernleştirmeyi de istiyordu, fakat bu alanda millileştirme gerçekleştiremiyordu.

Kendi kendine yeterliliği sağlamaya yol açacak biçimde randımanı arttırmak amacıyla bir modenleşme tarım politikası ortaya koydu. Bu uygulama, traktörler, makinalar, gübre ve tarımsal eğitim yararına gerçek bir kampanya yapmayı gerektiriyordu. En büyük sorunlardan biri, tarım işletmelerinin boyutlarının küçük olmasıydı. Bu sorun tarımsal işletmelerin yüzölçümünün devasa boyutlara ulaştığı ABD'de ortaya çıkmamıştı.

Büyük topraklar genellikle küçük parsellere bölünmüştü. İlk görevlerden biri bu küçük parselleri biraraya getirmekti. Yani bir kişi tarafından elde tutulan araziler oluşturmak için köylüler arasında parsel değişimi sağlamaktı. Tabii bu da sınırları oluşturmak için kullanılan ağaç ve çalılara, hendeklere veya yollara zarar vermeden gerçekleşmiyordu.

Fakat bu yeterli olmuyordu : Tarımda modernleşme çok sayıdaki köylüyü topraklarını terketmeye zorluyordu. Hükümetler köylülere içine düşecekleri felaketlerin büyüklüğünü açıklamaktan kaçınıyorlardı. Onlara, tabii ki herkesin faaliyetlerini sürdüremeyeceğini, ama herşeyin yumuşak bir biçimde olup biteceğini, en yaşlıların işlerini bıraktıklarında tazminat alacaklarını, sadece en dinamik olanların makine ve malzemelere yatırım yaparak bu durumdan kurtulacaklarını anlatılıyordu. Sorumlular tabii ki, henüz yatırım yapmaya başlamış olanların bir çoğunun da birkaç yıl sonra iflas ederek topraklarını terketmek zorunda kalacaklarını söylemiyorlardı.

1960 yılında, modernizasyonun başlangıcının önemli bir bölümü tamamlanmıştı. Fransa'da 1945 yılında sayıları 310 olan biçer döverden 28 bine, 57 bin olan traktörden 800 bine ulaşılmıştı. Köylüler hala çalışan nüfusun, ABD'de 30 yıl önce varolan oran olan % 20'sini oluşturuyorlardı.

1960'dan itibaren : Avrupa, OTP ve yeni tarım devrimi

1960 yılından itibaren giderek Avrupa Topluluğu ve onunla birlikte de Ortak Tarım Politikası OTP ortaya kondu.

İlgili çeşitli Avrupa ülkelerinin problemleri üç aşağı beş yukarı aynıydı ve Avrupa'nın geçmişe göre daha az da olsa, hala, gıda ürünleri açığı bulunuyordu. Bu ise gıda tarımcılığı tröstlerinin yayılmalarını engelliyordu.

Avrupalı yetkililer öncelikle gıda ürünleri alanında kendi kendine yetme durumuna ulaşmaya karar verdiler. Daha sonra da, bugün "üretkenlik" diye nitelendirilen tarım politikasında ve tarımda modernleşmeyi sağlamaya girişerek Birliği ihracatçı kılmaya çalıştılar. OTP, yeni tarım devrimi olarak ortaya çıkan herşeyin araçlarından biriydi ve ritmi oldukça hızlıydı.

40 yıldan beri, üretimde ve üretkenlikte harika bir yükselme sürekli olarak kendini yeniden üretiyor. Bugün Avrupa Birliği büyük oranda ihracatçı bir birliğe dönüştü. Birliğin bellibaşlı tarımsal ülkesi olan Fransa'nın kendisi tek başına, dünyada tarımsal ürün ihracı alanında, ABD'den sonra gelen ve onu yakından izleyen, ikinci sıradaki ülke olarak yer alıyor. Böylece yılların akışı içinde OTP uluslararası piyasada ABD'ye karşı bir ticari savaş makinasına dönüştü.

Tarımda modernleşme gayet belirli bir çerçeve içinde ve iradi olarak gerçekleşti. Devlet öncelikle toprak parsellerini birleştirip büyük araziler oluşturdu. Böylece milyonlarca hektar alan gruplaştırıldı. Devlet 1962 yılında SAFER'leri yani tarımsal toprakları alıp tarımcılara yeniden satmakla görevli kırsal kesimde iş yapan işletmeleri kurdu : bunlar, 34 yıl içinde 1,5 milyon hektarlık toprağı böylece büyüterek köylülere bıraktı. Aynı yıl, işletmelerini terk eden yaşlı köylülere küçük bir teselli ikramiyesi olarak yaşam boyu ödenecek erken emeklilik tazminatı ortaya kondu. Bu İYT (işletmelerini bırakan yaşlılara tazminat) uygulaması 13 milyon hektarlık toprağın serbest kalmasını sağladı. Bugün, 1992'da uygulamaya konan ek olarak yaklaşık 2 milyon hektar toprağın serbest kalmasını sağlayan yeni bir erken emeklilik sistemi İYT'nin yerini almış bulunuyor. Bütün bunlar, tarımcılık yarışına devam eden tarım işletmelerinin büyümelerini veya tarımsal açıdan ilgi çekici bulunmayan toprakların yeniden ele alınmasıyla işlenmiş toprak miktarının artmasını sağladı. Çünkü geçmişte, ekilebilen toprakların büyük bir bölümü, modern araçlar çok engebeli veya çok dik yokuşlarda yer alan toprakları "sevmedikleri" yani buralarda çalışamadıkları için terkedilmişti. Toplu taşım olanaklarının ulaşamadığı dağlık bölgeler, artık yaşamak için değil satmak için üreten köylüleri ilgilendirmiyordu. Çok yüksek randıman alınamayan topraklar genellikle terkdiliyordu.

Crédit Agricole (Tarım Kredisi adlı, başlangıçta yardım sandığı olup daha sonra anonim şirkete dönüşen kuruluş) modernleşme için gerekli büyük yatırımları teşvik etmek için büyük oranlarda iyileştirme kredileri verdi. Tarımcılar bundan yararlandılar ama tarım bankası daha büyük oranda kar sağladı : ülkenin ilk sırada yer alan bankasına dönüştü. Ayrıca, bir yığın tarım danışmanı, kırsal kesimde eski yöntemlerle çiftçilik yapan köylülere, şimdi nasıl "tarımcılara" dönüşmeleri, hangi üretim biçimini, süt veya et için hangi hayvan cinsini seçmeleri, hangi tarım aletini almaları ve bunları nasıl kullanmaları, hangi gübreyi seçmeleri, çevre sağlığı için hangi uygulamaları yapmaları, hastalıklar için hangi veterineri seçmeleri, artık küçük, orta genellikle de büyük birer işletmeye dönüşen çiftlikleriyle ilgili hesapları tutmak için hangi muhasebeciyle ilişki kurmaları gerektiğini açıklamak üzere birbirleriyle yarışa giriyorlardı.

Üstelik kamu gücünün yönlendirmesiyle, süt, şarap ve çeşitli meyveler olmak üzere bazı ürünler için büyük oranda gelişmiş kooperatifler vardı. Bununla birlikte, büyük oranda makinalaşmayı kolaylaştıran TAKK yani Tarım Araçlarını Kullanma Kooparatifi de (CUMA - Coopératives d'utilisation du matériel agricole) bulunuyordu.

TİSUF ve HTG

Aynı zamanda, tarım sendikacılığının rolü de çok önemliydi. Bu sendikacılık işçi sendikacılığından çok farklıdır. On yıllar boyunca hemen hemen tek sendika olarak kalan, ve MODEF ya da Köylü Konfederasyonu gibi diğer kuruluşlar varolsa da, bugün hala çoğunluğu, geniş kitleleri toparlayan sendika, Tarım İşletmeleri Sendikaları Ulusal Federasyonu (FNSEA - Fédération Nationale des Syndicats d'Exploitants Agricoles) TİSUF'dür. Bu tarım ücretlilerinin değil patronların sendikasıdır. Ayrıca tarımda çok fazla da ücretli bulunmamaktadır. TİSUF işletmecilerin yani büyüklü küçüklü toprak sahiplerinin ve çiftçilerin sendikasıdır.

TİSUF bölgesel federasyonlarıyla, uzun süre boyunca tarımcılar için hemen hemen zorunlu olarak kayıt oldukları bir örgütlenme olarak kaldı.

TİSUF devletle birlikte tarımın kaderini belirledi ve onun gelişiminden devletle birlikte sorumlu oldu. Bu durumu en güzel biçimde ortaya koyan Tarım Bakanı'nın TİSUF'ün kongrelerine katılma alışkanlığını edinmiş olmasıdır. Ayrıca TİSUF'ün başkanlarından biri François Guillaume ise kariyerini tarım bakanı olarak tamamlamıştır.

Böylece köylüler kendi kendilerine bırakılmamışlar, aksine tarım danışmanları, kooparatifler, Tarım Kredisi Kuruluşu, ve sendikalar gibi kamu kişi ve kuruluşları tarafından çok büyük oranda sarılıp sarmalanmışlardı. Bundan kaçmanın olanağı yoktu ve modernleşmek gerekiyordu. Modernleşmeye karşı çekimser kalanlara gecikmiş gözüyle bakılıyor ve bu tarımcılar her halükarda hızlı bir biçimde iflasa mahkum oluyorlardı.

Ve bütün bunlara ek olarak, hristiyan geleneğinin güçlü olduğu örneğin Brotanya gibi bölgelerde, HTG - Hristiyan Tarımcı Gençliği (JAC - Jeunesse agricole chrétienne), üretkenlik yarışına coşkuyla angaje olanları kutsayarak aynı yönde aktif bir mücadele yürütüyordu.

Tarımcıların göçü

İlgililere ne devletin temsilcileri, ne tarım danışmanları, ne sendikalar, ne de HTG, hiçkimse tarafından sadece tek birşey, yani, sadece zor bögelerdeki en yaşlı olanların değil, kendini modernleştirmeye angaje olmuş olanların bile kaybedenler arasına katılacağı ve topraklarını terketmek zorunda kalacağı açık olarak söylenmemişti.

Tarımcı sayısı daha önce hiçbir dönemde görülmediği kadar hızlı bir rıtmle azaldı : 1954 yılında 5 milyondan fazla tarımcı vardı, bugün yaklaşık 1 milyon tarımcı bulunuyor. 1950 yılında tarım nüfusu aktif çalışanların % 20'sini oluşturuyordu, bugün ise sadece % 4'ünü oluşturuyor.

Tarımın giderek daha da üretkenleşmesinin yolaçtığı sayısız aşırı üretim krizi ve bununla birlikte gelen fiyat düşüşleri nedeniyle köylülerin kızgınlıklarını ifade ettikleri sosyal patlamalar oluştu. Tarımcılar sayılamayacak kadar çok defa protesto gösterileri yaptılar, kurulu düzenin güvenlik güçleriyle çatıştılar, hatta bu çatışmalarda CRS'ler (Compagnies Républicaines de Sécurité - Cumhuriyetçi Güvenlik Kumpanyası) yani ulusal Polis teşkilatına bağlı güvenlik güçlerinden polisler de dahil ölümler de oldu. Hatta bir ek yardımcı valilik binasına bile saldırdılar.

TİSUF ikili bir oyun oynadı. Bir yandan üretimi geliştirmeye zorluyor böylece de çiftçilerin topraklarını terk etmelerine yol açıyor, diğer yandan da protesto gösterileri örgütleyerek tarımcıların yararına ek yardımlar istiyordu.

Zenginleşenler

Milyonlarca köylü, genellikle bu alana yıllarca harcadıkları emekleri ve yaptıkları bütün tasarrufları feda ederek topraklarını terk etmek zorunda kaldıysa da, bu durumdam yararlananlar da vardı. Bunların başında da öncelikle, özellikle TİSUF'ün devletten talep ettiği sübvansiyonlar sayesinde zenginleşen en zengin tarımcılar ve hayvan yetiştiricileri geliyordu. Avrupa Birliği kadar Fransız devleti de, OTP yoluyla, en büyük tarımcıların yararına uygulamalarda bulunarak, genellikle ekili alanlar oranında veya üretimin büyüklüğüne göre tarımcılara yardım etti. Ayrıca Avrupa'nın ihracat yapmaya başlamasından itibaren ortaya konulan sistem, Birliğin içinde gümrük duvarlarının olmaması ve genel olarak daha düşük olan dünya çapındaki fiyatlara karşı avrupa tarımcılığını korumak için bu hakkı kendi sınırlarında yaratma niteliğini içeriyordu. Gelirler, ATYGF adlı yani Avrupa Tarımcılığını Yönlendirme ve Garanti Altına Alma Fonu'nu (FEOGA - Fonds Européen d'Orientation et de Garantie Agricole) bir sandığı besliyordu. Bu sandığa ihracata "ilk haline kavuşturma" diye adlandırılan sübvansiyonlar veriyor yani dünya para kurlarıyla oluşan farkı dengeliyordu. En büyük tarımcılar ve hayvan yetiştiricileri ihracat yaptıklarında garantili bir fiyat alacaklarından emindiler. Bu ihracat yarışı anlamına geliyordu.

Sonuçta bu ihracat yarışına neden oldu. ATYGF bu oyunda mali açıklar vermeye başlayınca, en büyük tarımcıların ihracat masraflarını avrupalı vergi verenler ödemeye başladılar.

1992 yılında hesap açıkları öylesine büyüdü ki, Avrupa Birliği, maliyetleri azaltmaya ve üretimi sınırlamaya karar verdi. Bu "Ortak Tarım Politikası'nda (OTP) reform" yapıulmasına neden oldu. Toprakların dondurulmasına yani dinlendirilmesine, başka bir deyişle de nadasa bırakılmasına, ama bunu yapan tarımcılara yani yine burada da en büyük olanlara, en çok toprağa sahip olanlara tazminat verilmesine karar verildi. Ve aynı zamanda süt üretiminin sınırlandırılması ile "süt ürünlerine kota konulmasına" da karar verildi.

Bunu Avrupa'dan önce ABD yapmıştı. ABD'de nadasa bırakılan toprakların büyüklüğü yıllara göre değişiyordu. Böylece dinlendirmeye bırakılan toprakların miktarı 280 milyon hektara, yani Fransa'nın toplam işlenebilir tarımsal topraklarının hemen hemen tamamına yakın bir değere ulaşmıştı. Açları doyurmak değil, fiyatları yani karları sabit tutmak sözkonusuydu.

Sonuçta en çok zenginleşenler gıda tarımcılığının patronlarıydı. Bu endüstri 1960'lardan beri gerçek bir gelişme, bir patlama yaşadı. 2. Dünya Savaşı'nı izleyen, iş olanaklarının tamamiyle gelişmiş olduğu dönemde, kadınların kitlesel olarak iş yerlerini doldurmalarına tanık olundu. Bu patronlar için bir gereklilikti. Bir ailenin bütçesine iki maaş birden girdiğinden, patronlar maaşları en düşük düzeydekine göre denkleştirerek bundan çifte yarar sağlıyorlardı.

İşçi ailelerinde kadınların evde kalması artık az rastlanır bir olguya dönüştü ve bu yeni yaşam biçimiyle, kadınların artık çalışmaları nedeniyle pazara hazır yiyecekler çıkaran sanayiciler zenginleşmeye başladı.

Bugün Fransa'da gıda ürünlarinin % 80'i endüstri tarafından dönüştürülmüş durumda ve bu rakam sürekli olarak da artıyor. Böylece Fransa'daki tarım ürünlerinin toplam değeri, 1996-1997 yıllarında 310 milyar franka ulaşıyordu, fakat gıda tarımcılığı endüstrisinin toplam kazancı bu rakamın iki katından fazla, 680 milyar frank olarak gerçekleşiyordu. Üstelik bu hesaplamada, tarım malzemeleri, tarımsal ticaret, ulaşım ve taşımacılık gelirleri hesaba katılmıyordu.

Avrupa'dan daha önce ABD'de olduğu gibi, milyonlarca köylü burada da bir zincirin halkalarına dönüştü : Yukardan aşağıya, gübre, makina, hayvanlar için yiyecek, ekinlerin böceklerden arındırılması için ilaç vb gibi kimyasal maddeler, tohum sağlayan şirketler, ve kredi veren bankalar oluştu. Aşağıdan yukarıya ise üretim ve dönüştürme kooparatifleri, öz bir deyişle gıda tarımcılığı endüstrisi, ihracatçılar, taşımacılar, satın alım merkezleri ve süpermarketler bulunuyor. Bütün bunlar, tamamen yalıtılmış bir tarımcıya göre çok güçlüler ve büyük bir çiftliğin alt işletmesi gibi çalışan, ayrıca da genellikle yaptıkları kontratlarla yukarıdan ve aşağıdan büyük süpermarketlere ve endüstrilere bağlı olan herhangibir küçük veya orta boy işletme sahibi patronun kaderinin ne olduğunu çok iyi biliyorlar.

Tabi ki tarımcılar, ABD'de olduğu kadar Avrupa'da da büyük oranda sübvansiyon alıyor. Bu sübvansiyonlar yıllara ve fiyatlara göre değişiyor. Tarımcının gelirinin yarısından fazlasını tuttuğu da görülüyordu. Bu çok büyük bir rakamdır. Sonuçta, toprağını terketmek zorunda kalan en yoksul tarımcılara zararlarını gidermeleri için birazcık sübvansiyon verilirken, en zengin olanlara cömertçe sübvansiyon dağıtılması sözkonusudur.

Fakat bu sübvansiyonların başka bir işlevleri daha vardı : Tarım iş dünyası (agro-business), eğer tarım olmasaydı ne var olabilir ne de kar elde edebilirdi. ve ona bağlı olarak yapılan karlar olmadan varolamazdı. Tarımcılara direk olarak verilen sübvansiyonlar, dolaylı olarak tarımın bütün dallarına da verilmiş oluyordu.

Dünyada köylüler

Sanayilemiş ülkelerdeki tarımcıların sayısı daha da azaldı : Fransa'da aktif çalışan nüfusun sadece % 4'ünü tarımcılar oluşturuyor. Fakat dünyada iki buçuk milyar kadın ve erkek, yani dünya nüfusunun % 45'i gelirlerini topraktan sağlıyorlar. Köylülerin en büyük kısmı yoksul ülkelerde yaşıyor, daha doğrusu yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bazı bölgelerde hala daha saban bile bilinmiyor. Ama yine de az gelişmiş ülkelerin çoğunluğuna, özellikle de yılda bir yerine iki defa ürün alınmasını sağlayan daha çok üretken olan tahılın yeni çeşitlerinin girdiği tropikal iklime sahip olan ülkelere modern teknoloji girmiş bulunuyor. "Yeşil devrim" diye adlandırılan bu olgu Hindistan gibi ülkelerin tahıl üretiminde kendi kendilerine yetmelerini sağladı. Sonuç olarak bu ülkeler, herşeyden yoksun milyonlarca yoksulu terkedilmişlik içinde bırakarak, oldukça cılız ve az çeşitli genel gıda ürünleri temelinde kendi kendilerine yeterli olabildiler.

Bu ülkelerin dramı, ekonomik gelişimlerinin hiçbir zaman ortadan kalkmayan ve bu yoksul ülkelerin ekonomilerini zengin ülkelere bağımlı kılan sömürgecilik ve emperyalistlerin el koymaları tarafından felce uğratılmasıdır. Böylece tekstil ve bilgisayar alanındaki çok uluslu şirketler, kendi gelişmiş kapitalist ülkelerindeki şirketlerini el emeği buralarda ucuz olduğu için örneğin Güneydoğu Asya ülkeleri gibi ülkelere taşıdılar, ama bu bölgelerdeki halk kitlelerinin gereksinimlerini karşılamak için sanayinin gelişmesiyle ilgilenmiyorlar bile. Sanayi gibi tarım da biraz gelişti ama bu gelişim kaotik, karmaşık bir biçimde ve gereksinimlere göre ayarlanmadı. Fransız sömürgeciliğinin Cezayir'de müslüman halk şarap içmezken bağları ve şarapçılığı geliştirdiğini hatırlamakta yarar var.

Sanayide, emperyalizmin giderilmesine izin vermediği çok büyük orandaki geri kalmışlık, dünya tarihinde önceden görülmemiş bir felakete yol açıyor : Batı Avrupa'da olduğu gibi, kırsal bölgelerdeki köylü nüfusunun endüstriye akarak azalması olgusu yoktur. 100 binlerce köylü, topraklarını terkederek, Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin kent merkezlerini çevreleyen, sefalet içindeki sitelerin bulunduğu ve çok yakında dünyanın en kalabalık bölgelerini oluşturacak olan, üst üste yığılmış gibi yaşanan gecekondu bölgelerine yerleşiyorlar.

Bu ülkeler çok kalabalık oldukları için yoksul değiller : Örneğin Fransa'dan daha büyük olan Madagaskar adası, ne çok kalabalık ne de Afrika ülkelerdinde görüldüğü gibi savaşlarla harabeye dönüşmüş olmamakla birlikte, nispi olarak çok iyi doğal koşullara sahip olmakla birlikte, dünyadaki en yoksul ülkeler arasında yer almaktadır. Halbuki, İsviçre veya Hollanda'nın nüfusu yüzölçümleriyle orantılı olarak çok kalabalıktır, doğal koşulları çok iyi değildir ama bu durum onların zengin Avrupa ülkeleri arasında yer almalarını engellememektedir. O halde sorun bu değildir.

Sorun sanayinin gelişmişliğidir. Sanayi ne kadar az gelişmişse köylülük o kadar kalabalıktır ve ülke de o kadar yoksuldur. Endüstri ne kadar gelişmişse tarımcı sayısı o kadar azalır ve hem tarım hem de sanayi alanında zenginlikler de o kadar çoktur, çünkü ikisi birarada gitmektedir. Böylece dünyanın ilk sırada yer alan tarım ülkesi ABD'de aktif olan kırsal nüfusun toplamı % 3'e düştü. ABD'de, mal değeri veya tahılların toplam değerine yani ton birirmine göre yapılan hesaplara göre, Hindistan'ın 600 milyonluk köylü nüfusundan daha fazla üreten sadece 8 milyon tarımcı bulunmaktadır.

ABD'de geleneksel "çiftçi" biçimindeki kırsal kesim yaşam biçimi belki de ortadan kalkacak : günümüzde büyük şirketler, özellikle de meyve sebze yetiştiriciliği ve bağcılık alanında devasa işletmelere sahipler. Bu işletmelerde genellikle meksikalı göçmenleri çok düşük ücretlerle çalıştırıyorlar. Merkezin batısındaki bölgelerde bile bu değişiyor. Bazan, çiftliklerde yetiştirici veya tarımcı olmayan insanlar yaşarken, buralara her sabah arabalarıyla çalışmaya gelip, akşam da geri dönen komşu şehirlerde yaşayanları bile görmek olanaklı. Tarım, artık toprağa bile bağlı olmayan sanayi gibi bir işe dönüşmeye başladı.

Bu tabii ki, bu durum tarla dışı hayvan yetiştiriliğinde de sözkonusu oldu. "Tarla dışında yetiştirme" anlamlı bir sözdür. Böylece ABD'de hala biraz tarım alanlarında yapılan hayvan yetiştiriciliği bulunmaktadır ve "feed lots" yani hayvanların beslendiği tarım alanı olarak adlandırılmaktadır. Hayvanlar çok büyük çevrili alanlarda bulunmakta ve burada beslenmektedir. Böylesi sınırlandırılmış alanlarda hayvan yetiştirme Fransa'da da bulunmaktadır. Bu "stabulation libre" yani hayvanları bağlamadan yapılan yetiştirme denilen yöntemde, havanların kapalı tutulduğu yerler açıldığında dışarı çıkabilmektedirler, yani inekler arada bir dışarda küçük bir gezinti yapabilmektedir.

Fakat bu alanda en kötüsü domuzların ve tavukların yetiştirilme biçimidir. Bunda hayvanlar neredeyse üst üstedir ve hakeket etmek için ya çok az yer bulmakta ya da hiç bulamamaktadırlar. Karışık besin maddeleriyle beslenerek yemek yemek, olanaklı olduğunca çabukgelişmek, tavuklar için yumurtlamak, dişi domuzlar için yavrulamaktan ibaret olan rollerini yerine getirmektedirler. Bütün bunlar, pişmeye hazır hale gelecekleri, yumurtlamaktan kesilen tavukların kedi ve köpek maması olacakları, ayrıca pirzola ve şarküteri gıda maddelerine dönüştürecekleri fabrikaya gitmeden önce, tam olarak hesaplanmış bir süre içinde olup bitmektedir.

Besinler artık çiftliklerden gelmiyor. Ayrıca artık çiftlik de yok : Sıcaklıkları ayarlanmış büyük hangarlar bulunuyor. "Domuz atölyelerinden" yani fabrikadan bahsediliyor.

Sonuç olarak çeşitli sakıncalar sözkonusudur. Domuzlar yer ve dışkı çıkarır. Katı veya sıvı dışkılar gübre olarak adlandırılır. Eskiden bu dışkılar bitki yetiştiriciliğinde gübre olarak kullanılıyordu. Bugün tarımda büyük ölçüde kimyasal gübre kullanıyor ve doğal gübre sonra geliyor : bu gübreden milyonlarca ton bulunmakta tabii ki bunları biryerlere koymak gerekmektedir. Tabii sonuçta tarlalara atılmaktadırlar. Brotanya'daki bazı bölgelere özel nitelikte kötü bir kokuyu veren işte budur. Bu doğal gübreye, bir de kimyasal gübreler eklenince yer altı su yatakları kirlenmektedir. Örneğin Brotanya'da hemen hemen hiç temiz su bulunmuyor. Bu durumun ise, maden suları sanayicilerinin ve musluk sularını temizleyen Lyonnaise des Eaux veya Générale des Eaux gibi tröstlerin büyük oranda işine yaradığını da geçerken söylemekte yarar var.

Besinlerin kalitesi

Sık sık ileri sürüldüğü gibi, öncekinden daha kötü beslendiğimiz söylenebilir mi? Bugün kötü beslenme tehlikesinin eskisinden daha çok olduğu söylenebilir mi?

Bu sorulara doğru yanıt vermenin ilk koşulu, dün veya evvelsi gün yani geçmişte yapılanların ideal olduklarından yola çıkmamaktır. Beslenmede tehlike herzaman mevcuttu. Bu tehlike, avcı ve toplayıcı atalarımız için doğal çevrelerinde varolan besinlerden nelerin tüketilebilir nelerin zehirli olduklarını çok iyi ayırtetmeyi bilmelerini gerektiriyordu, ama sıkça da yanılabiliyorlardı. Tarımın ve hayvan yetiştiriciliğinin gelişmeye başlamasından itibaren, 10 bin yıl kadar önce bu gelişim bazı besinlerin tehlikesini de beraberinde getirdi.

Avcı ve toplayıcı olan atalarımızda görülmeyen diş çürüklerinin, fosillerinden elde edilen bilgilere göre, tahılların enerji kaynağı besinlerin büyük bir bölümünü temsil etmeye başlamasından itibaren yaygınlaştığı sonucu çıkıyor. Daha yakın bir zamana tekabül eden tad olan şeker, bu sorunu daha da arttırmıştır.

Daha genel olarak, insanoğlu, çok geniş alanlarda tek bir ürün üreterek, veya yakın çevresinde sadece bir tek cins hayvanı büyük sürüler halinde yetiştirerek, onlara musallat olan parazitlerin ürüyerek çoğalmasına yol açtı, genellikle de bu parazitlerin ilk kurbanı kendisi oldu. İnsanlardaki tüberküloz yani verem hastalığı, büyük baş hayvan yetiştiriciliğinden geçen bir hastalıktır yani sığırdaki tüberküloz basili, mütasyona yani değişime uğrayarak insanlarda görülen tüberküloz basilinin doğmasına neden oldu.

Ayrıca, insanoğlu, tarihsel gelişimi boyunca kurutma, tuzlama, tütsüleme, gibi besinlerin saklanması yöntemlerini keşfederek, bilgisizlik ve bazı konulara yeterince egemen olamama nedeniyle bazı tehlikeleri de üstlenmek zorunda kaldı. Kuşkusuz o dönemde aile içinde kötü yapılan tuzlama ile botulik basilinin yolaçtığı zehirlenmeye, botulizme, "ev yapımı" şarküteri ürünleri ve peynirlerin neden olduğu listeriyoza, bu adla anılan bakterinin neden olduğu enfeksiyon gibi vakalara sıkça rastlanıyordu. Aile mutfaklarında hazırlanan yiyeceklerin neden olduğu zehirlenmeler endüstri ürünlerinin yolaçtığından daha çoktu. Fakat açıkça, aile içinde yeraldığı oranda ve genellikle de nedenleri bilinmediğinden bu ölüm olaylarından fazla bahsedilmiyordu.

Sanayileşmiş ülkelerde besinlerin kalitesi daha çok iyileşti. Bunun ispatı yaşam sürelerinin artmasıdır. Artık kentlerde "doğal" süt bulunmamaktadır ama satılan sütler bakteri açısından bundan 50 yıl önce tükettiğimiz sütten daha emindirler. Artık "sütü ıslatan" yani su karıştıran, böylece de katılan suyun temizliği konusunda da kuşku uyandıran dolandırıcılardan da sözedilmiyor.

Ayrıca bilgi edinme olanakları da tüketicinin yararına gelişiyor. Herhangibir yerde bir listeriyoz yani bir bakterinin yol açtığı enfeksiyon veya herhangibir içeceğin içinde zararlı bir madde görüldüğünde satış rakamlarının düştüğü ve üreticinin malını pazardan çektiği görülüyor.

Az gelişmiş ülkelerde, zengin sınıflar hariç bu evrimleşme aynı değildir. Sanayileşmiş ülkelerden ithal edilen ürünleri kullanamayan tüketicinin korunması diye bir durum sözkonusu değildir. Yolsuzluk hala çok büyük oranlardadır. Kültür düzeyinin düşüklüğü nedeniyle olduğu kadar teknik olanakların yokluğu nedeniyle de en temel ve genel temizlik kurallarına uyulması imkansızdır.

Damak tadı ise ayrı bir sorundur. Öncelikle ve açıkçası bu damak tadı olgusu görecelidir, ülkelere ve onların beslenme geleneklerine göre değişkendir.

Gıda sektöründeki kapitalistler sattıkları ürünleri tektipleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu yeni bir olgu değildir. Daha önce de 18. yüzyılda, Portekiz'in kaderini yönlendiren ve burada üretilen Porto şarabının hemen hemen tamamını İngiltere'ye ihraç eden Pombal Markizi, ingilizlerin her şişe açışlarında tedirgin olmamaları için sabitleştirilmiş bir tad dayattı. Porto şarabının orta düzeydeki kalitelisi bu olaydan belki de kazançlı çıktı fakat aynı zamanda belki de amatör zenginler en iyi kaliteli şarapları bulmakta güçlük çekiyorlar.

Ayrıca, bugün, gıda ürünlerinin tadları anlamında kalitenin düşüşüne üzülen bütün bu insanların, bu konuda genellikle halk kitlelerinin değil mülk sahibi sınıfların geçmişte tükettikleri gıdalara göre fikir yürüttüklerini de unutmamak gerekir.

Kentlerdeki proletarya uzun yıllar boyunca "ekmek" isteyerek mücadele etti. Ve yediği ekmek ise kötü kaliteliydi. Emekçilerin yiyecek ekmek bile bulamakdıkları, ay sonlarını zor getirdikleri zamanlar çok da uzak değildir. Bugün kolayca bulunan portakalın bile, sadece kentlerde işçi ailelerinin Noel'de çocuklarına verdikleri en değerli hediye olması olgusu da çok eski zamanlara ait değildir.

Kırsal kesimde beslenmenin temelinde bulunan tahıl ürünleri veya sebzeler, genellikle bugün birdolu başka malzeme ile zenginleştirilmiş bir biçimde tanınmaz hale gelmiş yiyeceklere dönüştüler.

Brotanya'lı köylüler galetalarını (bir çeşit gözleme) yiyorlardı ama günümüzde krepçilerin ekledikleri et, mantar veya reçel gibi ek maddelerin hiçbiri konulmuyordu. Halk sınıfları İspanya'da güveç, veya ulusal yemekleri olan paella (deniz ürünleri, et, tavuk ve pirinçle yapılan geleneksel bir yemek), Orta Avrupa'da şukrut (lahana ve çeşitli sosislerle hazırlanan bir yemek) Kuzey Afrika'da kuskus yiyorlardı ama tüm bunlar yoksulların yiyecekleriydi ve içlerinde, patates, havuç, pirinç, irmik ve lahanadan başka fazla bir malzeme bulunmuyordu.

Kasaplarda hergün bulunan et, eskiden Şarole cinsi hayvandan elde edilen etin değerinde değil mi? Belki ama geçtiğimiz yüzyılda bir işçi ailesinde ne kadar et yeniliyordu ? Yetiştirme çiftliklerinin alabalığı, nehir alabalığına benzemiyor mu ? Kuşkusuz. Ama kentlerde nehir alabalığını kim yiyordu ?

Tabii, sınırsız bir oburlukla balık unu yutmuş, eti balık unu tadan tavuklar vardı. Fakat yetiştiriciler ürünlerini satabilmek için bunu değiştirmek zorunda kaldılar. Herşeyde olduğu gibi : zenginlerin yararına yüksek kalite, diğerleri için ise geri kalan düşük kaliteler bulunuyordu. Ve bu sadece besinler için geçerli değil, giysi ve araba gibi diğer alanlarda da sözkonusudur. Kalite belirten etiketlerle etiketlenmiş tavuklar olduğu gibi, düşük fiyatlı pişmiş yiyeceklerin bulunduğu okul kantinlerinde veya işyeri restoranlarında hazırlanan yiyeceklerde kullanılan, tavuk çiftliklerinde üstüste yetiştirilmiş tavuklarla, üreticilerin direk olarak Afrika'ya ihraç ettikleri tavuklar da bulunmaktadır.

Fakat diğer taraftan, 2. Dünya Savaşı'ndan önce ve hatta birkaç yıl sonra tavuk sadece pazar günleri yenen bir yemekti. Bugün Fransa'da insanların çoğu hergün tavuk yiyebiliyorlar.

Taze sebze ve meyve yoğun oranda gübre sayesinde büyüyor, parazit öldüren ilaçlarla da aşırı derecede korunuyorlar. Parazitlerden temizlendiler ama birçoklarının hiç de tadı olmuyor. Herşeye rağmen, araştırmacılar ve tarım uzmanları her zaman buna ulaşamasalar da tüketicileri tatmin eden türler oluşturmaya çalışıyorlar. Masa şarabının kalitesi, Zola'nın "meyhane" kitabında sözettiği zamana göre daha çok iyileşti. 1960'lı yılların Kiravi, Geveor gibi o dönemin reklamlarında "kadifeden midelilere" göre olduğu söylenmesine rağmen "köpek öldüren" cinsinden kötü kaliteli şaraplarının yok olmasına kim üzülebilir ?

Kuşkusuz, kapitalist gıda tarımcılarının bize yutturdukları üzerine söylenecek daha çok söz var. Yediklerimizin onların deyimiyle "bok gibi" olduğunu yüksek sesle açıklamayı kendilerine görev edinmiş kişiler bunu genel olarak elit yani seçkin kişilerin bakış açısıyla yapıyor ki bu bizim bakış açımız değildir.

Ancak bu, sadece varsayımsal kaybolmuş bir cenneti arayan iyi yemeyi seven kişilerin sorunlarının olduğu anlamına gelmez. Halk kitleleri arasında, kendisinden çok fazla sözettiren belirli sayıdaki bazı sorunlara bağlı endişeler ve az çok ispatlanmış korkular bulunmaktadır.

Nitrat sorunu

Daha az ispatlanmış sorunlar arasında, gübrenin "cömertçe" kullanılmasıyla ve özellikle de Brotanya'da çok miktarda domuz dışkısı kullanılmasıyla giderek oranı daha da artan nitrat sorununu alıntı yapabiliriz.

Bazı bilimsel çalışmalara göre, eğer Araştırma adlı aylık derginin geçtiğimiz şubat ayında "besinlerle ilgili tehlikelere" ayrılan özel sayısında beslenme profesörü Marian Apfelbaum'un yazmış olduğu makaleye inanırsak tehlike mevcut değildir. Ayrıca besinlerde doğal olarak bulunan nitrat (örneğin salatalarda kilo başına 2 gr nitrat bulunabilir) kendi başına zehirleyici değildi. Nitratlar, bazı koşullarda (örneğin bakteriler, birkaç saat çevre sıcaklığında bırakılmış bir biberonda da çok miktarda ve hızla üreyebilir) bebek beslenmesinde zehirli olan (yetişkinler için değil) nitritlere dönüşebildikleri için suçlandılar.

O halde tehlike göreceli ve aslında da temizliğin yokluğuna bağlıdır. Bununla birlikte, zehirli olmasalar da neden nitrat içeren su içmek zorunda bırakılıyoruz ?

Gıda tarımcılığının kapitalistleri bütün sorunlarda kazançlıdırlar. Brotanya'da tüketicilere zarar ziyan tazminatı ödemek zorunda olan musluk suyu üreticileri, yakın bir geçmişte yapılan mahkemenin ardından devlet tarafından kendilerine tazminat ödetmeyi başardılar. Şişe suyu satıcıları ise, nitrat probleminin ve genellikle de musluk suyunun korkunç tadının kendilerine genişleyen bir pazar sunduğunu gördüler.

Hormonlu ve antibiyotikli dana

Tartışılabilecek tehlikler kategorisinde hormonlu dana ve sığır sorunu da bulunuyor. Amerikalılar bunun hiçbir tehlikesi olmadığını söylüyorlar. Avrupa'lılar ise buna kuşkuyla bakıyorlar.

Aslında hormonlar, ABD'de olduğu gibi Avrupa'da da kullanıldı. İstem ve bunu yapma dürtüsü oldukça büyük çünkü hayvanlara bazı hormonların enjekte edilmesi tüccarlar için çifte avantaj sağlıyor : bir taraftan hormonlar geliştirici etkileriyle büyük miktarda kas üretimini sağlıyorlar (hormonla doping yapan sporcular da aynı etkiyi aramaktadırlar), diğer yandan ise su tutulmasına yol açtıkları için, et fiyatına su satılması sağlanmış oluyor. Sözkonusu olan bol miktarda su tutan etin tavada erime eğiliminde olması ise ayrı bir hikayedir ki, bu hikaye tek motivasyonları olanaklı olduğunca çok para kazanmak olan kişileri hiç ilgilendirmemektedir.

Bu uygulama Fransa'da yıkıma yol açtı ve skandal yarattı. Dana eti pazarı birkaç yıl önce resmi olarak bu uygulamayı kanun dışı kabul etti. Bu uygulma ABD de ise çok fazla insanı isyan ettirmiyor. Tepkiler ulusal kültürlere göre değişiyor. Fransa'nın gurur duyduğu küflü veya kurtlu peynirler ABD'deki tüketim için temiz görünmüyor.

Hayvanlara verilen hormonun tüketicileri tehlikeye sokup sokmadığını bilmek ise öğrenilmesi gereken temel bir sorun olarak kalıyor. Kendini, görünüşte sadece teknik olan ve çeşitli korumacı anlayışların bilimsel iddialar ardına gizlendiği bir tartışma içinde bulmak hiç de kolay değil. Amerikalı üreticiler, ABD'li tüketicilerinin sağlık durumlarının çok kötü olmadığını iddia ediyorlar. Ve Avrupa tarımının yöneticileri birçok defa, amerikan sığırlarının avrupa'ya girmesine izin vermeyi tasarladılar. Fakat onları endişelendiren sadece ABD sığırlarıyla rekabet etmek değildir. Daha şimdiden sığır etlerine kuşkuyla bakan tüketicilerin, aynı zamanda Avrupa'lı üreticileri de cezalandırarak bu etlere öncekinden daha fazla sırt çevirmelerinden (yani etlerin satılmamasından) korkuyorlardı.

Fakat herşeyin ötesinde, sığırlar hormon kullanılmadan çok iyi yetiştirilebildiğine ve bu alanda hiçbir eksiklik olmadığına göre tüketicilerin bu çözüme başvurmaları için bir neden var mıdır?

Yetiştiriciler için daha fazla et elde etmek için başvurulan diğer bir yöntem de antibiyotik kullanımıdır. Herşeyden önce de bataryalarda yığın halinde, hastalıklara neden olan stresli ve hayvanların çok kısıtlı dar alanlarda yaşamak zorunda kaldıkları koşullarda yetiştirilen hayvanlara verilen bazı antibiyotiklerin hayvanların büyümelerini arttırdığının farkına varıldı. Böylece sığırlara, domuzcuklara ve diğer hayvanlara hasta olmasalar bile antibiyotik verilmeye başlandı. Tabii bunun yapılmasıyla sözkonusu antibiyotiğe dayanıklı mikropların, özellikle de insanlarda hastalıklara yol açan mikropların seçilmesi tehlikesi üstleniliyor. Buna rağmen yetiştiricilikte hayvanların gerektiği gibi bakımlı olmalarını dikkate alan kurallara uygun yetiştiricilik koşulları her türlü ilaca başvurmayı azaltmayı sağlarken, ne Avrupa'da ne de başka bir ülkede hiçbir kanun bu uygulamayı yasaklamıyor.

Deli dana

Deli dana hastalığı sorunu da, en az maliyetle en çok et ve süt elde etme olanaklarının araştırılmasıyla ilgilidir. Üstelikte araştırmalar, bu uygulamalara başlandığından beri biftek fiyatlarının düştüğünü hiç göremeyen tüketicilerin yararına değil gıda tarımcılığının yararına yapılmaktadır.

Sığırlar doğada otluyor ve çok sağlıklı gelişiyorlar. Fakat gıda tarımcılarının gözünde sadece otlayan sığırlar hızla büyümüyor ve yeterince de süt vermiyorlar. Böylece yetiştiricilere tamamlayıcı besin olarak, sadece mezbahalardan ve kasaplardan artakalanlardan üretilen değil hastalıklardan ölen hayvanların kalıntıları da kullanılarak üretilen hayvansal unlar satıldı. Bütün bunlar, üreticiler başka üretim teknikleriyle daha besleyici unlar elde ettiklerini farkettikleri zaman, özel bir sorun gözlenmeksizin belirli bir zaman öncesinden beri yapılıyordu. Şanssızlık bu ya, bu yeni teknikler, beyindeki dejenerasyondan sorumlu anormal proteinleri etkili bir biçimde yoketmiyordu. Kuşkusuz, "titreyen" diye adlandırılan ilk ölen koyunlardan itibaren ilk olarak hasta olan ineklere hastalık bulaştı. Ve anlaşılacağı üzere, bunların ölüleri de yeniden hayvansal un üretiminde kullanıldı.

Sorumlular buraya kadar yazgı, kader gibi sözcüklerin yardımına sığınıyorlardı çünkü ilk hastalık vakası ortaya çıktığında en bilinen biçimi deli dana hastalığı olan "prion" ("prion" hastalığına yol açan mikrop bilinen hiçbir organizmaya benzemiyordu. Ne bir bakteri ne de bir virüstü. Bu hastalığa prion adlı protein geninin mütasyonu yol açıyordu - çn) hastalığı konusunda pek bir şey bilinmiyordu. Fakat bu konuda gerçek bir skandal sözkonusuydu. Unların üreticileri istiflerini bozmadan huşu içinde unları üretmeye devam ettiler. Hastalığın 1986 yılında İngiltere'de ortaya çıkmasıyla, 1988 yılında hastalıkla hayvansal unlar arasında ilişkinin kurulması ve bu unların hayvanların beslenmesinde kullanılmasının bundan 6 aydan daha az bir zaman önce (bu broşür 27 nisan 2001 tarihinde yazılmıştır) tamamen yasaklanması arasında birkaç yıl geçmesi gerekti. Yani bu unlar, 12 yıl boyunca pazarlarda mevcuttular, kuşkusuz bunları sığırların yemesi yasaktı, fakat yine de, kişisel kar ile yönetilen bir toplumun içerebileceği bütün yolsuzluk tehlikeleri gibi tüketicilere sunuluyorlardı.

Ayrıca yakın bir geçmişte yaşanan çeşitli güncel olaylarda, bu ürünlerin hileli ve kaçak bir biçimde satışa çıkarılmalarının örneği görüldü.

Hükümetin politikası, bu deli dana krizinde, gıda tarımcılığını ilgilendiren her konuda devletin rolünü ortaya koymak anlamında çok belireyici oldu. Öncelikle, eğer devlet olmasaydı, eğer sadece özel şirketler varolup pazar kanunları hüküm sürseydi, durumun çok daha kötü olabileceğini söyliyelim, çünkü özel sektör kapitalistleri eğer yapabilseler meşhur "iş iştir" anlayışı adına bize kalitesine bakmadan istedikleri herşeyi yedirebilirlerdi. Devlet, bütünüyle kapitalist toplumun idaresini, özel çıkarların savunulması ihtiyacına karşı burjuvazinin genel çıkarlarının savunulmasını üstenmektedir. Halk kitlelerinin sağlığı çok tehdit edildiğinde müdahale etmek zorundadır. Fakat bunu, özel sektör kapitalistlerini rahatsız etmemeye özen göstererek yapmaktadır. Üstelik de bunu yaparken gıda tarımcılığı alanını kasıp kavuran çeşitli baskı gruplarının yani lobilerin baskılarına maruz kalmaktadır. Kendisine burjuvazinin politikacıları içinde iyi ilişkilerle olduğu kadar yardımcı olan yolsuzluklarla da sözcüler bulmaktadır. İşte bunun için kendini dayatan radikal kararın alınmasında, hayvansal unların tamamen yasaklanmasından önceki bu 12 yıl boyunca bu yarım yamalak önlemler uygulandı. Ayrıca burjuvazinin politikacıları arasında sözcüler de buluyor. İşte bunun için nedenle bu yarım önlemler, biçimindeki çözümünden önceki 12 yıl boyunca uygulandı. İşte yine bunun için, zenginliklerini bu etkinliklerden elde eden kapitalistlere zarar vermek istenmediğinden, üretimi durdurmak yerine, öncelikle hayvansal unlar üretildi, sonra da yokedildi. Sonuç olarak da işte bunun için devlet, durumun sorumlularına asla yaptıklarının cezasını ödettirmeye çalışmadı.

ŞAP HASTALIĞI

Devletin, politikasını gıda tarımcılarının ekonomik çıkarları doğrultusunda belirlemesinin tek örneği deli dana hastalığı sırasında yaşanan durum değildir. Fransa'da şimdiye kadar hafif atlatılan ama İngiltere'yi kasıp kavuran şap hastalığı durumu da buna iyi bir örnektir.

Avrupa'da hayvanların şap hastalığına karşı aşılanması, ihracatı olumsuz yönde etkilememek için ekonomik nedenlerle durduruldu. Devlet bu hastalığın dünya çapında yayılma tehlikesine karşı, aşılamayı yeniden başlatacak yerde, bütün kuşkulu sürülerin yokedilmesi önlemini aldı. Fakat bu defa, en azından şimdilik, birsürü hayvanın boşyere öldürülmesi pahasına salgın hastalığın yayılmaması anlamında herşey yolunda gitti. Hastalık tamamen ortadan kaldırılamadı. Aynı nedenler aynı sonuçları doğurduğundan, gelecekte bu hastalığın diğer salgınlarını, hatta belki de İngiltere'deki gibi önemli boyutlara ulaşacak olan bir salgını göreceğimizden emin olabiliriz. Sonuçta ihracattan gelen gelirleri gıda tarımcılığı cebine indirmekte, salgının maliyetini ise halk kitleleri ödemektedir.

GDO Genleri Değiştirilmiş Organizmalar

Tüketiciler kendilerine yutturulmak istenen şeylere karşı kuşkucu olmakta tamamen haklılar. Fakat bu hoşnutsuzluk bazan, "doğal olan herşey iyi ve güzeldir, doğal olmayan ise tehlikelidir" mitine bağlı tamamen mantıksız tavırlar alınarak dile getirilebiliyor. Üstelik bu durum gerçek problemlerin araya kaynamasına neden oluyor. Bu özellikle de GDO Genleri Değiştirilmiş Organizmalar (OGM - Organismes Génétiquement Modifiés) için geçerli bir durumdur. Her hayvanın ve bitkinin kendine özgü nitelikleri ve kimlikleri genlerinin bütünü tarafından belirlenmektedir ve bu genlerin çoğu bütün yaşayan canlılarda ortaktır.

Özel olarak çok gerici düşünce yapılarına sahip kişiler dışındaki insanların çoğu hastalıkları iyileştirmek için genetik biliminden yararlanılmasını kabul ediyor. Bunun en güzel örneği Fransa'da genlerle ilgili hastalıkların tedavisi için yapılan araştırmalara mali kaynak sağlamak amacıyla yapılan Téléthon adlı televizyon programının (program boyunca kişi ve kururluşlar çeşitli miktarlarda bağış yapmaktadır) başarısıdır. Tabağında genleri insanlar tarafından değiştirilmiş bitkiler ve ürünlerle hazırlanmış yiyecekleri bulma fikri ise çok daha az benimsenmektedir. GDO'ya karşı olanlar, haklı olarak ne yediğini bilmek amacıyla her ürünün paketinin üzerinde ayrıntılı bilgi içeren etiketler bulunmasını isteyenlerden başlayarak, bu alanda yapılan bütün araştırmalara karşı olanlara kadar uzanıyor.

Buna rağmen bugün tükettiğimiz tüm bitkiler insanlar tarafından değiştirimiştir (yapay seçim veya melezleme, aşılama yöntemiyle) ve başlangıçtaki durumlarıyla sadece çok uzaktan bir ilgileri kalmıştır. Ve bitkilerin genlerini değiştirerek farklı iklimlerde yetişmelerini, veya haşaratlara karşı daha iyi dayanmalarını sağlamak (böylece de daha az zararlı böcek öldürücü maddeleri kullanmak) karşı konulamaz bir biçimde bir ilerlemedir.

Fakat tabii ki genleri değiştirilmiş organizmalar üretmek için kendini zorlayan şirketlerin temel dürtüsü insanlığın refahı değildir. Onlar için öncelikle kapitalizmin temel kuralı olan para kazanma önemlidir. Ve eğer kısır tohumlar konusunda sonuca ulaşmaya çalışıyorlarsa, bu sadece, GDO'nun doğada yayılmasını engellemek için değil (bu herşeyden öte öngörülebilecek bir strateji olacaktı, Üçüncü Dünya ülkelerinde pazar her yıl otomatik olarak yenilendiği için daha emin bir güvence sağlamak içindir çünkü en azından endüstrileşmiş ülkelerde köylüler uzun zamandır sadece tarım alanının profesyonellerince seçilmiş tohumları ekmektedir.

Fakat bütün buluşlar tehlike içermektedir ve geniş olarak kullanılmadan önce sınamak gerekir. Tedbirli olmak budur. Bu nerede para yapma olanağı varsa bundan en çabuk biçimde yararlanmalıdır biçimindeki kapitalist ruha aykırıdır.

Milyonlarca tonluk mısır ve soyayı üretmeye koyulmadan önce bütün kontrol ve denemelerin yapılmış olduğu kesinlikle emin değildir. Ve büyük oranda üretim fazlası ve nadasa bırakılmış topraklar sözkonusuyken böylesine acele üretime hiç gerek yoktu.

Pazarın kendi kuralları bulunuyor : Sadece iş ve para yapmak için satacak bir ürününün olması kafi değildir, bunu almak için tüketicilerin de olması gerekir. Ve şu an için tüketicilerin GDO Genleri Değiştirilmiş Organizmalar karşısındaki çekimserlikleri bunların gelişmesinin en büyük engelidir.

Bio

Bio modası, gıda güvenliğiyle ilgili korkulara karşı bir tepkidir. Modadır çünkü yapılan kamu oyu yoklamalarına göre bio ürün tüketenlerin % 27'si raslantısal alıcılar olsalar da, şu an için "bio" tüketimin %1'ini oluşturmaktadır. Sonuçta sadece doğal gübre, zararlı böcek ve maddelere karşı ilaç kullanılmadan yapılan üretimle elde edilen ürünlerin tüketimi sözkonusudur. Bu daha mı sağlıklı? Belki de, ama bir üçkağıt olması olasılığını da elden bırakmamak gerekir. Fakat "bio" birçok sorun doğurmaktadır. Öncelikle net olarak "bio olmayan ürünler"den çok daha pahalıdır. Halk sınıflarından tüketicilerin büyük çoğunluğunu saf dışı bırakmaktadır. Bir de eğer kimyevi gübre olmadan, veya bitkilerin gelişmeleriyle ilgili araştırmalar yapılmadan yetiştirmeciliğe koyulsaydık randıman hızla çok aşağılara düşecekti. O halde eğer "bio" olanaklıysa, bu büyük çoğunluğun bundan yararlanamaması koşuluyla olacaktır. Bu "Titatniğin" kurtarma yöntemidir : yani herkes için kurtulma olmayacaktır. O halde sorun, sadece ödeme olanakları olan birkaç ayrıcalıklı için değil bütün halk kitlesinin yararlanabileceği kaliteli bir tarıma sahip olmaktır.

Paranın kral olduğu bir dünyadan "Bio" ürünler sayesinde kaçıp kurtulduğunu hayal edenlere gelince, çok ağır bir şekilde yanılmaktadırlar. Çünkü kapitalistler için bütün satılanlar satılmak için iyidir. Ve "bio" daha şimdiden "gıda tarımcıları" tarafından ele geçirilmiştir. Carrefour, Auchan gibi bazı büyük süpermarketlerin raflarında iy yerlerde kendini göstermektedir. Ve eğer "bio"nun başarısı belirli bir kesim içinde onaylanırsa bu tip yerlerin sayısı çoğalacaktır.

Çünkü aslında toplumumuzun karşılaştığı temel sorun şu veya bu tekniklerin değerinin değil, sosyal organizasyonun kendisinin, yani herhangibir tekniğin ve ekonominin kimin hizmetinde olduğunun bilinmesidir.

LU'nun (Bisküvi üreticisi) bazı fabrikalarının kapatılması açık bir şekilde gıda tarımcılarının ekonominin bütün diğer dalları gibi üreticinin hizmetinde olmadığını gösteriyor. Aynı zamanda tüketicilerin de hizmetinde değildir. Sadece hisse senetleri sahiplerininin çıkarlarına hizmet etmektedir.

Ve çağımızda belirleyici olan hedef, şimdi yapılanların aksine, insanlığın tümünün gereksinimlerinin giderilmesini amaçlayan bir ekonominin varolduğu bir toplumun inşa edilmesidir.

(1) 1 livre = ½ kilo

(1) Listerioz : İnsan ve hayvanlarda bir bakterinin neden olduğu enfeksiyon.

(2) Dioksin : Fenol klorundan elde edilen çok zehirli bir madde.