2015 yılında uluslararası ilişkiler

12 Şubbat 2016

* * * * * * * * *

Lutte Ouvriere 45. Kongre metinleri (Lutte de classe n° 174)

* * * * * * * * *

Ortadoğuda, Afrika'da savaşlar var, eski SSCB'nin bazı bölgelerinde çetelerin hakimiyeti sürüyor, dünyanın birçok yerinde savaş ortamı hakim; yeryüzünün farklı yerlerinde emperyalist düzen artık hakimiyetini sürdüremiyor ve bu bölgelerde geçen yıl olduğu gibi bu yıl da düzenin kokuşmuşluğu devam ediyor ve hatta geçen yıla göre daha da büyüdü.

Afrika'daki savaşlardan, diktatörlüklerden ve yoksulluktan kaçıp boş umutlarla yollara düşüp Avrupa'ya göç yolunu tutan göçmenlere şimdi de Ortadoğu'daki savaşlardan kaçanlar ekleniyor.

Boyalı basın "İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en büyük göç dalgaları" diye yazıyor. Bu yazılar daha çok zengin emperyalist ülkelerde panik yaratmayı amaçlasa da, bu kıyaslama boşuna değil. Dünya gittikçe barbarlığa sürükleniyor; öyle bir barbarlık ki Viktor Serge 1930 yıllarda "yüzyılda gece yarısı yaşanıyor" diye tarif etmişti. Evet, barbarlıktır!

Ortadoğu'daki savaşlar

2014 yazından bu yana emperyalist güçler siyasetlerini "DAEŞ'i" bitirme ekseninde yoğunlaştırdı. DAEŞ'in ortaya çıkması ve milis güçleriyle giderek çok daha geniş alanlara hükmetmesi, kitlelere karşı uyguladığı vahşet ve diktatörlük fazla sorun yaratmıyor. Onların esas sorunu, emperyalist devletlerin Ortadoğu'da, bölünme ve rekabetle oluşturduğu hakimiyetin DAEŞ'in girişimleriyle tehlikeye girmesidir.

Bölgeyi hakim olmak için çatışan DAEŞ ve diğer silahlı gruplar gökten düşmedi. Emperyalist güçlerin siyaseti, en gerici grupları ve devletleri desteklemekti. Bugün Cihatçı diye bilinen güçler, önce Afganistan'da ABD tarafından desteklenip Sovyetler Birliği'nin askeri müdahalesine karşı kullanılmıştı. ABD onlara, özellikle Suudi Arabistan vasıtasıyla, silah ve para yardımı yaptı. Örneğin Bin Laden ilk başlarda onların bir ajanıydı. Sonralarda oluşturulan El Kaide örgütü terörist eylemlerle, örneğin 11 Eylül 2001'de New York ikiz kulelerine yaptıkları saldırı ile Batılı güçlere karşı gelen bir güç şöhretini kazanıp Afganistan'dan Cezayir'e kadar uzanan bölgedeki mevcut milis güçleri kendi etki alanı altına almaya çalıştı.

Zamanın ABD olan George W Bush'un Irak'a karşı 2003'te açtığı savaş, milis güçler için yeni bir büyüme alanı yarattı. ABD yöneticileri iktidara, Şii çevreleri başa getiren bir siyaset izleyip Saddam Hüseyin ordusunu feshetti, Sünni kökenli kadroları iktidardan uzaklaştırdı ve böylece bu milislere katılacak binlerce aday sunmuş oldu. Irak toplumunda Batılı güçlerin askeri işgalinin yol açtığı sefalet ve yıkım nedeniyle, insanların ayakta durup bir gelir elde edip ailelerini geçindirebilmesinin tek seçeneği olarak milislere katılması kaldı. Bu yolda sağlanan para ve destek hiç eksik olmadı. Suudi Arabistan ve İran, bu ortamda milis güçler yoluyla hangi çıkarları elde edebileceklerini ve onları rakiplerine karşı nasıl kullanabileceklerini anlamakta gecikmediler.

2011'den sonra Suriye rejiminin sarılmasıyla farklı milis ve rakip güçler arasındaki çatışmalar daha da büyüdü. Tunus ve Mısır'da gelişen "Arap Baharı"nın ardından Mart 2011'de gelişen kitle muhalefetini Başar Esad rejimi, şiddet kullanıp bastırmaya çalıştı. Suriye muhalefetinin bir kısmı rejime karşı silahlı gruplar oluşturmaya başlayınca, bölgedeki farklı güçler, bu grupları kendi çıkarları için kullanmaya başladı.

Emperyalist güçler iç savaşın başından beri, Suriye'deki muhalif silahlı güçlere kendi çıkarları ekseninde yardım etti. Batılı yöneticiler, Şam rejimini kendilerinden çok bağımsız gördükleri için yıpratmaya uğraşıyordu, ama onun yerine güvendikleri yeni bir güç oluşmadığı müddetçe de iktidardan düşürmeyi istemiyor. Diğer yandan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın, ortaya çıkan değişik İslamcı milislere, kendi aralarında rakip olsalar da, açıkça destek sağlamasını engelleyemediler. Esad rejimi, muhalif İslamcıları cezaevinden çıkararak benden daha kötüsü var mantığıyla, beni götürürseniz benim yerime hiç denetleyemeyeceğiniz bir köktenci İslam rejimi gelir mesajını vermek istedi.

İşte bu ortamda, El Kaide'den kopan DAEŞ eski Irak ordusundan gelen kadrolarla daha da güçlendi ve hem Irak'ta hem de Suriye'de geniş topraklar üzerinde iktidarını oluşturabildi. Emperyalist güçlerin ve bölgedeki Irak ile Suriye'ye komşu rakip güçlerin müdahalelerinin ürünü olan DAEŞ, El Kaide siyasetini devem ettirerek Avrupa'da ve Mısır, Lübnan, Türkiye ve Yemen gibi ülkelerde terörist eylemler yapıyor.

ABD yıllardır siyasetini "terörizme karşı" mücadele ekseninde sürdürüyor ve şimdi somut olarak bunu DAEŞ'e karşı devam ettiriyor. ABD, DAEŞ ve iğrençliklerine karşı gelme bahanesiyle uluslararası bir koalisyon oluşturarak gerçek amacı doğrultusunda, çıkarları zıt ülkelere Washington siyaseti etrafında bir siyaset dayatmaya çalışıyor. Aslında bu siyaset önemli ölçüde başarılı olamıyor, çünkü ne Türkiye'yi ne Suudi Arabistan'ı ne de Katar'ı kendi siyasetini uygulamaktan alıkoyabiliyor. Örneğin Türk rejimi, DAEŞ'i desteklemeye devam edip, öncelikle, ABD'nin desteklediği Kürt güçlerine karşı mücadele ediyor. Suudi Arabistan ise her şeyden önce düşman olarak gördüğü İran'ın güçlenmesine karşı mücadele ediyor ve DAEŞ'e karşı savaşmıyor. Halbuki ABD, Irak ve Suriye'de istikrar sağlamak için İran ile olan ilişkilerini normalleştirmek istiyor. Ayni şekilde Fransa da DAEŞ'e karşı mücadelede ABD'nin yanında görünse de, ABD'nin müteffikleri ile olan sorunlarını fırsat bilerek, farklılıklarını ön plana çıkarıp Suudi Arabistan ve ona yakın diğer ülkelere silah satıyor.

Bölgedeki farklı güçler ve uzak ülkelerdeki koruyucuları, yerel milis güçleri aracılığıyla Irak ve Suriye'den sonra şimdi Yemen'de de çatışıyor. Ortadoğu uzun zamandır; bir tarafta İsrail'in karşı tarafta Müslüman Arap ülkelerinin olduğu çatışmalarla gündemdeydi. Çatışmalar sürüyor ve Filistin halkı, emperyalist güçlerin desteklediği İsrail devletinin baskısı altında. Ancak artık gündemde bir tarafta Suudi Arabistan, Türkiye ve Arap Emirliklerinin, karşı tarafta ise İran ve müteffiklerinin yer aldığı çatışmalar var. Ek olarak, farklı Kürt güçlerinin kendi aralarındaki zıtlıkların devam etmesine rağmen durumu fırsat bilerek kendilerine bir yurt edinme çabaları var.

Çatışmaları, büyük Sünni bir güç ile büyük Şii rakip güç arasındaki kavgaya indirgemek hem çok istismarcı hem de çok yanlış olur. Elbette her ikisi de aralarındaki kavgalarında ileri sürecek başka bir ideolojileri olmadığından, kendi içlerinde birlik sağlamak amacıyla dini duyguları kullanıyor. Büyük güçlerin bölgedeki hakimiyetine karşı çıkılmadığı bir ortamda ve bu güçlerin bölgeyi küçük ülkelere bölmeye devam ettiği bir ortamda Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra 1919'da eğreti oluşturulan sınırların artık anlamı kalmıyor. Bu nedenle yerel güçler arasındaki rekabet ve çatışma sürekli büyüyor. Çatışmanın kaynağı emperyalist güçler olsa da, çatışma başladıktan sonra onlar da ipin ucunu kaçıyor.

DAEŞ'e karşı olma görüntüsü altında bir birlik söz konusu olsa da, emperyalist güçlerin siyasi hedeflerinin çelişkili olmasından ötürü bu eğreti birlik çok zor sürdürülüyor ve sorunlara getirilen günü birlik çözümler artık içinden çıkılamaz bir hale geldi. İşte bu ortamda, 2015 sonbaharında Rusya'nın Suriye'ye, elbette ABD ile anlaşarak, yaptığı askeri müdahale ABD'nin ayağından bir dikeni çıkardı. Suriye'de 5 yıl süren iç savaş, Şam'daki rejime karşı yeni bir iktidar ortamı yaratmadı. Tam aksine ülke tamamen bölünüp kitlelere terör estiren, talanla geçinen, hiçbir denetime tabi olmayan, düşman çetelerin hakimiyetine girdi. ABD yöneticileri, Şam rejiminin güvenilir bir muhatap olduğunu, zorluklar nedeniyle başka bir seçeneğin olmadığını çok iyi biliyor. Diğer yanda Rusya ve İran ile de işbirliği yapmak zorundalar. Ancak ABD bunu çok bariz bir şekilde de yapmak istemiyor, çünkü bu durumda müteffikleri olan Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkeler ile mevcut sorunları daha da büyüyecek.

ABD bu durumda, Suriye rejiminin otoritesini yeniden kurma görevini Rusya'ya bırakmayı tercih ediyor. Üstelik Suriye rejimi, Rusya'nın müttefiki. ABD, Rus bombardımanı, daha önce desteklediği silahlı grupları hedef aldığında sözlü protesto ile yetiniyor ve onları desteklemekten vazgeçmeye de hazır. Aynı şekilde, Birleşmiş Milletler vasıtasıyla yapılan Suriye için "siyasi çözüm" girişimleri bir kılıf olup esas amaç fiili bir çözüm gerçekleşmesi için zaman kazanmak. Ama Rusya'nın askeri müdahalesine rağmen fiili bir çözüm zaman alabilir.

Ortadoğu'daki durum emperyalizmin siyasi durumunun yansıması. Barış, demokrasi, halklara saygı gibi kavramları ileri süren emperyalizmin esas amacı egemen olduğu konumunu korumak. Bunun için iğrenç yöntemlerden; silahlı grupları maşa olarak kullanmak, rakip ülke ve güçleri sözde karşı çıktığı diktatörleri birbirine kırdırmaktan çekinmiyor. İşte emperyalizmin uyguladığı bu siyaset, terörizme karşı mücadele etmediği gibi, bazen doğrudan destekleyerek ve terör örgütlerine insan katılımını sağlayacak ortamı yaratarak, tam aksine besliyor. Ortadoğu'da DAEŞ yenilse bile onun yerine, benzer başka cihatçı örgütler, başka bölgelerde veya yine aynı bölgelerde, şu veya bu gücün de desteğiyle, palazlanmayı deneyecek.

Şimdiden DAEŞ'e karşı mücadele etme iddiasıyla Libya'daki yeni bir oluşuma karşı askeri müdahale yapmak amacıyla yeni bir koalisyon oluşturuluyor. Anlatılanlara göre bir önceki askeri müdahalenin bölgede oluşturduğu siyasi istikrarsızlığa ve düşman silahlı milislerin eline geçmesine son vermek ve de petrol ticaretini sekteye uğratan cihatçı grupları temizlemek için askeri bir müdahale söz konusu. Emperyalizmin çetevari müdahaleleri gittikçe artıyor ve bu nedenle de sömürdüğü ve denetimi altındaki bölgelerde de istikrarsızlık giderek artıyor.

Avrupa'da yol açtığı etkiler

Zengin emperyalist ülkeler giderek sınırlarını tel örgülerle çevirse de Ortadoğu'daki savaşların ve büyüyen barbarlığın etkilerinden kurtulamıyor; hatta tel örgüler, barbarlığın belirtisi.

Ortadoğu'daki savaşın etkisi sadece Avrupa ile sınırlı değil. Bu kanlı savaşların yansıması olan terörist saldırılar, Fransa dahil, büyük güçler tarafından kullanılarak savaş havası ortamı yaratılıyor. Fransa bunu bahane ederek, ilan edilen olağanüstü hal durumunu, saldırıları engelleme iddiasıyla Anayasa'ya ekliyor. Hiçbiri ne saldırıları ne de terörizmi engelliyor. Ancak bu bahaneyle kitleler denetim altına alınıyor, "ablukaya alındık" düşüncesi yaratılarak emperyalist demokrasilerin o çok gurur duyduğu sınırlı demokratik haklar bile darbe yiyor.

Bizler hem terörizme hem de bunu diktatörlüklerini dayatmak için kullanan gerici siyasi akımlara karşıyız, diğer yandan, kendi emperyalist yöneticilerimizle kutsal ittifak kurmaya da kesinlikle karşıyız.

Tüm bunların yansıması olarak neredeyse Avrupa'nın tümünde aşırı sağ gittikçe güçleniyor. Her yerde aşırı sağ, geleneksel sağ partilerin yıpranmasından ve kapitalizmin dünya krizine ve yol açtığı sayısız sorunlara çare bulamamasından dolayı, etkisini artırıyor.

Aşırı sağ hareketler, korkuların büyüdüğü bir ortamda yabancı düşmanlığını, milliyetçiliği ve ırkçılığı hem kullanıyor hem de bu fikirleri yayarak daha da güçleniyorlar.

Aşırı sağın büyümesinin nedenlerinden biri, karşılarında toplumun sorunlarına çözüm getirebilecek güçlü, siyasi, işçi sınıfı hareketinin yokluğudur. İşçi sınıfı içerisinde, bazı yerlerde, Komünist Parti'nin de katıldığı hareketler olsa da, bunlar geleneksel sol partilerin yüzeysel önerileri ile yetiniyor.

Avrupa Birliği, emperyalist eşkıyaların 50 yıllık bir çabayla, güçlükle oluşturduğu bir koalisyondan ibaret ve her tarafında çatlaklar oluştu. Avro krizinin ardından (2010-2011), geçen yılkı Yunanistan krizinden sonra, bu defa göçmen sorunu nedeniyle Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında bir sürü sorun oluştu.

Göçmen krizi konusunda şunu da belirtmek gerekiyor: Bir sosyalist hükümet tarafından yönetilmekte olan Fransız emperyalizmi en iğrenç tutumu aldı. Öyle ki, göçmen sorunu konusunda Hollande ve Vals'ın kullandığı, sağ hatta aşırı sağ ifadeler ve siyasetler göz önünde alındığında, sağcı bir yönetici olan Angela Merkel daha insancıl görünüyor.

Avrupa'da hakim büyük güçlerin hepsi aynı siyaseti uyguluyor: Avrupa Birliği üyesi olmayan Türkiye'ye (bu ülke zaten iki buçuk milyon göçmene ev sahipliği yapıyor) baskı uygulayarak, Suriye ve Irak'tan gelen göçmenleri kendi topraklarında tutup Avrupa'ya gidişini engellemesini istiyorlar. Büyük güçler, Avrupa Birliği üyesi olan ama en yoksullarından Yunanistan'a da aynı iğrenç dayatmaları yapıyor.

Avrupa Birliği sınırları içerisinde de tel örgüler, Macaristan ile Hırvatistan ve Slovenya ile Avusturya arasında çekilmeye başlandı. Almanya ile Fransa arasında sınır kontrolü yeniden başladı ve hatta Almanya ile Avusturya arasında kontrol yeniden uygulanıyor. Tüm bunlar, Şengen anlaşmalarının sonu demek. Yani artık ülkeler kabuklarına çekilmeye başladı ve nereye kadar gideceğini ön görmek güç.

Toplumun gerici fikirlere doğru yönelmesi burjuvaziye, en azından ekonomik çıkarları açısından, sorun yaratmaya başladı.

4 Şubat tarihli Les Echos gazetesi şöyle bir başlık attı: "Şengen'in son bulması Avrupa ekonomisine çok zararlı olacak". Yine aynı yazıda "Başbakanlık Matignon'a bağlı bir beyin takımı olan France Stragedie'ye göre Şengen anlaşmasının yürürlükten kalkması halinde Fransa'nın zararı 2025 yılına kadar 13 milyar avroya, yani GSMH'ın %0.5'i seviyesine çıkabilir. Şengen bölgesi tüm ülkelere gelince bu miktar daha feci olup GSMH toplamının %0.8'ine, yani on yıl içerisinde 100 milyar avroya tırmanabilir" diye devam etti.

Bu bir sorun; çünkü Ortak Pazar'dan en çok yararlanmış olanlar büyük şirketler ve farklı ülkelerde birbirlerine bağlı fabrikalar kurdular. Örneğin araba sanayisinde bir araba üretmek için farklı ülkelerin katkısı gerekli. Sınırlarda kontrolün yeniden uygulanması, zaman kaybını getirdiği için arabayı teslim etme süresi uzar ve ekonomik ilişkilerde köstekler oluşturur. Les Echos gazetesinin söz ettiği bu çevre; "sınır kontrolünün geri gelmesinin Fransa'ya doğrudan maliyeti, kontrolün yoğunluğuna göre, bir ile iki milyar avroya çıkabilir ve kontrol işinin kendisi de bütçeye ayrıca yük getirecek". Tüm bunlar Fransa'ya önemli bir ekonomik yük getirecek, çünkü Fransa ticaretinin yarısına yakınını Şengen bölgesi ülkelerle yapıyor.

İngiliz büyük burjuvazisi, İngiltere'nin ABD ile ilişkilerini devam ettirmeye özellikle çaba harcıyor ve Avrupa Birliği'ne üyelik konusunda hassasiyetini sürdürüyor. Genellikle İngiliz büyük burjuvazisi, güncel ilişkilerini hükümete devredip görev veriyor olsa da, son zamanlarda tutucu hükümetin referanduma ilişkin siyasetinden dolayı endişelenmeye başladı. Çünkü tutucu hükümet, milliyetçi sağın etkisiyle İngiltere'nin Avrupa Birliğinden ayrılmasını referandum ile gündeme getirdi.

İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkma olasılığı (Brexit) sadece İngiliz büyük burjuvazisini değil, aynı zamanda uluslar arası büyük mali çevreleri de endişelendiriyor. Böyle bir şey zaten var olan belirsizliği daha da artıracak, çünkü dünyadaki mali çöküş endişesi, üye devletler arasındaki mevcut sorunlarını büyütüyor ve Avrupa Birliği'ni daha da tehlikeye atıyor. Avrupa Birliği bankaları iflas etmeye başladı bile. Avro bölgesinin varlığı, Yunanistan, Portekiz, hatta İtalyan devletinin de ödeyemediği borçlardan dolayı, tehlikeye sürükleniyor.

Avrupa Birliği, hiçbir zaman, kendi arasında rekabet eden, sürekli birbiriyle kavgalı ama ayakta kalabilmek için anlaşmak zorundaki Avrupalı güçlerin birliği olmaktan ileri gidemedi. Sınırlı da olsa, Birliğin getirdiği, serbest dolaşım gibi olanaklar da yok olursa, bir gerileme olur. Üstelik burjuvazinin iktidarı altında, ilerlemenin olanağının artık kalmadığını da ortaya koymuş olacak.

Avrupa karşıtı propagandayı eleştirdiğimizde; özellikle, geçmişte Komünist Partiyi şimdi ise onun çizgisini devam ettiren Melenchon ve solun bir kısmını, büyük sermayenin ekonomi üzerindeki diktatörlüğü teşhir etmeyip, suçu Avrupa Birliği kurumlarının üzerine yıkıp, emekçileri gerçek hedeften şaşırtarak sınıf mücadelesinden uzaklaştırıp büyük burjuvazinin ekonomi ve toplum üzerindeki hakimiyetine karşı mücadele etmemekle suçluyoruz. Toplumun genelinin gerici fikirlere doğru yöneldiği bir ortamda, kendilerine solun solunda diyen bu çevrelerin yaptığı siyasi propaganda, artık daha çok milli hakimiyeti ve aşırı sağ fikirleri savunanlarınkine benzemeye başladı.

Bir zamanlar burjuva demokrasisinin modelleri olan Danimarka, İsveç ve hatta Norveç gibi kuzey ülkeleri dahil zengin Avrupa ülkelerinde, sağa doğru kayış devam ediyor ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu sağa doğru kayış daha göze battığı gibi daha hızlı. Visegrad diye adlandırılan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan gibi ülkelerde başa gelen hükümetler, Ulusal Cephe'nin (Fransa) aşırı sağ görüşlerine, Avrupa'nın Hıristiyan köklerini ve açıkça, hiç gizleme zahmetine katılmadan, yabancı düşmanı fikirlerini ekliyorlar.

Batıdakilerden daha yoksul olan Doğu Avrupa ülkelerinde toplumdaki siyasi ilişkiler, yaşlı emperyalist demokrasilerden çok daha sert ifade ediliyor. Örneğin Orban, göçmenlere ilişkin tavrını açıkça koyup Avrupa demokrasilerine örnek olmak istiyor. Fransa'daki sosyalist yöneticiler, aynı tavrı daha iki yüzlü gösteriyor.

Avrupa'da bu konuda tek istisna olan Yunanistan'da, en azından ilk başlarda, burjuvazinin geleneksel düzen partilerinin yıpranmasından Kızıl Şafak gibi aşırı sağcı partiler değil, aşırı sol olduğunu iddia eden Syriza yararlandı. Çipras'ın iktidara gelmesi, bir açıdan Yunanistan'daki kitlelerin seçimde radikalleşmesinin ifadesi idi.

Troyika'nın (IMF, Avrupa Merkez Bankası, Avrupa Komisyonu) tutumu ise açıkça şunu gösterdi: Avrupa Birliği'nin demokratik görüntüsüne rağmen, Birlik devletleri arasında eşitlik yok. Avrupa Birliği'nin emperyalist üyeleri ile yoksul olanları arasındaki ilişki, tıpkı emperyalist ülkelerin dayattığı ilişkiye benziyor; en zengin ülkelerin burjuvazisi yoksul ülke burjuvazisine kararlarını dayatıyor.

Çıpras'ın seçmenlere, ücret ve emeklilik maaşlarına ilişkin verdiği vaatleri çok sınırlı idi. Çipras'ın, önceki politikacılara göre farklı olan yanı, özellikle, Yunanistan'ın güçlü emperyalist Avrupa ülkeleri tarafından himaye altına alınan bir yarı-sömürge ülke muamelesini kabul etmemesidir. Çipras, ne yakından ne de uzaktan, hiçbir zaman Yunan işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmedi. Çipras'ın kendisi de hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmadı. Sadece başka çevreler böyle olduğunu iddia etti. Hatta Çipras hiçbir zaman ne Yunan büyük burjuvazisine, büyük gemi sahiplerine veya Kiliseye karşı tavır koymadı. Çipras, hiçbir zaman uluslar arası burjuvazinin isteklerine karşı koyabilecek güç dengesine sahip olmadı.

Çipras, burjuvazinin uluslar arası kurumlarının baskılarına fazla dayanamadı ve ülkesindeki finans çevrelerinin dayatmalarını kabul etti. Çipras, hiçbir zaman kitlelerin desteğini almak niyetinde olmadı ve böyle bir siyaset gütmedi.

İspanya'daki siyasi gelişmeler siyasi açıdan benzer. Burjuvazinin geleneksel siyasi partilerinden, özellikle sosyal demokratlardan nefret eden sömürülen kitlelerin tepkisi Podemos'un ve de Katalan bağımsızlık hareketinin büyümesiyle sonuçlandı. Çipras en azından bir süre uluslar arası burjuvazinin baskısına direnmeye çalışmıştı. Halbuki Pablo İglesias, daha hükümete katılmadan, hükümete gelebilmek için her türlü pazarlığa hazır olduğunu gösteriyor.

Geleneksel partiler, iktidarda iken yıpranmaları nedeniyle artık bir alternatif olamadığında bile burjuvazi, onların yerine geçecek yeni seçenekler bulabilir. Yani kısa bir süre geçerli olsa bile yeni güçler seçilip burjuvazi çıkarlarını savunan bir hükümet kurabilir.

Rusya ile Ukrayna arasındaki kavga ve emperyalist hakemler

Eski SSCB, özellikle de onu oluşturan iki büyük güç olan Rusya ile Ukrayna, iki büyük bedellerini ödüyor. Bir yandan bundan çeyrek yüzyıl önce yer küresinin altıda birini kapsamış olan Sovyetler Birliği'nin çöküşü ile oluşan deprem ve yansımaları; şu anda devam eden Rusya-Ukrayna kavgası, bunun en son yansımasıdır. Diğer yandan kapitalist dünya ekonomik krizinin yansıması var. Her ikisi, farklı şekillerde iki ülkeyi sarsıyor.

Ukrayna, iki yıldan fazla bir süre önce iflas aşamasına gelmişti ve yöneticileri, Avrupa Birliği ile Birliğe katılmak için yapılan müzakerenin şartlarının kabul edilip edilmeyeceğini onaylamayı gündeme getirmişti. Ancak o zamandan bu yana durum daha kötüye gitti; devlet ay sonunu ancak emperyalist güçlerin, çıkarlarını göz önünde bulundurarak yaptıkları siyasi ve mali destekle getirebiliyor. O dönemdeki başkan İanoukovitch, sokağın tepkileri sonucu iktidardan uzaklaştırılmıştı ve artık ülkenin her yerinde, süren iç savaş ve getirdiği kargaşa ve yol açtığı ekonomik ve sosyal çöküş hakim.

Avrupa Birliği ile olan anlaşmaya gelince, artık uygulanmaya başlandı. Anlaşma sadece diz çökmüş bir ülke ile Avrupa Birliği arasındaki bir ticari anlaşma ile sınırlı olup, üyelik söz konusu bile değil. Avrupa Birliği'nin büyük ekonomik grupları, ülkeye gelip ürünlerini satıyor (elbette parası olanlara) ve iflas etmiş şirketleri satın alıyorlar ve çalışanları işten çıkarıp, Asya ülkelerinden gelen daha fazla kalifiye ama daha az ücretle çalışan emek gücü ile üretim yapıyorlar.

Diğer yandan bu analaşmanın sonucu olarak Ukrayna, eskiden, ürünleri için esas pazarı olan Rusya ve eski Sovyetler Birliği ülkeleri ile bir serbest ticaret analaşması olan Avroasya Birliği ile bağlarını kopardı. Eski Ukrayna Başkan'ı İanoukovitch, yani Ukrayna'nın iktidardaki bürokrasisi, Avrupa Birliği analaşmaları sonucu elde edecekleri ile ödeyecekleri bedeli değerlendirip analaşmayı kabul etmemişti.

Bunun üzerine Ukrayna'da, yaklaşık on yıl önce yapılan "turuncu devrimi" hatırlatan bir hareket başladı. Bu hareket, Batı yanlısı öğrenci çevrelerinden başlayıp büyük kentlerdeki küçük burjuva çevrelere yayıldı ve bazı yoksul çevreleri de peşlerinden sürüklemişti. Polis güçleri, şiddetli müdahalelere rağmen hareketin önünü kesemedi. Kitlelerin bir kısmı, hareketin, daha iyi bir yaşama kavuşmak, yolsuzluklara son verilmesi, iktidardakilerin küstahlıklarına ve çetevari davranışlarına son verilmesi gibi isteklerini benimsedi.

Kiev'in merkezi, Maidan Hareketi tarafından aylarca işgal edildi. Özellikle ABD ve Avrupa, Rusya'nın bu eski Sovyetler Birliği bölgesine piyonlarını yerleştirmek için bir fırsat görmesi nedeniyle hareketi desteklediler.

Maidan Hareketinin sonucu olarak ortaya çıkan yeni iktidar, farklı siyasi parti ve çevre liderlerinden; Avrupa yanlısı olanlardan aşırı milliyetçi faşizan olanlara kadar kendi aralarında rakip zıt güçlerden oluştu. Olaylar, ülkenin tamamında devlet aygıtı içerisinde çatlaklara yol açtı ve farklı bölgelerde bürokratlar, mafya çevreleri ile vurguncular, durumu fırsat bilerek hakim oldukları bölgelere el koyup zenginliklere el attılar. İanoukovitch iktidardan düşürülür düşürülmez, yeni gelenler, eskileri ve kitlelerin nefret ettiği bazı siyasetçileri ve oligarkları kendi saflarına çekti.

Bazı eyaletlerde Kiev'in iktidarı artık sözde kaldı ve hatta sanayileşmiş Doğu bölgesi, Moskova'nın da desteğiyle bağımsızlığını ilan etti. Nüfusun çoğunluğu Ruslardan oluşan Kırım, askeri limanları ve askeri sanayisiyle Kremlin'in eline geçti. Ancak Kırım'ın Ukrayna ulaşım şebekesine enerji, su, temel ihtiyaç maddeleri konusunda bağımlılığı sürüyor. Rusya bu sorunlara çözüm getirebilecek konumda değil. Ek olarak Batılı devletler, Kırım'ın işgali gerekçesini öne sürerek Rusya'ya ambargo koydular ve bu nedenle dünya ekonomik ve mali krizin etkileri, Rusya'da çok daha feci hissediliyor.

Rus yöneticiler, Küçük Rusya'yı (yani Ukrayna'yı) kaybetmelerine karşılık, kamuoyunu yatıştırmak için ona sırtının dönen Donbass ve Kırım'ı yeniden ele geçirmekle övünüyor. Kremlin için bu bir Pirus zaferi. Rusya ve Ukrayna işçi sınıfı için ise kanlı bir tuzak.

Bu durum Ukrayna'da kitleler arasında ve hatta bazen aileler içinde bile büyük bir uçurum yaratıyor. Donbass çatışmaları şimdiden 10 bin civarında insanın ölümüne yol açtı ve yüz binlerce insanı göçe zorladı. Bazı bölgeleri, sanayi ve alt yapıyı yıkıp geçti ve Cephe boşunun yoğun yerleşim bölgeleri olması nedeniyle hayatı cehenneme çevirdi.

Savaş ortamı, oligarkların el attığı bölge ve hükümet üzerindeki hakimiyetlerini daha da artırıyor. İktidar, bir türlü hakim olamıyor ve Batının yardımına rağmen söz geçiremiyor; oluşturduğu birliklerde askerler firar ediyor ve de bazı para babaları özel askeri kuvvetler kurdu. Bu özel birlikler, ganimet peşinde koşan maceracılardan, aşırı sağcılardan oluşuyor ve esas görevleri Doğu'da Kiev düşmanlarına karşı savaşıp; aynı zamanda Kiev'in var oldukları yerlerde yeniden otorite kurmasını engellemek.

En aşırı sağın herhangi bir hükümette katılımı yok: Ancak aşırı sağ ve faşizan söylemleri yankı buluyor ve iktidardakileri milliyetçi ve saldırgan bir tavra itip, komünizm düşmanlığına yöneltiyor ve bu da Avrupa ile Amerika tarafından alkışlanıyor. Aşırı sağ sadece ideolojisi ile çevreyi kokuşturmakla yetinmeyip, üyeleri, başta baskı güçleri olmak üzere devlet aygıtlarına sızıyor.

Çoğu zaman iş yerlerindeki sivil milislerde aşırı sağ gruplar var. Fiyat artışına, işsizliğe ve de hükümetlerin IMF veya uluslar arası büyük sermayenin diğer kurumları yönlendirmesiyle, "kriz karşıtı" diye adlandırdığı önlemlere karşı emekçiler tepki göstermek istediklerinde, karşılarında bu sağ grupları bulacak. Şimdiden bu gruplar, ender olan protesto ve sol veya öyle adlandırılan grupların yürüyüşlerini engellemek için kendilerini çok güçlü buluyor ve kendilerine karşı bir şey yapılmayacağından emin olarak hareket ediyorlar. Üstelik sol militanlara saldırıp onları fişlemekten çekinmiyorlar.

Rusya'ya gelince, Putin rejimi, işsizliğin neredeyse olmadığı, satın alma gücünün sınırlı da olsa arttığı bir ortamda yıllarca göreceli bir toplumsal barışı yakalamıştı. Ancak ham madde fiyatlarındaki düşüş ve dünya krizi nedeniyle uluslar arası piyasalardaki ham madde talebinin düşüşü ve buna paralel olarak Batının uyguladığı ambargo Rusya'yı durgunluğa sürükledi.

Ruble son on yılın en alt seviyesine düştü, enflasyon zirve yaptı. Rus devletinin dış gelirlerinin yarıdan fazlasını getiren petrol fiyatındaki çöküş, 2014'te gerilemiş olan GSMH'nın 2015'te %3.7'lik gerilemesini tetikledi. 2016 yılında gerilemenin devam edeceği görülüyor.

Bazı işkollarının tümü tehlike altında (otomotiv, tarım), bazı şirketler üretimi durdurup emekçileri ücretsiz izine gönderiyor. Ocak aynı sonunda hükümet, 9 milyar avroyu bulan kriz karşıtı bir plan oluşturdu. Petrol fiyatlarını, varili 50 dolar üzerinden (yani bir yıl öncekinin yarısı) sayıp oluşturduğu 2016 bütçesini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı, çünkü petrol 30 dolara düştü. Hükümet ek olarak, para girdilerini artırmak, zenginlere ve yerel ayrıcalıklı taraftarlarına yeni talan olanakları için, büyük bir özelleştirme planı yaptı.

Rus yöneticileri, kendilerine çok güvenli böbürlenerek, Batı ambargosunun onları hiç etkilemeyeceğini, tam aksine yerel üretimin bazı bölümlerini geliştireceğini, Rus devletinin sağlam durması için gerekli döviz rezervlerine sahip olduğunu iddia etmelerine rağmen, son bir yıldır kitleler böyle bir şey göremiyor. Tam aksine kara bulutların gelmekte olduğunu görüyor. Kremlin'in, özellikle birçok büyük inşaat şirketinin bağlı olduğu Türkiye'ye karşı milliyetçi palavraları ile yöneticiler ve medyanın Suriye'deki Rus askeri operasyonları vesilesiyle yaptığı övgüler durumu iyileştiremez.

Kremlin, Suriye'deki askeri operasyon yoluyla, eski SSCB sınırları dışında sahip olduğu ender askeri üslerini korumaya ve özellikle de bir bataklık haline dönüşen Suriye'deki patlamaya hazır durumun, ek olarak da terörizm sorununun çözülebilmesi için ABD'yi kendine zorunlu kılmak istiyor. Kremlin, bu yollarla yine dünyada birinci plana gelip, Batı'nın uyguladığı ambargoyu biraz olsun hafifletmek istiyor.

Ancak her gün yapılan bombardımanın, savaş gemilerini dolaştırmanın, savaş uçaklarını uçurmanın ve de askeri araçlar ile binlerce askerin seferber edilmesinin bir maliyeti var. Bunun yükünü çeken kitleler için bedeli ağır. Ayrıca masrafı ödeyen bütçe için ağır bir yük ve bu da, Rus devletini ödediği faturalar nedeniyle zor duruma sokuyor. Çünkü devlet sosyal bütçe harcamalarında, devletin yararlı giderlerinde kısıtlamalar yapmak ve vergileri artırmak zorunda kalıyor. Tüm bunları da kabul ettirmek için de kitleleri milliyetçi ve askeri fikirlerle zehirliyor.

Artık Rus yöneticilerin eskisi gibi gerçekleri gizleyip halkı "dumanlarla sarhoş" edip yoğun propaganda ile kandırabilecekleri kesin değil. Kitlelerin hayat seviyesinin eridiği bir ortamda, bürokrasinin yaygın yolsuzlukları, oligarkların lüks hayatları ve cinayetlerle dolu servet edinme yöntemlerini gizlemek o kadar kolay olmayacak.

Putin sayesinde Rusya, Yeltsin döneminde uluslar arası ilişkilerde kaybettiği önemi bir seviyede yeniden kazandı. Ancak güç dengesine gelince Rusya, SSCB döneminde ve hatta Sovyetlerin son döneminde bile, ABD ile olan güç dengesinden çok uzakta. Rusya, askeri bakımdan büyük bir güç olmaya devam etse de SSCB'nin dağılması ve planlı ekonomiden vazgeçilmesi sonucu önemli ölçüde güç kaybına uğradı.

Tüm bunlara rağmen Rusya'nın ABD ile olan ilişkileri, yine de SSCB dönemindeki çelişkileri içermeye devam ediyor. Rusya'nın Suriye'ye askeri müdahalesi, kendi süper gücünü korumak amacıyla, bir fırsat yakalayıp yapılmış olsa da, emperyalizmin çıkarlarını savunan bir dünya düzeninin yardımcısı olarak bunu yapıyor.

Amerika Birleşik Devletleri

ABD'ki siyasi hayata, Obama'nın ikinci kez başkanlığının son yılı olması damgasını vuruyor. 2008'de Obama, Irak savaşını bitirme veya Guantanamo'yu kapatma sözünü vermişti: Aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen Guantanamo kapanmadı ve ABD, terörizme karşı mücadele gerekçesiyle Irak ve Suriye'deki savaşa katılmaya devam ediyor. ABD'deki duruma gelince, Obama'ya oy vermiş olan geniş bir kesim, durumdan hiç memnun değil. Çünkü yoksulluk artıyor ve siyahilere karşı ayırımcılıkta hiçbir iyileşme görülmedi. Siyahilere karşı polis şiddeti giderek artıyor ve tutuklanıp cezaevlerine atılanların sayısı da bir hayli kabarık. Obama birkaç ay daha başkanlığını sürdürecek olsa da, şimdiden siyasi hayata damgasını vuranlar, artık Cumhuriyetçiler. Cumhuriyetçiler, Temsilciler Meclisinde çoğunluğa sahip ve 2014'den beri de Senato'daki çoğunluk da onların. Cumhuriyetçiler ek olarak Eyalet Meclislerinin %70'ini ve Eyalet yönetimlerinin %60'tan fazlasına sahip. Yine de sonuçta iki parti arasındaki fark çok fazla değil.

ABD'deki son gündeme damgasını vuran, gelecek Kasım'da yapılacak başkanlık seçimi için bu iki büyük partiden kimin ön seçimi kazanacağı. Son aylara kadar, seçimin bu ilk aşamasından sonra, yine 20 yıla yakın bir süre başkanlık koltuğunu paylaşan iki rakip ailenin adayları olan Jeb Bush'un ve Hillary Clinton'un kazanacağı görülüyordu. Ancak son dönemde bir belirsizlik görüldü. Çünkü Cumhuriyetçi adaylar arasında en gerici en provokatör aday öne geçmeye başladı: Kadın ve yabancı düşmanı söylemleriyle tanınan milyarder Donald Trump, Müslümanları terörist diye adlandırıp onlara ülkeye girişi yasaklamayı; oturma izni olmayan yabancıları katil ve ırz düşmanı ilan edip ve de ABD'lilerin işlerini çalmakla suçlayıp sınır dışı edilmelerini istiyor. Trump'un ileri sürdüğü bütün bunlar, genellikle Cumhuriyetçilerin yaydığı fikirler. Trump bunları, demagogların yaptığı gibi, sadece daha açık ve iğrenç bir şekilde ifade ediyor. Trump, bir de Cumhuriyetçi Parti'nin kendi gerici tabanının da ötesinde, yoksul kitleler arasında yeni seçmenler bulmak amacıyla, eşitsizliklere veya bankalara karşı, Occupy Wall Street hareketinin söylemlerini de kullanmaktan çekinmiyor.

Demokrat Partiye gelince, Hillary Clinton'un esas rakibi olarak, sosyalist olduğunu iddia eden ve zenginler ile yoksullar arsındaki uçurumun artışını teşhir eden Bernie Sanders var. Ancak Sanders'in demagojisi sadece laftan ibaret. Sanders, Vermont eyaletinin bağımsız senato üyesi olduğunu iddia etmesine rağmen yapılan 100 oylamada 98 defa Demokrat Partiye ile aynı yönde oy kullandı: Örneğin siyahilere karşı alınan ek baskıcı yasaları, ABD'nin Afganistan'a askeri müdahalesini, İsrail'in Gazze'ye karşı yaptığı bombardımanları onaylamıştı. Sanders, en iyi şekilde bazı kesimlerin öfkesinden yararlanıp onların desteğini alıp sonra da büyük burjuva partisi olan Demokrat Partiye aktarabilir. ABD seçimlerindeki tek heyecanlı yön, şov yapmanın gerektiği yönler. ABD'deki zenginler şunu gayet iyi biliyor; seçim sonuçları ne olursa olsun, onlar için mutlu bir son olacak!

Burjuva iktisatçıları, 2009 yılından beri ABD ekonomisinin büyüdüğünü açıklıyor. Kârın yüksek seviyeye tırmandığı bir gerçek; hatta GSMH oranlarına göre kıyaslanırsa 1929'dan buna yana şimdiye kadar görülmemiş bir seviyeye tırmandı. Ancak büyük kârın önemli bölümü hissedarlara ve üst düzey yöneticilere gidiyor. Örneğin son 5 yılda şirketler, hisse senetlerinin borsada değerlerini artırmak amacıyla, kendi hisse senetlerini satın almak için ortama 500 milyar dolar harcadı. Bütün şirketleri göz önünde bulundurduğumuzda dağıtılan hisse kâr payı GSMH'nın %10'u civarında. Spekülasyon ise hızla yeniden büyüyor.

ABD ekonomisi, Federal Rezerv'in (Merkez Bankası) verdiği oksijen ile ayakta durabiliyor ve ekonomik büyüme, sadece istihdamın sınırlı artışıyla oluyor. Tüm burjuva iktisatçıların, işsizliğin azaldığı ortamda ücretlerin arttığını açıklamasına rağmen, emekçilerin ücretleri artmadığı gibi gelirleri azalıyor.

Obama yönetimi, işsizliğin resmen azaldığını, 2015 yılı sonunda %5'e (2014 yılı sonunda %5.6 idi) indiğini belirtiyor. Bu rakamlar, buz dağının görünen kısmı. Resmi rakamlara göre sadece yarım gün çalışanların sayısı 7.1 milyon kişi olup, 2.2 milyon kişi ise işgücüne "marjinal" katılıyor; yani bu insanlar fiilen işsiz; son 4 hafta içerisinde resmen iş başvurusunda bulunmayanlar. Yani resmi 9.3 milyon işsiz sayısına tam gün çalışmayan veya işi olmayan 9 milyon kişiyi daha eklemek gerekiyor. Aslında gerçek işsiz oranı %5 değil, %10'dur.

Gerçek çalışan oranı, çok az artıyor. 2007'de ABD'de tam gün çalışan insan sayısı 121 milyondu. Bu sayı 2015'te 122.6 milyon (yüzde + 1.3) ve de bu zaman diliminde ABD'nin nüfusu 301 milyondan 320 milyona (yüzde + 6.3) çıktı. Çalışan ile toplam nüfus oranı daha anlamlı. Bu oran, İnternet spekülasyon balonu patlamadan önce, yani 2000 yılı baharında tarihi zirve olan %64.7'ye çıkmıştı. Emlak krizi ve ekonomik kriz sonucu 2011'de %58.2'ye düşmüştü ve şimdi ise sadece %59.5 civarında.

Üstelik milyonlarca insan, artık iş bile aramadığı için işsiz sayılmıyor. Gerçek işsiz sayısını tespit etmeye çalışan bir kurum, gerçek işsiz oranın %23 civarında olduğunu belirtiyor.

Otomotiv iş kolu bu açıdan çok anlamlı bir örnek: 2015 yılında özel araç satışı 17.5 milyon rekor seviyeye çıktı (2009'da 10.4 milyondu). Üretim zirve yaptı ve yeniden kâr ediyor. Büyük otomobil şirketleri rekor düzeyde kâr ediyor. Diğer yandan otomotiv sanayisinde çalışan işçi sayısı aynı oranda artmadı. Çalışan sayısı 2005'te 1.090.000 iken 2015'te bu sayı 915 bine indi.

Tüm bunların sonucu olarak eşitsizlik artıyor. Merkez Bankası verilerine göre zengin nüfusun %3'ü 2013 yılında toplam ulusal gelirin %30.5'ni aldı. Ondan sonraki nüfusun %7'si toplam gelirin %16.8'ini aldı. Yani geriye kalan %90 nüfusun payı %50 civarında. 1990'lı yıllardan bu yana, kazancı artan nüfus dilimi sadece en zengin ilk %3'lük çevre ile sınırlı.

Çin

Çin'deki ekonomik durgunluk temel olarak sanayide. Bunun sonucu olarak kitlesel tensikatlar yapılıyor. Örneğin ülkenin Kuzeydoğusunda bulunan en büyük maden grubu Long May, Heilongjiang bölgesindeki (eski Mançurya) metal sektöründeki 240 bin emekçiden 100 binini işten atacağını duyurdu. Ülkede son yıllarda yapılan mücadeleler sonucunda işçi ücretlerinde genel bir artış olduğu için bazı yerli veya yabancı şirketler, ücretlerin daha düşük olduğu ülkelere kaçmayı tercih ediyor. Örneğin 2010'da Nike ayakkabı şirketi, toplam üretiminin %40'ını Çin'de, %10'nu ise Vietnam'da gerçekleştirirken bu rakam 2013'de Çin'de %30'a düşerken Vietnam'da %42'ye tırmandı. Aslında ücret artışı oldukça sınırlı. Örneğin fiyatı 1.000 dolar olan Apple akıllı telefonunu üreten bir Çinli işçinin saat ücreti 1.85 dolar. Çin'de özellikle sanayide işçi mücadeleleri artmasına karşılık, inşaat ve maden sektörlerindeki mücadelelerin üçte ikisi, ücretlerin ödenmesi için yapılıyor. Batılı medyanın ballandıra ballandıra anlattığı, sözde Çin mucizesinin esas bedelini Çin işçi sınıfı ödüyor. Vahşi bir sömürü, bitmek bilmeyen haftalık iş süreleri, ölümcül iş kazaları. Üstelik zehirlenme ve hava kirliliği nedeniyle her yıl 1.6 milyon kişi, yani günde 4.400 kişi, ölüyor.

Önce 2015 yazında, sonra 2016 Ocak ayında Şanghay ve Şhenzen borsalarında gerçek çöküşler yaşandı. Örneğin Şanghay borsası önce %150 oranında bir büyüme yaşadı ve oluşturduğu balon, artık patlıyor. Ekonomideki durgunluk çöküşle sonuçlanabilir. Şu anda bu krizin, 1997'deki Asya krizindeki gibi bir çöküşle sonuçlanacağını söylemek için çok erken. O zaman Malezya Borsasının çöküşü, bütün Güneydoğu Asya ülkelerini (dragonlarını) krize sürüklemişti. Çin'de son 35 yıl içerisinde yaşanan liberalleşmeye rağmen Çin şirketlerinin önemli bir kısmı hala devlet denetimi altında olduğu için Çin devleti, sınırlı olsa da, krizin şok etkini biraz denetleyebiliyor. Buna rağmen 200 milyon civarındaki Çin burjuva ve küçük burjuvazisi, borsa ve emlak sektörlerindeki krizin etkilerinden dolayı kayıplarını saymaya başladı.

Ülkedeki iç siyasete vurgulanan, yolsuzluk ve "parti disiplinine karşı işlenen suçlarla mücadele"dir. Birçok parti görevlisi, Xi Jinping ve Li Keqiang yönetimi tarafından görevden uzaklaştırıldı. Aralık ayında, ülkenin 11'inci en büyük zengini Guo Guangchang, dört gün boyunca "kayıp" göründü ve polisin elinde tutulduktan sonra yönettiği şirketler grubu olan Fosun'un (Fransız Club Med de bu gruba ait) borsa işlemlerini durdurdu. Başka bir patron ise, Mike Poon (Toulouse-Blagnac hava limanı ortağı) 6 ay boyunca kayıplara karıştıktan sonra gizemli bir şekilde "yeniden yazıhanesine" döndü. Bazıları aynı şansa sahip olamadı çünkü yargı tarafından çok ağır cezalara çarptırıldı veya milyarder Xu Ming örneğinde olduğu gibi, cezaevlerinde gizemli bir şekilde ölü bulundu. 44 yaşında bir sanayici olan Xu Ming'n kalp sorunu yoktu ama hatası, 2012 yılından beri cezaevinde yatan Bo Xilei, "kızıl prense" kaderini bağlamış olmasıydı. Bu cezalar, devlet zirvesindeki hesaplaşmaların sonucu.

Çin'deki ekonomik durgunluğun sonuçlarının ne olacağını önceden kestirmek oldukça zor. Ancak ülke, yıllardır dünyanın atölyesi oldu ve bunun sonucu olarak Çin'de dünyanın en kalabalık işçi sınıfından biri oluştu. Ülkedeki devasa sayıdaki köylü nüfus proleterleşti. İşte bu proleterleşmiş kitleler sayesinde, çok büyük kentler inşa edilerek modern metropollere dönüştü. "Dünyanın atölyesi" emekçileri sayesinde bir Çin burjuvazisi oluştu ve devlet bürokrasisi zenginleşti. Ancak onlardan çok daha zenginleşen Japon, ABD ve diğer dünya büyük burjuvaları var.

Diktatörlük rejimine rağmen işçi sınıfı, çok önemli grevler gerçekleştirdi. Yeni oluşan işçi sınıfının siyasi bilince erişme hızı, yani kendi öz siyasi çıkarlarının bilincine varması sadece Çin'in değil, bütün dünyanın geleceği için çok önemli.

İşçi sınıfı ve işçi sınıfının önderlik krizi

Çin'de, Brezilya'da, Hindistan'da, Bangladeş'te veya bize daha yakın Avrupa'daki Türkiye gibi gelişmekte diye adlandırılan ülkelerde, yeni genç ve çoğu zaman mücadeleci bir işçi sınıfı oluştu. Sorun, şimdiye kadar birikmiş olan deneyim ve siyasi birikimin bu yeni işçi sınıfına aktarılmasıdır.

İşçi sınıfı, önce Batı Avrupa'nın sanayileşmiş ülkelerinde gelişti. İşçi sınıfının ilk büyük mücadeleleri, bu ülkelerde oldu ve sınıfı bilinci de buralarda gelişti: Fransa'da işçi sınıfın ilk mücadeleleri burjuva devrimi döneminde başladı. Komünizm fikrini ilk geliştirenler, İngiltere'deki Chartist hareket oldu. Almanya'da ise 1848-1849 devrimci dalgası döneminde yüz binlerce işçi siyasi mücadelelere katıldı. Avusturya'da ve özellikle Fransa'da, Paris Komünü süresinde, Almanya'da ise ekonomik gelişmeler sonucu çok güçlü bir işçi sınıfı hareketi partisi olan Sosyal Demokrasi ortaya çıktı. Batı Avrupa'da gelişen işçi sınıfının devamı olarak Avrupa'nın kıyısındaki Rusya'da yeni bir işçi sınıfı oluştu ve biriken deneyimlerin de ilerisine giderek 1905 devrimi ile devam etti ve daha sonra da işçi sınıfının iktidarının simgesi olan Sovyetleri kurdu. İşte bu Sovyetler sayesinde işçi sınıfı iktidara gelerek, ilk işçi sınıfı devletini kurdu.

Komünist devrimci Marksizm bütün mücadelelerin, işçi sınıfının sınıf bilinci, yani her yeni mücadele, başka bir ülkede gerçekleşmiş olsa da, bir öncekinden dersler çıkararak gelişti.

Ekonominin tarihi gelişmesine bağlı olarak bilinçli bir işçi sınıfı ilk başlarda Avrupa'da gerçekleşti ve bu nedenle de Marks, Engels, Bebel, Rosa Luxemburg, Lenin, Troçki ve onlar gibi daha da başkaları, devrimci komünizmin fikirlerini oluşturdular ve de işçi sınıfının, yeni sınıf mücadeleleri ışığında güncellediler. Onlar kendilerini şu veya bu Avrupa ülkesi ile sınırlamıyordu. Çünkü İngiltere işçi sınıfından tutun da Rusya işçi sınıfına, Fransa, Almanya işçi sınıfına kadar, bir yerdeki işçi sınıflarında devrimci ateş bitince er geç başka bir ülkede yeni devrimci ateşler türüyordu. Bu tarih düz, doğru bir yol izlemiyordu. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadelelerde başarılar ve yenilgiler, geri adımlar ve feci baskılar yaşandı. Daha da kötüsü, Birinci Dünya Savaşı başında kendi önderlerinin ihanetine uğradı. Ancak işçi sınıfı her zaman yenilgileri aşamayı başardı. Birinci Dünya Savaşı başında, İkinci Enternasyonal'in büyük ihaneti bile devrimci işçi hareketinin fikir ve deneyimlerinin aktarılmasını engelleyemedi. Çünkü ihanet eden sosyal demokrasinin yerini komünist hareket doldurdu. II. Enternasyonal örgütlerinin dağılmasıyla başlayan Birinci Dünya Savaşının sonunda Rus Devrimi gerçekleşti ve tüm Avrupa'ya komünist hareket yayılarak Üçüncü Enternasyonal'in ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.

İşçi sınıfının kuşaktan kuşağa, bir ülkeden diğerine aktardığı sınıf mücadelesi deneyimleri, birikimleri, Stalinizm tarafından sekteye uğratıldı. Dünya işçi sınıfını önderliğinin yok olmasında Stalinizmin çok büyük sorumluluğu var.

İşçi sınıfının, kapitalist burjuvaziye karşı mücadelesinde yaşadığı bu gerileme ve gecikmedeki temel neden Stalizminin ihanetinde yatıyor. Burjuvazinin hakimiyeti, Lenin'in "kapitalizmin son aşaması emperyalizm" diye adlandırdığı zamandan beri çağ dışı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalizm, devrimci bir dalgayla yok olma sürecine girdi ama ayakta durmayı başardı. İnsanlık, kapitalizmin varlığı sürdürmesinin bedeli olarak hem Nazizmi hem de İkinci Dünya Savaşını yaşadı.

Artık devrimin gecikmesindeki esas neden, işçi sınıfının önderlikten yoksun olmasıdır. İnsanlık, bunun bedelini yaşamakta olduğumuz barbarlığın giderek artması ile ödüyor. Diğer yandan işçi sınıfı ekonominin temelini oluşturmaya devam ettiği gibi, sayıca giderek artıyor.

Dünya işçi sınıfının sorununu belki de en iyi özetleyen Çin işçi sınıfının yaşadığı gelişmedir. Bu ülke içerisinde yaşanan çelişkiler, Çin işçi sınıfını kaçınılmaz bir şekilde mücadeleye sürüklüyor. İlerideki olayların nasıl gelişeceğini kimse önceden tespit edemez. Belki de Çin'deki ekonomik durumun kötüye gitmesinin sonucunda ortaya çıkan felaketlere tepki olarak genç ve kalabalık Çin işçi sınıfı, 19'uncu ve 20'inci yüzyıllarda yaşanan sınıf mücadelelerinden daha ileri mücadeleler geliştirecek. İşte böyle bir ortamda Çin işçi sınıfının eski geleneklere sahip çıkarak, yani İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya'daki kardeşlerinin yaşadığı mirasa sahip olup burjuvaziyi yenmek için gerekli olan sınıf bilincine erişir. Kapitalist toplum, eninde veya sonunda kendini yok edecek güçleri yaratıyor. Tarih kaçınılmaz bir şekilde gerekli yolu açacak. Ancak geçmiş deneyim, birikimlere ve sınıf bilincine en erken bir zamanda sahip çıkmak, işçi sınıfının el yordamı ile hareket etmesini gerektirmeyecek ve özellikle de insanlığın çok büyük acılar çekmesini engelleyecektir.

(12.02. 2016)